Kur’an evrensel bir kitapsa, Mekke toplumuna hitap ettiği kadar, günümüz toplumuna da hitap etmelidir. Kur’an’ı muhatap alan bir mü’min, onu kendi yaşadığı zamana bir türlü indiremiyor ve yaşadığı döneme anlatılır kılamıyorsa, vahyi kavramakta zorluk çekiyor demektir.
Kur’an’la sahih bir ilişki kurmadan, onu okuyup anlamadan inanıp inanmama konusuna girmek sağlıklı bir yaklaşım olmasa gerek. Çünkü Kur’an akleden bir insanın kendisini doğal olarak tanıyabileceğini tesbit ediyorsa, o halde aklı terk etmek vahyi terk etmekle eşdeğer tutulmalıdır.
Kur’an’ı anlamak herkesin harcı değil mantığı, yüzyıllardır bu topraklarda yedisinden yetmişine varıncaya kadar herkesin kimyasına kadar işlendi neredeyse. Aslında harcı olan bir şeyi, “değildir” diye üstünü örtmek Allah’a en büyük iftira olsa gerek. Herkesin bu kitabı anlama yetisi ve kabiliyeti var. Çünkü hepimiz akleden ve anlayan kalplere sahibiz. Tabii ki kendi elimizle küfre düşüp anlama yetimize ve anlayan kalplerimize bir mühür vurulmamışsa.
Kur’an’da bahsedilen hakikatler anlaşılması zor, müşkül ve derin hakikatler değildir. Herkesin kendi kapasitesince alacağı dersler mutlaka vardır. Çünkü Kur’an tefekkür edilerek, ona kendimizi teslim ederek okunduğunda anlaşılacaktır ki, okul görmemiş bir ihtiyarla, okul bitirmiş bir delikanlının üzerinde rahatça düşüneceği bir format üzere indirildiği görülecektir.
Bugün Kur’an’ın anlaşılmasında ki en büyük sıkıntı okuma sıkıntısıdır. Okuma derken yüzüne okumayı elbette kastetmiyorum. Bahsettiğim okuma vahiy-tabiat ve insan üçlüsü arasında geçen hadiseleri okumadır. Kamer suresinde kavim kıssaları anlatıldıktan sonra öğüt alan yok mu? diye defalarca sorulur. Aslında yaşanmış bu hadiseleri iyi okuyun, güncelleyerek kavrayın, anlayın ve yaşadığınız çağda bu veya buna benzer bir davranış var ise onlarla mücadele edin denmektedir.
Kur’an’da geçen kıssalara çok kısa göz atacak olursak, mesela Nuh kavminin ileri gelenleri, inanmamalarına gerekçe olarak Nuh’un yanındaki ayak takımı, aşağı sınıf insanları(!) gösteriyorlardı. “Bizim ayak takımımızdan başkasını yanında göremiyoruz.”(11/27). Bu ifade toplumun kastçı/sınıfçı bir toplum olduğunu haber vermektedir. Tarihe ya da uzaklara gitmeye gerek yok. Yaşadığımız şehre şöyle bir baktığımızda bu sınıfsal yapı varlığını canlı kanlı sürdürmektedir. Şehrin bir bölümü (kendilerini yüksekte gören elitlerin yaşadığı bölgeler) bakımlı yolları, parkları, renkli kaldırımları ve spor alanları ile; kalın duvarlar içerisinde güvenlikçisi bulunan siteleri ile; şehrin bir başka yüzü olan ve varoşlar ya da kenar mahalleler diye nitelendirilen yerlerin çarpık yapılaşması günümüzde sınıfsal bir yapıyı gözler önüne sermektedir. Hûd kavminin yüksek tepelere binalar yaparak merhametsiz davranan ve zorbalık yapan (26/128-130) militarist bir toplum olduğundan hiç şüphe yoktur.
Arzı imar etmek ve kayalara evler yapmakla nitelenen Semud kavminin durumu, kontrolleri kendi ellerinde olmayan ve Allah’ın kevnî/tabii bir ayeti olan devenin etrafında şekilleniyordu. Ama deveyi boğazlayarak aslında tabiatın dengesini bozmaya yelteniyorlardı. Tıpkı bugün sanayileşme adına yeryüzünü tarumar eden, eşyayı/tabiatı tahrif eden ve endüstriyel bir topluma tekâmül eden bir düşünce sahibiydiler.
Ticaretle uğraşan Medyen halkı, zengin olmaları sebebiyle güç dengesini kendinden yana kullanıyor ve terazinin kefesi de hep kendilerine çalışıyordu. Ayrıca her yolu tıkayan tüm çıkışları kendi istikametlerine çeviren ve Allah’ın haramlarını hiçe sayan bu toplum bugünkü tabirle tam bir kapitalistti.
Lut kavminin özelliklerine (hazcılık) değinmeyeceğim ama İbrahim’in kavmine mutlaka değinmem gerekecek zira sanki hala İbrahim’in kavminde yaşıyoruz. Kendi aralarında bir sevgi oluştursun diye taptıkları putlar bugün yine varlığını farklı isimler altında sürdürmektedir. Her tarikat mensuplarının ısrarla peşinden koştuğu ve kendilerini huzura kavuşturacaklarına inandıkları mürşit ya da şeyhler, İbrahim’in kırdığı putların kırıntılarından başka bir şey değildir. Bugün yeniden filizlenmiş, yeniden dal budak salmış bu putperest anlayış, bu sefer baltaya el koymuş, Allah adına mü’minlere vuran teokratik bir baltaya dönüşüvermiştir.
Kur’an’da anlatılan bu vasıflar, üç şey etrafında şekillenir. Bunlar ya kavimlerin temel vasıfları, ya elçilerin onları eleştirme sebepleri ya da kavimlerin elçileri reddetme sebepleri olmaları bakımından hem o kavimleri hem günümüz modern insanını kritik etmede önem arz etmektedir. Kur’an’da anlatılan bu kavimler özellikleri ile dünyadaki geçmiş ve gelecek tüm insanlığı resmetmektedir. Dolayısı ile bu kıssalar hayli zaman ve mekan üstüdür. Yani modern batı dili ile evrenseldir. Sınıfçı, hazcı, militarist, kapitalist, muhafazakar/teokratik kavramlar modern kavramlar olmakla beraber bunlar insan doğasında var olan belli evrensel ya da fıtri davranış biçimleridir. Bunların hepsine birden Kur’an, fücur adını vermektedir ve bu davranışlar insan var olduğu sürece var olacaktır.
Kıssaları çoğaltmak mümkündür, Yusuf, Yunus, Kehf, Fravun, İsrailoğulları… Her biri yedinci asırda hatırlatılmasına rağmen günümüze de olanca canlılığı ile sadece isim değiştirerek varlıklarını sürdürmektedir. Olmayan tek şey bu vasıfları bulunduran insanlara nebevi bir haykırışla tepki koyacak insanların olmayışları.
Kur’an, dikkatli okunduğunda bir toplumun isteklerine cevap olduğu anlaşılacaktır. Cevap olsun diye inen bir ayeti sevap olsun diye okumak durağan, pasif, hayatın dışında bir toplum meydana getirmekten öte bir şey getirmeyecektir. Kur’an anlaşılmak, güncelliğini göstermek için tefekkürî okuyuş biçimini şart koşar.
Sahih bir tefekkür okuyuş biçimi sonunda kişi, kendi çıkarımlarından ziyade Kur’an’da bulunan gerçeğin akletmenin dışa vuran tezahürleri olarak görülür.
Doğal olarak Kur’an’ın içerisine girmenin, ona açılmanın, ona bağlanmanın ön şartı tefekkürden başka bir şey değildir.