“Sistemden beslenenler sitemi eleştirme hakkına sahip değildir” sözü söylendiği zamanda zulme karşı bir Ebu Hanife tavrı gösterildiği için benim gibi bir çok müslüman çok mutlu olmuştu. İsmet Özel’in nefis ifadesiyle “Allah insanı iddiasından vurur”du ve vurdu da. Gün oldu, zaman değişti ve sistemden beslenmemekle iftihar edenler artık sistemin baş köşelerinde bağdaş kurup oturur oldular. Hatta illerde bizzat il yönetim meclislerinde yer alarak şehrin yönetiminde söz sahibi oldular. Karşılığında itibar gördüler ve camia olarak popülariteleri artıp insanları cezbeder oldular. Uydurulan dine yaptıkları eleştiri kadar sistemin kalbine hiç bir eleştirileri olmadı bu zevatların. Zulüm başkalarından geldiğinde sesler yükseldi ama zulüm bizzat sofrasında oturdukları ağalarından geldiğinde ise sus pus olundu. İslam dininin pavluslarından olan Fethullah Gülen için “ilmine, irfanına, imanına şahit olan”lar ne zaman ki otorite ile çatışıldı ve ne zaman ki güç yarışına girildi bir anda şahitlik son buldu ve şikayetler başladı. Demek ki Ebu Hanife tavrı anlık değil ömürlük olmalıymış tıpkı merhum gibi gerektiğinde otoritenin zindanlarında Allah’a emanetini teslim etmeyi göze almakmış. Ebu Hanife olmak neyi niçin yaptığını bilmekmiş. Bizim cenahın genel anlamda vakıf olmadığı şeyde bu.
Ferasetli bir duruş sergileyememek ilim eksikliğinden kaynaklanan bir mevzu mudur diye sorabiliriz. Bana göre ilmi anlamda ciddi tartışmamız ve açıklığa kavuşturmamız gereken meseleler olmasına karşın esas sorun bilgi sorunu değildir diye düşünüyorum. Ciddi bir karakter sorunumuz var. Niçin samimi değilizin cevabı da karakter sorununun içinde aranmalıdır. Bugün bizlerin karakterini inşa eden şey vahiy değildir. Çünkü beslenme kaynağımız ondan daha ziyade başka şeylerdir. Allah’tan başka ilah olmadığına inanmak yapılan bütün işlerin ve atılan bütün adımların onu razı etmeye dönük eylemler olmasına bağlıdır. O’nun razı olacağı eylemler de kuşkusuz vahyin alanına dahil olan eylemlerdir. Artık güce, prestije, kitlelere ve koca koca kurumlara binalara tapınan islamcılar çağındayız. Sayısal olarak daha fazla olan cemaaat, parasal olarak daha zengin olan cemaat diğerinden daha fazla iktidar sahibi olduğuna inanmakta. Medyada daha fazla boy gösterenler daha fazla üretken olduklarına inanmakta. Artık kalite dediğimiz şey söylenilen şeyin vahyin içeriğine uyumlu olmasıyla değil daha fazla insanlarca kabulüne endekslenerek belirlenir olmuştur. Artık hakikat yerini realiteye ve iktidarın dayanılmaz hafifliğine terketmiş durumdadır. İktidarın sofrasında oturanlar onlarla gülüp eğleşenler nasıl olacak da zulme karşı direnişin ateşleyicileri olabilecektir? Sisteme doğru koşanlar sistemin çekim alanına girerek nasıl zulmü bertaraf edecek karakteri ortaya koyabilecektir?
Mavi Marmara gemisi üzerinden bu ülkede çok rant devşirildi. Bu ranttan beslenenlerin başında AKP vardı. Sonra bu ranttan faydalanan ve popülaritesi artan İHH vardı. Genel anlamda yönetici kadrosu eski islamcılardan (eski islamcı diyorum çünkü gemi saldırısı sonrasında hepsi AKP’ci oldu) olan İHH saldırı sonrası AKP ile içli dışlı olarak onların ekmeğine yağ sürmüşlerdi. İsrail düşman ilan edilirken el altından ticari ilişkiler ve anlaşmalar olabildiğince hızlı bir şekilde yürüyordu. Fakat eski islamcılar kendilerine sunulan kadar resmi görüyorlar resmin detayı ile ilgilenmiyorlardı. Bu tutumlarının da bir çok sebepleri vardır elbet. Ama en önemli sebeplerinden biri Kur’an’la inşa olmak yerine başkaca şeylerle inşa oluyorlardı. Selin önündeki kütük misali bir algı onları ulus devleti sahiplenmeye ve aidiyetlerini İslam’dan almak yerine vatandaşlıktan almaya doğru itiyor ve büyük Türkiye düşüncesi giderek onları büyülüyordu. İslami bir devlet kurma hayalleri giderek uzaklaşıyor ve yerini varolan devlet mekanizması içinde restarasyon düşüncesine terkediyordu. Sistemin komple değişmesi gerektiği fikrine olan inançları kayboluyordu çünkü buna dair ne bilgi olarak bir altyapıya ne psikolojik olarak bir dirence (sabra) ne de kardeşlik hukuku çerçevesinde sorunlarını kendi içinde çözebilecek bir duruşa sahiptiler. Sloganik olmayı bir türlü aşamadılar ve geleceğe dair güçlü bir altyapı ve birikim oluşturmaya gayret etmediler. Bir fidanın tohumunu toprağa saçtığımızda bile o fidandan meyve yemek için belki on yıl beklememiz gerektiğini bilirken bizler hemen bir şeyler olsun istedik. Hemen meyve yiyebilmek için GDO’lu tohumlar, kimyasal gübreler ve suni ortamlar oluşturduk. Sonuç ortada. Genetiği bozulmuş bir mücadele yerini iktidarın sofrasında, onun iltifatlarını kazanmaya ve onun açtığı duble yollarda aramaya koyuldu. Gel zaman git zaman ulus devletlerin bölgesel çıkar endeksli politikaları gereği helvadan yaptıkları putları yeme vakti geldi. İsrail’e dün düşman olanlar bugün tekrardan dost oldu. Bu dostluğu pekiştiren bir de antlaşma yapıldı. Hatta dün rantını devşirdikleri Mavi Marmara gemisini satarak yaptılar bunu.
Mavi Marmara hadisesinde “otoriteden izin alınmalıydı” diyen Gülen’e karşın o zamanın başbakanı Erdoğan: “eğer otorite Türkiye’de bizsek biz zaten izni verdik” dedi. Ama şimdi Erdoğan diyor ki: “Türkiye’den böyle bir insani yardımı götürmek için günün başbakanına mı sordunuz?” Siyasete Demirel’in soktuğu meşhur laf: “Dün dündür, bugün bugündür.” Bu açıklamaya karşın İHH başkanı Bülent Yıldırım ise “Bu konuda biraz şaşkınız, kamu oyunda aktarıldığı gibi bunu bir zafer olarak görmüyoruz. Burada biz İsrail’in daha kazançlı çıktığı düşüncesindeyiz… ABD’nin ve Birleşmiş Miletler’in kabul etmediği ablukayı iki devlet resmi olarak kabul etmiş oluyor, Türkiye ve İsrail. Abluka kalkmadı ve Netenyahu dedi ki muazzam bir antllaşma yaptık… Ambargoya gelirsek ambargo da direk Gazze limanından kaldırılmıyor. Bugüne kadar zaten bu anlaşma yapılsa da yapılmasa da Türkiye ve bütün Dünya Aşdod limanı üzerinden istediği yardımı oraya götürebiliyor…” diyerek eleştirdi. Aslında Erdoğan statükonun diliyle ve pragmatist bir bakışla hareket eden biriydi. Dün nasılsa bugün de öyleydi farklı davranmadı. Buradaki sorun post kapitalist kemalist sistemden beklentiydi. Eski islamcılar Erdoğan’ın bu sözlerine karşın eleştirel anlamda bir cümle kurmak şöyle dursun onu haklı bulmanın telaşına kapıldılar. Bülent Yıldırım eleştirisinin ardından Erdoğan’dan azar işitince çok sürmedi özür yazısı yayınladı. Oysa özür güçlüden değil haklı olandan dilenirdi. İşte karakter sorunu diye bahsetiğim şey tam olarak budur. Böyle devam ettikleri sürece de karakter yoksunu olarak konuşmaya, yazmaya ve kendi kendilerini tüketmeye devam edeceklerdir.
Otorite treninin peşine takılmış bir vagon gibi sürüklenenler gelecekte bir nesil kurmaktan söz etmesinler. Çünkü nesli politize edip sistemin ellerine teslim etmektedirler. Sistemin açtığı duble yollarda İbrahimler değil ancak genetiği bozulmuş samiriler türer. Yanlıştan dönmek de bir erdemdir. Yaşadığımız sürece hala özümüze dönmek için bir şansımız vardır. Otoritelerin gücüne teslim olmak demek hem zihinsel hem duygusal olarak yok olmak, yoksunlaşmak demektir. Bu hastalığa bugün ziyadesiyle sahip islamcılar mevcuttur. Buhallerinden tevbe etmedikleri sürece İslam’ın taraftarlığı iddiasını da terketmeliler. Zira onlar İslam’ın değil ulus devletin temsilciliğini yapmaktadırlar. Bugün ki geldikleri nokta Doğu Perinçek ya da Ergenekoncular ile geldiği aynı noktadır. Büyük Türkiye idealinin bir parçasıdırlar. Oysa doğu da batı da Allah’ındır ve müminin bir sınırı olamaz. Bulunduğu yerde yeryüzünün bir parçasıdır ve orada zulmün son bulması için vahyin kendisine yüklediği sorumluluğa sahip çıkarak metodunu bizzat vahiyden aldığı şekliyle zalimlerle ve ürettikleri zulümlerle mücadele eder, onlarla işbirliği yapmaz ve onların gücüne teslim omaz. İzzeti ve şerefi yalnızca Allah’ın, resulünün ve mümin olanların yanında ararlar müminler ne kadar az olsa da, ne kadar güçsüz olsalar da, ne kadar fakir olsalar da ve ne kadar savunmasız olsalar da…
“Elleriyle kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için “Bu Allah katındandır” diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıklarından ötürü vay haline onların! Ve kazandıklarından ötürü vay haline onların!” (Bakara 79) Bu ayet bütün çağlara hitap edecek. Çünkü her çağın içinde kendi zihnindeki din algısını vahyin kendisi gibi sunup insanları kendi cemaatlerine, düşüncelerine, partilerine, tarikatlerine çağıran nice insanlar var. Kur’an oportünist ve pragmatist okumalardan beridir. Ellerimizle, zihnimizce uydurmuş olduğumuz bir kitaba iman etmek yerine zihnimizi hakikatle inşa eden bir Kur’an’a iman edelim. Ancak o zaman kölelik zincirlerimizi farkeder ve hem kendi köleliğimizin sonlandırılması hem de tüm insanlığın prangalarını çözmek için bir usul ve yöntem geliştirebiliriz. İşte o zaman zalim otoritelere karşı teslimiyetçi bir duruş sergilemek yerine onurlu bir duruş sergilemiş oluruz.