Sistem içi mücadele enstrümanlarının sistemin dönüştürülmesinde kullanılabilirliği ile ilgili kafasında halen soru işaretleri bulunan Müslümanların mutlaka okumalarını tavsiye ettiğimiz Pasif Devrim adlı kitabı siz değerli okuyucularımıza tanıtmaya başlamadan önce bu kitapla nasıl tanıştığımdan da kısaca bahsetmek isterim.
Giriş
İstanbul’da ikamet ettiğim sıralarda Sultanbeyli’de bir derneğin faaliyetlerini yakından takip ediyor ve Arapça kurslarına katılıyordum. Üsküdar’da faaliyet gösteren İlmi Etüdler Derneği tarafından çıkartılan ve sosyoloji/ilahiyat tabanlı akademisyenlerin makalelerinin yayınlandığı ve altı ayda bir çıkan “İnsan ve Toplum” dergisine de abone idim. İşte bu derginin birinci sayısında Ali Kaya’ya ait olan bir kitap incelemesi gözüme ilişti. Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi. Türkiye’deki İslami hareketlerin büyük bir evrim geçirdiği ve artık yavaş yavaş toplumda sistem-dışı mücadelenin gerekliliğinden zar-zor bahsedilir hale gelmeye başladığımız o günlerde böyle bir başlığın dikkat çekmesi de oldukça normaldi. Bildiğim kadarı ile de İnsan ve Toplum dergisi çıkmaya devam ediyor.
Stanford Üniversitesinde doktora çalışmalarına devam eden Cihan Tuğal isimli bir etnoğrafın tez çalışması olan ve daha sonra Koç Üniversitesi yayınları tarafından Türkçesi basılan bu kitabı, şimdiye kadar okuduğum siyasi yöntem eleştirisi/kritiği yapan diğer kitaplarından ayıran en önemli iki yönü vardı.
Birincisi, şimdiye kadar başta Ercüment Özkan olmak üzere bir çok nebevi method savunucusu Müslümanların ağzından çok defa duymaya alışkın olduğumuz, “sistemin mevcut araçları kullanılarak yapılacak İslami mücadelenin hayatını devam ettirmesinin asla mümkün olmayacağı ve Müslümanların bu yöntemlerle aslında bizzat devletin koruyucusu durumuna geleceği” gerçeğini sosyalist kökenli bir araştırmacı tarafından duymaktı. Çünkü, ilk Peygamber’den beridir süregelen bu söylemin bizzat ilk kompedanı olmasak da takipçisi durumunda olan bizlerin sık sık “hala bıraktığımız yerde misiniz?” türünden eleştirilere maruz kalan bizlere karşı, insanın “aklın yolu birdir” diyesinin geldiği hazin bir tesbitin, vahye muhatab olamamış bir araştırmacının ağzından duymak, ilginç gelebiliyor.
İkinci olarak da kitap yaklaşık sekiz yıllık bir fiilî tecrübenin bir sonucu. Yani anlatılan karakterler gerçek ve olaylar İstanbul’un bir ilçesinde, Sultanbeyli’de cereyan ediyor. Yazar masasında oturduğu yerden toplumu yorumlamamış, tıpkı bir biyolog gibi kullandığı gerçek insanları laboratuvarında incelemiş. Yazar, 2000 yılında sırf gözlem yapmak için yerleştiği ilçede iki yıl gibi bir süre öğretmenlik yapmış ve bu süre zarfında herkesle de amacını paylaşmakta bir beis görmemiş. Ancak kitabın içinde, genel etik kuralları gereği şahısların gerçek isimlerini vermemiş, yani hepsi takma isim. Bununla ilgili burada şu kısa notu da geçmeliyim. Bir tesadüf eseri olarak; kitapta adı geçen Yaman adı verilen karakterle de Sultanbeyli’de bizzat tanışma imkanım oldu ve birinci ağızdan da kitapta geçen diyalogları doğrulatmış oldum. Bu da önemli bence.
Doğrusunu isterseniz, İstanbul’da özellikle de bizzat Sultanbeyli civarında 3-4 yılı geçmiş birisi olarak, bir örneklem olarak kullanılan Sultanbeyli ilçesi ve halkının, sahip olduğu multi kültürel yapı ve kozmopolitliği nedeni ile, Anadolu’nun bütününü temsil kaabiliyeti çok yüksek olduğunu ve etnoğraf Cihan Tuğal tarafından iyi bir seçim yapıldığını söylemeden geçemeyeceğim.
Kitabın adeta bir roman tadını andıran ve aynı zamanda ağır bir sosyoloji terminolojisi içeren üslubu gerçekten orijinal. 2000-2002 yılları arasında yapılan 50’ye yakın mülakat ve 2006’da yapılan 40 mülakattan alıntılar içeren ara kesitler, tartışılan siyasi meselenin günlük hayattan kopmayan bir okuma biçimi ile ele alındığı konusunda bizleri tatmin ediyor.
Yazarın, kitabı tamamlamak için ikinci kez ilçeye gelişi 2006 yılında oluyor. Bu kez, daha önceki görüştüğü insanlarla yeniden görüşüp, deneklerinin fikirlerindeki değişiklikleri ustaca kıyaslıyor yazar ve 2008 yılında kitap tamamlanıyor.
Her ne kadar kitapta yer alan konuların bir kısmı, hayatı vahyin penceresinden bakma sorumluluğu taşıyan biz Müslüman’lar için bir tekrar niteliği taşısa da; ne yalan söyleyeyim ki, Türkiye’deki Müslümanların sahip oldukları enerjilerini, ellerine geçen her fırsatta yeniden ve yeniden heba ettiklerini; Allah’ın ipini sımsıkı sarılmamız gereken dönüm noktalarında altın buzağıyı görüp “Ehad” olanın unutulduğunu veya hutbesinde Allah’ın ayetlerini bildiren Hz.Muhammed’i ganimet getiren bir kervana tercih edenlerin durumuna düşüldüğünü birinci ağızdan okuyunca; bir taraftan insanın karakterinin her devirde aynı olduğuna olan inancınız pekişiyor, bir taraftan da sürekli kaybeden taraf olmanın acısını yaşıyorsunuz.
Özellikle 2000’li yılları okurken, zaman zaman kendinizi okuduğunuz hissine kapılabildiğiniz kitapta; (bir çok tarikat ve cemaatten insanlardan tutun da, tevhidi duruşundan taviz vermemeyi her şeyin önünde tutan Müslümanlar’a kadar) bir çok kesimin, 1980’li yıllardan 2006 yılına kadar geçirdiği sürecin sonunda, sistemin nasıl savunucusu haline geldiklerini ve bunu başaran siyasi/sivil aktörleri, insanların vahye ters düşen yaşam tarzlarını zihinlerinde aşama aşama nasıl da meşrulaştırdıklarını okurken, insanın “Rabbim, kavmim bu Kur’an’ı terketti !” diyesi geliyor.
Esasında temel olarak yazar; Ilımlı İslam’ın uzun bir pasif devrim sürecinin son noktası olduğu ve bu sürecin sonunda bir zamanların radikallerinin(!) ve onların takipçilerinin; nasıl da neoliberalizmle, sekülerizmle ve Batı tahakkümü ile hemhal oldukları ana fikri üzerinde duruyor.
Radikal hareketlerin düzen yanlısı hareketlere dönüşümünü, hegemonyanın kuruluşu ve radikalizmin massedilmesi olarak tarifleyen yazar, bu massedilme sürecini Gramsci’nin “pasif devrim” kavramından yola çıkarak izah etmiş. Dolayısı ile pasif devrim karşımıza, egemen kesimlerin kendi yönetimleri için gönüllü rıza (“hegemonya”) kurmalarını sağlayan, dolambaçlı ve kimi zaman da kasıtsızca başvurulan bir yol olarak çıkıyor.
Yazar, Pasif devrimi bir çok yerde tarif ederken, ana eksende sivil toplumun devrimci söylemlerle ve stratejilerle yalnızca ama yalnızca mevcut tahakküm örüntülerini güçlendirmek için harekete geçirildikleri gerçeğini vurguluyor.
Bu bağlamda AKP’nin pasif devriminde söz konusu olan, yalnızca İslam ve Sekülerizmin, din ile demokrasinin, Doğu ile Batı’nın evliliği değil, aynı zamanda sisteme karşı çıkışın massedilmesi; sivil toplum ile siyasal toplumun birbirlerine bağlamanın yenilikçi yollarını bularak ve sistemin açıklarından yararlanarak, mütedeyyin kitlelerin laik devlete eklemlenmesidir. Bunu yaparken de, kitaptan çıkan sonuca göre; İslamcı stratejilerin massedilmesi, değişim söylentileri, suçlama oyunları, Erdoğan’ın kişisel karizması, milliyetçilik duyguları, Batı algılarının değiştirilmesi ve politikalarının meşrulaştırılması ve kürt sorunu gibi bir çok enstrüman kullanılmıştır.
Kitabın Bölümleri
Bu kısa girişten sonra dilerseniz, kitabın bölümlerinde bahsedilen konulara kısaca göz atalım.
Birinci bölümde, hegemonya, sivil toplum, siyasal toplum ve pasif devrim gibi kavramlar incelenip üzerinde düşünmenize olanak sağlanıyor ve araştırmacıların İslamcı siyaseti izlerken başvurdukları teorik modeller ele alınıyor ki; sosyoloji sevmeyenler için bu bölüm biraz sıkıcı olabilir.
İkinci bölümde, önceki bölümde ortaya konulan teorik bilgilerden yararlanılarak, laik devlet ile Türkiye’deki İslami muhalefetin tarihsel gelişimi genel hatları ile anlatılıyor. Kısaca siyasal ve sivil toplumun tarih boyunca bir hegemonyadan diğerine nasıl geçtiğinin ve siyasal ağın nasıl örüldüğünün küresel/ulusal ve tarihsel bağlamı anlatılıyor.
Üçüncü bölümde, özellikle RP zamanında adil düzen vaadleri ile insanlara Sultanbeyli belediyesince hazine arazilerinin darul harp meselinden yola çıkılarak işgaline nasıl izin verildiğini de içeren 1980-2002 yılları arası siyasal toplumun (Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi, Refah partisi, Fazilet Partisi ve Saadet Partisi) rolünü okuyacaksınız. Güya İslamcıların laiklerin karşısına çıkardıkları siyasal liderlikleri ve otorite yapılarını, şimdinin moda tabiri ile oluşturulmaya çalışılan “paralel devlet” yapısını göreceksini.
Dördüncü bölümün teması “tevhidi hayat görüşü”. İslamcı derneklerin, ağların ve partilerin, alternatif yaşam tarzları, mekanlar ve ekonomik ilişkiler oluşturmaya çalışarak, samimi bir şekilde yeni bir düzen getirme cehdinde olduklarına şahit olacaksınız. Tabii, yazarın farklı dünya görüşünden dolayı kendisi bunu tehdit unsuru olarak algılamışa benziyor.
Beşinci bölüm, AKP’nin Sultanbeyli özelinde tüm Türkiye’de, toplum ile devlet arasındaki bağları barışçıl yollardan yeniden kurmak adına ikili iktidar kalıntılarını nasıl yok ettiğini göstermektedir. Hem bu yeniden bağ kurmanın, hem de kapitalizmi başarıyla meşrulaştırılmasının ve İslamcı söylemlerin AKP tarafından massedilmesi örneklenmiştir.
Altıncı bölümde, AKP’nin yaşam tarzlarında, uzamda ve ekonomide İslamileşme ile gayri İslamileşme yataratıcı(!) bir şekilde nasıl birleştirdiği ele alınmaktadır.
Sonuç bölümünde ise, Türkiye örneği, Mısır ve İran ile karşılaştırılmakta ve siyasal toplumun gelişimindeki değişikliklerin farklı siyasi yönetimlerde farklı etkiler yaratabileceği, esasında yapılmak istenilenin aynı ama tarihsel süreçten dolayı sonuçların farklı çıkabileceği üzerinde durulmaktadır. Hegemonyacı stratejilerdeki farklılıklardan ötürü, sadece Türkiye’de İslamcılık oyunları(!) pasif devrim ile sonuçlanmıştır.
Sonuç
Kitapta, AKP’den önce tevhidi bir hayat çizgisi savunan Müslümanlar’ın çoğu, hayatlarını vahyin inşasına teslim etmek yerine, bazı bağlamlarda dini özgürlükleri savunan bir dini lidere sahip olmakla yetinmeye başladıkları çok daha net görülebiliyor.
Şüphesiz ki kitapta, gerek çalışmayı yapan akademisyenin dünya görüşünün farklılığı ve gerekse de kitabın konusu olmamasından dolayı, Kur’an merkezli bir hayat ve siyaset algısı olan Müslümanların neden güçlü bir birliktelik ve etkin bir modellik sunamadığına ilişkin direk/doğrudan yapılmış bir analiz yok. Ancak, satır aralarında bunun nedenlerini görmek isteyen okuyucular için fazlasıyla veri mevcut. Bu anlamda da kitabın, vahiyle hayatını inşa etmek isteyen ve “aynı delikten onlarca kez ısırılmak istemeyen” Müminler için faydalı olacağı ve dini yalnızca Allah’a has kılmak yolunda Müminlerin imanlarını daha da arttıracağı kanaatindeyim.
Sözlerimi, yazarın reel politikayı özetleyen şu acı sözleri ile bitireyim; Bugün ılımlı İslam’ın gerçek önderleri; geçmişte liberal Müslüman olmuş kişiler değil, on yıllarca neoliberalizme, sekülerizme ve ABD hegemonyasına karşı savaşmış ama sonunda bu deneyimlerini düşmanlarının hizmetine sunmuş kişilerdir.
Vesselam…
* Cihan Tuğal, Pasif Devrim: İslami Muhalefetin Düzenle Bütünleşmesi, Koç Üniversitesi Yayınları, 300 syf. (Kitapyurdu.com veya nadirkitap.com’dan temin edilebilir.)
Hazırlayan: Ali DURMUŞ