Evrensel bir din olarak para…
Bugünün dünyasında, “asıl din” veya “birinci din” paradır. Para, yaşamın anlamına dair soru sorabilen, kafa yorabilen çok küçük bir azınlık dışında kalan büyük çoğunluğun birinci reel dinidir. “Birinci reel dini” derken kastettiğimiz şu: Artık insanlar, hangi dine, hangi mezhebe, hangi inanca mensup olurlarsa olsunlar; işte dinsiz olsunlar, ateist olsunlar, Müslüman olsunlar, Hıristiyan olsunlar, Musevi olsunlar, Budist olsunlar, vb. artık paraya tapar hale gelmiş bulunuyorlar. Para, kafalarda, zihinlerde birinci sırayı almış durumda ve bilinen anlamda; dinler de dâhil, hepsine önceliği var…
İyi de, paraya tapan bir insan, bir insanlık ne anlama gelebilir? Orada hâlâ insanlıktan eser kalır mı? Gözü daha çok para, daha çok maldan başka bir şey görmeyen bir toplum hangi değerlerin taşıyıcısı olabilir?
Oysa paranın netameli bir şey olduğu, çok önceleri, daha paranın yeni yeni ortaya çıktığı dönemden itibaren fark edilmişti… Nitekim gelmiş-geçmiş en büyük Kadim Grek (Yunan) trajedi yazarı Sophokles, Antigone adlı ünlü oyununda şunları yazıyordu: “Çünkü insanoğlunun hiçbir icadı para kadar kötülük saçıcı değildir. Ülkeleri harap ve yerle bir eden odur: Dessaslığı öğreterek mertliği bozar ve böylece asil ruhları fenalığın iğrenç yoluna saptırır. İnsanları her türlü hileye başvurdurur ve onlara her günahı işletir.”
Para, ona sahip olanın zaaflarını silmekle kalmaz, aynı zamanda ona sahip olmadığı bir dizi yeteneği, özelliği, gücü ve yaratıcılığı da kazandırır. Mesela çok zengin bir adam asla “çirkin değildir”; zira para çirkinliği yok eder. Zenginin huysuzluğu ve şımarıklığı, onun ayrıksı ve olumlu bir özelliği olarak görülür… Bu yüzden diyor Marx, paranın hiçbir şeye saygısı yoktur, en kutsal olanlar da dâhil: “Her şey, satılabilir ve satın alınabilir hale gelir. Dolaşım, her şeyin içine atılabileceği ve altın-kristal olarak tekrar çıkacağı büyük bir toplumsal imbik olur. Bu simya ilmine azizlerin kemikleri bile dayanamadıktan sonra, insanların alışverişi dışında kutsallaşmış şeyler nasıl dayansın.”
Atinalı Timon adlı eserinde Shakespeare şöyle der:
“Altın, sarı göz kamaştırıcı değerli altın!
Bunun şu kadarı, karayı ak, çirkini güzel,
Eğriyi doğru, adiyi soylu, yaşlıyı genç, korkağı yiğit yapar.
…Ah tanrılar nedir bu? Niçin bu
Rahiplerinizi, uşaklarınızı yanınızdan kaçırır;
Çeker güçlü insanların başını yastıkların altından;
Bu sarı köle
Din de kurar, din de bozar, kutsar lanetliyi;
Hayran eder herkesi kocamış cüzzamlıya;
Hırsızlara yer, senatörlere kürsüde
Ün, şan, saygınlık kazandırır;
Odur geçkin dullara yeniden koca bulan;
… Gel lanetli maden…”
Netice itibariyle paraya (servete, sermayeye) sahip olanın bu dünyada satın alamayacağı hiçbir şey yoktur. Sadece bu dünyada var olan mal ve hizmetleri değil, politikacıları, sanatçıları, yazarları, fetvacı din “âlimlerini”, rahipleri, bilim erbabını, büyücüyü, akademisyenleri, hâkimleri, savcıları, avukatları, gazetecileri,“bilirkişileri”, mafyayı, kiralık katilleri…
O halde, son tahlilde insanlar kabaca iki sınıfa ayrılıyorlar demektir: Parası, serveti, sermayesi olanlar; Ve parası, serveti, sermayesi olanlar tarafından satın alınanlar…
Aslında para, insan ve toplum yaşamını kolaylaştıran insanlığın önemli bir icadıydı; sorun, paranın metalaşması ve bir zenginleşme ve iktidar aracı haline gelmesinden kaynaklanıyor.
Bundan tam 500 yıl önce, Utopya’nın yazarı Thomas More şöyle demişti: “Mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli oldukça, en kalabalık ve en işe yarar sınıf yoksulluk, açlık, umutsuzluk içinde yaşayacaktır.”
Paul Valéry: “Savaş, birbirlerini tanıyan; ama birbirlerini öldürmeyenler adına, birbirlerini tanımayanların birbirlerini öldürmesidir” demişti. Louis Blanc da,“Zenginler, savaşı yoksullarla yaparlar” derken aynı şeyi ifade ediyordu…
(FİKRET BAŞKAYA’NIN
“BAŞKA BİR UYGARLIK İÇİN MANİFESTO”
KİTABINDAN)