Fikret Başkaya
“Sade yaşa ki, başkaları da
sade bir yaşam sürdürebilsinler.”
Gandi
Hiçbir zaman bu kadar zenginlik olmadı, hiçbir zaman bu kadar yoksulluk da olmadı. Zira kapitalist üretim tarzının geçerli olduğu bir dünyada, yoksulluğu artırmadan zenginliği artırmak mümkün değildir. Bu yüzden, her ileri aşamada zenginlik-yoksulluk uçurumunun derinleşmesi kaçınılmaz. Üretim artışı demek, tüketim artışı da demek ve tüketim çılgınlığı artık insan havsalasını zorlayacak boyutlara ulaşmış bulunuyor. Lâkin yeteri kadar tüketemediği için açlık, yoksulluk ve sefaletle cebelleşenlerin sayısı da hızla artmaya devam ediyor… Tüketimin eski dildeki karşılığı, istihlak; helak kelimesinden türeme. Helak, mahvolma, ölme, harcanma gibi anlamlar içeriyor. Kapitalizmin geçerli olduğu durumda, sınırsız tüketim eğilimi ve davranışı geçerlidir; ama bu, başka bir sınırsızlığın doğrudan sonucudur. Kapitalizm demek, sınırsız üretim eğiliminin ve dinamiğinin geçerli olması demektir.
Tüketim masum değil!
Bilindiği gibi, “mutlak ihtiyaçlar” denilenler yeme-içme, giyinme ve barınma üçlüsünden ibaret. Bir de insanı diğerlerinden, ötekilerden “farklı” yapan, “farklı gösteren”, “ayıran” gösteriş saikiyle yapılan tüketim var. Şimdilerde işlerin sarpa sarması, toplumun ayrıcalıklı kesimlerinin “farklı olma saikiyle” yaptıkları tüketimin sonucu.
Kısır sınıfın gösteriş saikiyle yaptığı tüketimin sonuçlarına ilk defa Norveç asıllı Amerikalı iktisatçı Thorstein Veblen, 1899’da yayınlanan Kısır Sınıfın Teorisi adlı eserinde dikkat çekmişti. Veblen, dönemin “yaşam tarzını” belirleyenin üst sınıf olduğunu ileri sürmüştü. J. M. Keynes de, 1930 yılında yazdığı Torunlarımızın Ekonomik İmkânları adlı eserde şöyle diyordu: Her ne kadar insan ihtiyaçları doyurulamaz görünse de, iki grup ihtiyaçtan söz edilebilir: “Bir kere ve öncelikle mutlak ihtiyaçları var, içinde yaşadığımız koşullar ne olursa olsun, hepimiz için geçerli olan ihtiyaçlar; bir de göreli ihtiyaçlar var, bunlar tatmin olduğu durumda diğer yurttaşlardan kendimizi üstün görmemizi sağlayan ihtiyaçlardır.”
Tüketim “masum” değil zira Jean Baudrillard’ın da ifade ettiği gibi, sosyal ilişkileri şekillendiriyor ve genel kanının aksine, sadece temel ihtiyaçları karşılamanın bir aracı değil. Hem insan yaşamının hem de doğanın temelini aşındırıyor. Doğal olanı yok ediyor, onun yerine “yapay” ilişkiler peydahlıyor. Tüketimin yegâne ereği ve varlık nedeni tüketicinin “farklı olduğunu” kanıtlamaktır. “Farklı” olunduğu inancını pekiştirmektir… Jean Baudrillard’ın ifade ettiği gibi, tüketim toplumu önce birtakım şeyler, nesneler üretiyor ve varlığını sürdürebilmek için ürettiklerini yok ediyor… Ve sürekli tekrarlanan yenilenme, insanlarda bolluk, zenginlik düşüncesini güçlendiriyor ve insanın maddi olana bağımlılığı daha da artıyor… Netice itibariyle tüketim, bireyin şu veya bu sınıfa aidiyetini, mensubiyetini belirliyor, statüsünü belirginleştiriyor. Velhasıl insanlarda, mutluluğa giden yolun, daha çok şeye sahip olmaktan geçtiği düşüncesi yerleşiyor.
İnsanlar her seferinde farklılıklarını, biricikliklerini kanıtlamak için daha çok satın almaya, daha çok tüketmeye yöneldikçe, bireycilik derinleşiyor, topluma yabancılaşma katmerleniyor… Başarının yegâne kriteri, sahip olunan şeylerin büyüklüğü; mümkünse de “biricikliği” ve başkalarının sahip olmadığına sahip olma arzusu. Velhasıl “farklı olma” saplantısı, VIP olma isteği, insanı insanlıktan çıkarıyor. Artık neoliberal küreselleşme çağında, yurttaşın yerini de tüketici alıyor… Tüketimcilik, yaşamın yegâne ereği mertebesine yükseltilince, tüketim toplumunun bir tür “hâkim ideolojisi” haline geliyor. Bunun anlamı, insanların toplumsal yaşamın temel sorunlarına yabancılaşmasıdır… Artık felsefi, politik, etik, moral değerler hiçbir ilgi, merak ve kaygı konusu değil. O zaman insanı insan yapan hasletler, işte “sağduyu” artık ortalıktan çekiliyor.