Bir yıkım ve katliam aracı olarak araba (otomobil)
Başlarda araba bir zenginlik, lüks ve “özgürlük” aracı olarak görülüyordu ve küçük ayrıcalıklı azınlığın oyuncağıydı. Reel ücretlerin yükselmesi ve üretim maliyetlerindeki düşüşün de etkisiyle, araba kullanımı arttı. Henry Ford’un 1908 yılında “herkese bir araba” sloganını ve vaadini ortaya attığı dönem sonrasında otomobil (araba) kullanımındaki artış hızlandı. Araba, kenti “çölleştiriyor”; sosyal yaşamı fakirleştiriyor, insanî yabancılaşmayı derinleştiriyor. Özel araba kullanımının belirli bir eşiği aşmasıyla, kentle araba arasındaki ilişkinin yönü ve mahiyeti değişti. Arabanın kente tabi olması gerekirken, kent arabanın bir “fonksiyonu” haline geldi ki, buna da zaten “fonksiyonel kentleşme” deniyor. “Fonksiyonel kent” (ville fonctionelle) kavramı ilk defa 1933 yılında Atina’daki Modern Mimarlar IV. Uluslararası Kongresinde (CIAM), Le Corbusier tarafından ortaya atılmıştı. Bu kavram, ilerleyen yıllarda kent planlamacılarının, urbanistlerin vazgeçilmezi haline gelecekti. Başka türlü söylersek, araba, mesafeyi kısaltıp uzağı yakın ederken, kent sakinlerinin yaşadıkları (ikamet ettikleri) yerle, çalıştıkları ve sosyal-kültürel olarak kendilerini var ettikleri mekânları birbirinden kopardı. Önce zenginler kent banliyölerine, “yüksek güvenlikli” villalara, rezidanslara taşındı. Onları araba sahibi olabilen orta sınıf taklit edince “uydu kentler” ve AVM denilen devasa alışveriş merkezleri türedi… Arabanın kente uyumlanması gerekirken, kent arabaya uyumlandırılır duruma geldi. Sonuç, kent merkezlerinin değersizleşmesi, kuruması, sosyal-kültürel-entelektüel olarak fakirleşmesi, “çölleşmesiydi”! Artık insanlar evlerinden çıktıklarında gidebilecekleri yer ikiye inmiş bulunuyor; ekseri yürüme mesafesinde olmayan çalıştıkları yer (işyeri) ve alışveriş için gittikleri AVM’ler. Bu, arabanın, insanların coğrafyayla ilişkisini değiştirmesi demek! Aslında “uydu kent”denilen, gerçek anlamda kent tanımına uygun değildir. Bir alana insanları yığmakla orası kent olmaz. Kent, tarihsel, sosyal, kültürel bir “canlı” oluşumdur. Nasıl bir toprak parçasını ağaçlandırmakla orası orman olmazsa, bir yere binalar inşa edip yüz binlerce insanı oraya yığmakla da orası kent olmuyor!
Alışveriş sadece alışveriş değildir, aynı zamanda bir sosyal-kültürel ilişkidir. İnsanî-sosyal bir temas vesilesi ve etkinliğidir. Oysa AVM’ler o ilişkiyi ortadan kaldırıyor. AVM’lerle insan-insan ilişkisi sıfırlanıyor; onun yerini insan-eşya ilişkisi alıyor. İnsanlar şeylere insan dolayımı olmadan ulaşıyor ve bu bir marifet sayılıyor! Başka türlü söylersek, meta ilişkisi ve yabancılaşması derinleşiyor ki, bu da insanın insanlıktan biraz daha uzaklaşması demeye geliyor. Bir AVM’nin herhangi bir reyonundaki insanların tavır ve hareketlerine dikkat edin, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Oradaki bir insan eşyalara, şeylere o kadar odaklanıyor ki, başka insanların varlığından habersiz, onları görmüyor, hissetmiyor; artık farkındalık söz konusu değil! Başka türlü söylersek, AVM’ler; insan ilişkisinin, sosyal ilişkinin sıfırlandığı mekânlar.
Ünlü dramaturg Eugène Ionesco, 1961 yılında bir yazarlar konferansında şöyle diyordu: “Sokaklarda koşuşturan şu telaşlı insanlara bakın. Ne sağa ne sola bakıyorlar meşgul gözlerini köpekler gibi toprağa dikmişler. Karşıya hiç bakmadan dosdoğru yürüyorlar ve fakat kurulmuş bir makina gibi gidecekleri istikameti önceden biliyorlar. Dünyanın tüm büyük kentlerinde durum böyle. Modern evrensel insanın, bu acelesi olan insanın zamanı yok, ihtiyaçların tutsağı, bir şeyin yararlı olmayabileceğini anlamıyor, aynı şekilde yararlının yararsız bir ağırlığı, bunaltıcı bir yükü olabileceğini de düşünmüyor.”
Ionesco’nun bu sözlerinin üzerinden yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçti ve bu zaman zarfında köprülerin altından çok sular aktı… “Büyük kentler” mega-kente, megapole, başı sonu belli olmayan birer ucubeye dönüştü ve AVM’ler saltanatını ilan etti… Ionesco meta yabancılaşmasının bugünkü düzeyini, AVM insanının sefil hallerini görseydi, acaba daha neler söylerdi?
Fakat arabanın kente ve insana ettiği zulüm sadece bundan ibaret değil. Bir kere insanı (araba edinebilenleri) bencilleştiriyor, saldırganlaştırıyor, obeziteyi artırıyor. Direksiyona geçen “sürücü birey” arabanın kapısını kapattığı anda dünya ile ilişkisi kesiliyor. Araba kentin havasını kirletiyor. Özellikle bünyesi zayıf olanlarda astım ve kronik bronşit gibi hastalıkları tetikliyor. “Otomobil”in kelime anlamı, “kendi kendine hareket eden” demek. Araba şimdilerde öylesine bir yabancılaşma ve bağımlılık yaratmış durumda ki, artık tam bir kendi kendini köleleştirme aracına dönüştü. Velhasıl araba yaşam tarzımızı, düşünce tarzımızı biçimlendiriyor. Bireyciliği, rekabet fikrini ve hız tutkunluğunu kamçılıyor.
(FİKRET BAŞKAYA’NIN
“BAŞKA BİR UYGARLIK İÇİN MANİFESTO”
KİTABINDAN)