İnsanın akidesini oluşturmada bilginin kaynağı sorunu aşılmadan hayatın içinde bir karakter oluşturmanın imkansız olduğunu düşünüyorum. Doğal olarak yeryüzünde var olan her bir karakter kendini inşa eden bir dine/ideolojiye dayanır. Bizim burada ele aldığımız husus müslümanın bilgi kaynağının ne olması gerektiğidir. Allah’ın Bakara suresi 213. ayette belirttiği gibi kitabın gönderiliş amacı insanların ihtilafını çözmek maksatlıdır. İhtilafı çoğaltan değil çözen bir kitap olması nedeni ile müslümanlar arasında bir hakem pozisyonundadır ve son söz ona aittir. Öyleyse bizim esas alacağımız, her şeyi ona arz ettikten sonra inanacağımız ya da reddedeceğimiz bir kaynak olması nedeni ile tek kaynak olmak durumundadır.
Bu kaynağa ters düşmeyecek şekilde ve dinde teşrii yani şeriat belirleme pozisyonu almadan hadisler, alimlerin düşünceleri ve gelenekten istifade edilebilir. Akidede tek kaynağın kabul edilmesi tevhid konusunda tek tip bir insanın yetişmesini de sağlamış olur. Tevhid denilince ne anlaşılması gerekiyorsa kendini vahiyle inşa edenler onu anlamışlar demektir. Öyleyse bunca insan kendini vahiyle inşa ettiği iddiasında iken neden tevhid denilince aynı şeyi anlamıyorlar sorusu herkesin aklına gelecektir kuşkusuz. Haklı bir sorudur. Burada tevhid söyleminde bulunan kimseler gerçekten vahyi tek kaynak olarak almışlar mı yoksa reel politik okumalar, geleneğin etkisi, hadis olduğu söylenilen sözler vb. unsurları da bu kaynağa dahil etmişler midir? Ayrıca bilginin işleniş süreci nasıl gelişmiştir?
Kur’an kuşkusuz bir çok kavramı içinde barındıran bir kitaptır. Kur’an’ı kavramsal olarak iyi anlamak ve kitabı kendi bütünlüğü içinde tanımak esastır. Genelde yapılanlar kitabı parçalara ayırarak insanın kendi düşüncesini kitaba onaylatma çabasıdır. Yani Kur’an tek kaynak olarak kabul edilse dahi bilginin işleniş aşamasında mezhebi, cemaatsel ve politik okumalar yapıldığından yine istenilen hasıl olmamaktadır. Her insan içinde doğduğu gelenekten koparak bir okuma yapamamaktadır. Geleneğimizden mutlaka parçalar taşırız hayatımıza. Ne var ki Kur’an ilk nesile yeni bir gelenek inşa ettirmiştir. Biz buradan hareketle yüzde yüz Kur’an’ı merkeze alarak geleneğimizi sorgulayıp atılması gerekenler varsa çok cesur bir şekilde atarak, tartışmamız gereken yanlar varsa çok cesurca tartışarak yeni bir gelenek inşa etmeliyiz. Bu inşa süreci manayı merkeze almaktan çok maksadı hasıl etmek üzere olmalıdır. Yani Kur’an düşmana karşı besili atlar hazırlamamızı emrederken nasıl ki bu ayeti yirmi birinci yüzyılda at yetiştirmek olarak anlamıyor düşmana karşı onları caydıracak bir gücü elimizde bulundurmayı anlıyorsak diğer ayetleri de maksadına uygun anlamamız gerekiyor.
Bilginin kaynağı sorununun çözülmesi insanın ontolojik değerini de belirler. İslam’a göre insan yaratılmadan önce mahiyeti belirlenmiştir. Varoluşçu felsefeye göre ise insan yaratıldıktan sonra zaman içinde kendi mahiyetini belirler. Kendine göre iyi/kötü, güzel/çirkin tanımlaması yaparak hayatını onun üzerine inşa eder ve doğru olan da budur der. Adem’in halife tayin edileceği bilgisi Adem’in yaratılışından önce meleklere arz edilmiştir. Allah Âdem’e vahyederek eşyanın mahiyetini öğreterek hayatın bir nevi kullanma kılavuzunu ona vermiştir. İnsanoğlu aldığı bu sorumluluğu vahiyden öğrenmiştir. Öyleyse yaşamının maksadını vahiy belirlemekte ve Allah’ın insana öğrettiği vahiyle hayatını inşa etmek durumundadır. Artık bizim için iyi/kötü, güzel/çirkin, tevhid/şirk, alim/tağut, mümin/kafir, helal/haram vs. tüm tanımlamalar vahiy merkezli olmak zorundadır. Kendi mahiyetini vahiyden alan bir insanın gelenekçi, mezhepçi, tasavvufçu, demokrat, laik, seküler, modernist olma ihtimali olmaz. Çünkü vahiy insanı mümin, müslim olarak tanımlamıştır. Eğer bu tanımlamayı vahyin dışında başka vahiyler kabul ederek yapacak olursak tarihte ve şimdilerde olduğu gibi mümin/kafir arasında hiç bir sınır bırakmayarak her şeyi meşru ve herkesi mümin olarak görme sapkınlığına düşeriz.
İslam inancının merkezini oluşturan tevhid akidesinde sana göre tevhid böyle bana göre ise böyledir anlayışı asla kabul edilemez. O senin dindeki yorumun bu da benim yorumum cümlesi asla kendine zemin bulamaz. Çünkü tevhid akidesinin sınırları çok net biçimde çizilmiştir. İnsanı terbiye eden Rab olmalıdır ve onun üzerinde tek kanun koyucu Allah olmalıdır ve insan kul olduğunun sürekli olarak farkında olmalıdır. Böylelikle herkes haddini ve yerini bilmelidir. Kur’an tek kaynak olarak kabul edildiğinde reel politik okumalar her ne kadar kendini çağı anlama iddiasıyla bir yere koysa da vahiy onun üstünde bir makama kurulur ve çağa da çağın insanına da buyruklarını sıralar.
Kur’an, insanın yaratılış aşamasından itibaren onu bir ilimle inşa eden, ona yaratılış maksadını öğreten ve bunları hangi aşamalardan geçerek yapacağını aşama aşama gösteren bir kitaptır. Vahiy hayatın içinde asla bir boşluk bırakmamıştır. Var olan tüm boşlukları doldurarak insanın mazeret üretme ihtimalini sonlandırmıştır. Mesela vahiy için her şey ya siyahtır ya da beyaz. Arada gri tonlar barındırmaz. Vahiy çok net tanımlar yapar nihai sonuç olarak bir kimse ya kafirdir ya da mümindir. Ya cennetle mükafatlandırılır ya da cehennemle cezalandırılır. Olması gereken de budur. Çünkü vahiy iman eden bir insanı inşa etmek ister, onun için gerekli tüm doneleri insana vermiştir. Vahyin insan tarafından yaşanabileceğini ona göstermek için usvetün hasene (güzel örnek) olarak resulleri insanların içinden göndermiştir. İnsan kendisine verilen onca bilgiler ve yol göstericilere rağmen eğer inkarda diretiyorsa cezayı hak etmiş demektir. Vahiy kaypak insan inşa etmez ama vahyin dışındaki şeylerle inşa olunmaya kalkışılırsa her ne yaparsan yap nasılsa cennetliksin anlayışı insanı bukalemun yapar. Sınırlar kaybolur, doğru ile yanlış, hak ile batıl birbiri içine girer.
İnsan yaşamını hangi inanç esası üzerine kuruyorsa o inancın belirleyicisi olan kitaba göre hayatını dizayn eder. İslam inancı Kur’an üzerine inşa olunur ve akideyi belirleyen tek kaynak odur. Onun için Allah kendisine kulluk yapılırken bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği gibi Allah’ı zikredin, onun öğrettiği gibi ondan sakının gibi ayetleri vahyeder. Öyleyse O’nu nasıl anmamız gerektiğinden tutun da, nasıl sakınmamız gerektiğine kadar tek kaynağa ihtiyaç hissetmekteyiz. Varoluşumuzu anlamamız, kendimizi varoluşumuza uygun dizayn etmemiz ve bize emredileni nasıl/hangi aşamalardan geçerek yaşayacağımızı bilmemiz ancak tüm insanlığa gönderilen tek kaynağı okuyup anlama gayretimizle mümkündür. Bu aynı zamanda cem olmamız, ümmet olmamız için de en zorunlu koşuldur. Aksi takdirde yeryüzünde parçalara bölünmüş bir topluluk olarak yaşamamız ve birbiriyle sürekli çatışan kimseler olmamız mukadder olur.