Başlığımızdaki soruya verilecek cevap, bir anlamda kolay, fakat işin ciddiyetini bilenler açısından da çok zor. Hiçbir sorumluluk duymadan, vereceğimiz cevabın ucu nerelere uzanır endişesi/kaygısı taşımadan vereceğimiz cevap; kolay cevap olacaktır. Fakat sorumluluk bilinci taşıyorsak ve inandığımızı söylediğimiz Peygamber bizim için örnekse (ki öyledir); işte o zaman yakıcı bir soruyla karşı karşıyayız demektir. Ağzımızdan çıkacak her kelimenin artırma veya eksiltme olabileceğini hesaba katarak konuşmalıyız. Hakkında milyonlarca söz söylenmiş, yüzlerce eser yazılmış ve kıyamete kadar hayatın merkezinde olacak olan bir İslam Peygamberinden(as) bahsediyoruz. Kanaatimiz odur ki nasıl bir Allah’a inanıyoruz sorusuna doğru cevap verilirse, nasıl bir peygambere inanıyoruz sorusuna da doğru cevap verilmiş olacaktır. Doğru bir Allah tasavvuru, arkasından gelecek tüm iman esaslarını da doğru yöne yöneltecektir. Buradan hareketle, müminler için Allah tarafından örnek gösterilen Peygamber (as)’ı bir boyutuyla Kur’an’dan tanımaya çalışalım. Bir boyutuyla diyoruz, çünkü çok yönlü tanımalar ve tanıtmalar mümkündür. Tüm yönleriyle Allah’ın elçisini tanıtmak gibi bir iddiamız zaten yok.
“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe/ 128)
‘İnandığımız Peygamber’i en iyi tanıyan kimdir?’ sorusuna tereddüt etmeden vereceğimiz cevap, hiç şüphesiz ‘Allah’ olacaktır. O halde Allah Rasülünü tanımanın en doğru yöntemi, Kur’an’ı doğru okumaktan geçer diyoruz. Bir insan, başka bir insan hakkında bilgi verirken, verdiği bilgi eksik veya fazla olabilir. Gereksiz tanımlamalar yapabilir. Biz kulların yaptığı lüzumsuz övgü ve yergiler, hakikati ortaya koyan değerlendirmeler olmayabilir. Ancak bu övgü, kâinatın tek sahibi olan Allah tarafından yapılmışsa; hiç kimsenin söyleyecek bir sözü olamaz. İşte inandığımız Peygamber, Allah tarafından bize bu şekilde tanıtılıyor. Müminlere karşı şefkat ve merhametin sembolü olarak örnekliğini ve önderliğini ortaya koyuyor. “Sana uyan müminlere (merhamet) kanadını indir.” (Şuara/215)
Gerçekten düşündüğümüz zaman, insana iç çektiren bu ilahi sözler/ayetler karşısında insanın mum gibi erimesi gerekir. Rahman ve Rahim olan Allah’ın, bu kavramları Rasulü için cömertçe kullanmasının nedeni, Allah Rasulünün kişilik inşasını bizzat Rabbimiz’in gerçekleştirmiş olmasıdır. Bir annenin yavrusuna olan şefkati, onu kanatlarının altına alması ve her türlü tehlikeden korumaya çalışmasını düşünelim… Peygamber’in (as) de müminlere karşı düşkün olması, onlara kol kanat germesi, müminlerin sıkıntıya düşmesi halinin ona çok ağır gelmesi; ümmetine duyduğu şefkat ve merhametin köklerinin çok derinlerde olduğunu anlatıyor bizlere. Modern insan bunu ne kadar anlar bilemiyoruz. Zaten bu derin kavrayışı günümüz insanı kavramış olsaydı, bugün İslam coğrafyası farklı bir konumda olabilirdi. Diğer taraftan elçisini bize bu şekilde tanıtan Allah, kendisini de bir anlamda tanıtmış oluyor.
Çünkü merhametin tek kaynağı, âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Bundan dolayıdır ki, Rabbimizin de Rasulüne kol kanat germesi söz konusudur. Duhâ suresinin 6-7-8. ayetlerinde geçen; “O, seni yetim bulup barındırmadı mı? Şaşırmış bulup da yol göstermedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi”? İfadelerinden tam da bunu anlıyoruz. Allah’ın Peygamberine kol kanat germesi, onun üzerine şefkat, merhamet ve rahmetini indirmesi söz konusudur…
Şanı yüce olan Rabbimiz, bir ayetinde müminlere hitaben şöyle buyuruyor: “Allah ve melekleri Peygambere salât ederler. Ey inananlar! Siz de ona salât edin ve kendinizi O’nun rehberliğine tam bir teslimiyetle terk edin”. (Ahzab/56) Muhammed’e (as) yardım ettiğini, meleklerin de ona yardım ettiğini ve inananların da yardım etmesi gerektiğini söylüyor. Müminlere karşı bu kadar duyarlı ve Allah’ın omuzlarına yüklediği yükü en iyi şekilde taşımaya çalışan Nebi (as) ödülün en güzelini alıyor. Eğer o seçilmiş ve örnek bir şahsiyet olmasaydı, Allah onun için böyle bir duayı (desteği) bizden istemezdi. Bu Allah’ın yasası gereği, Muhammed(as) ve onun gibi seçilmişlere verilen vaadin yerine getirilmesidir. Onun yanında yer alarak, ona destek olarak, onun getirdiği davaya sahip çıkarak, bizlerden safımızı belirlememizi istiyor. Tüm Müslümanlara verilen bu emirle, onun bizim için ne kadar kıymetli ve değerli olduğunu; Peygambersiz bir din olamayacağını kafamıza ve kalbimize kazıyor adeta…
Allah’ın ayetlerinde öyle bir denge var ki; Peygamber (as)’i bize övgüyle tanıtan Rabbimiz, aynı zamanda Allah Rasulü’nün sonuçta bir insan olduğunu da unutmamamızı istiyor. “De ki: Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Ben size meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? (En’am/50). Hemen akabinde şöyle bir ayeti daha hatırlayalım:
“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Bana, İlahınızın tek bir İlah olduğu vahyolunuyor. Artık O’na yönelin, Ondan bağışlanma dileyin ortak koşanların vay haline!”(Fussilet/6)
Kur’an’da Allah ve Rasülü’nün yan yana zikredilmesi, konumlarının aynı olduğu anlamına gelmez. Sanki bu yüzden, Rabbimiz Peygamberimize kendi ağzıyla söylettiriyor ki; bir takım sapkın insanlar, Allah’ın muradını farklı yerlere çekmesin. Yani, Allah’tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceğini, gönderilen elçinin biyolojik anlamda bizim gibi bir beşer olduğunu ve onun bizlerden farkının, Allah’tan kendisine vahyedildiğini insanlara tebliğ etmesi olduğunu anlatıyor.
Vahiyle kuşanmış bir şahsiyet Allah’ın hakkına tecavüz eder mi? O ahlak ve edep abidesi hiç sınırları zorlar mı? “Gözü kaymadı ve sınırı aşmadı”. (Necm/17). Sınırları aşmayan, kendi konumunu bilen bir Peygamber… Bu ifadelerden, Allah Rasulü’nün, Allah’ın ayetlerini nasılözümsediği ve Allah’ı gereği gibi tanıdığı anlamı çıkar. Çünkü bir Peygamber, Allah’ın çizdiği sınırları aştığı anda helak olacağını çok iyi bilir. Rabbin terbiyesinden geçen bir Rasul O’nun öğrettiği ahlak yasalarını çiğner mi?
Peygambere olan bağlılığımız, sadakatimiz, ona olan muhabbetimiz; asla ve asla Allah’tan ayrı düşünülemez. Fakat hiçbir zaman aynı da değildir. Ona olan sevgimiz onun putlaşmasına vesile oluyorsa, böyle bir düşünceyi ne Allah kabul eder ne de Allah’ın Rasulü…
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir”. (Âl-i İmrân /31)
Allah’ı razı etmenin yolunun Peygamber’e uymaktan geçtiğini, yukarıdaki ayetten net bir şekilde anlıyoruz. Allah’a karşı sorumluluğumuzu öğreten Kur’an, Peygamber’e karşı davranış ve ahlak kurallarını da bize öğretiyor.
“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üzerine yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider”. (Hucurat/2)
“Allah’ın elçisinin yanında seslerini kısanlar gönüllerini Allah’ın saygıyla sınadığı kimselerdir. Onlara bağışlanma ve büyük bir ecir vardır.”
“(Ey Muhammed) Sana odaların ötelerinden seslenenlerin çoğu, aklı ermeyen kimselerdir. Eğer onlar, sen kendilerinin yanına çıkıncaya kadar dayansalardı, bu onlar için daha iyi olurdu. Allah bağışlayandır acıyandır.” (Hucurat /3-4)
Bu ayetlerden Peygamber’in (as) Allah katında ve Müslümanlar için neyi ifade ettiği çok iyi anlaşılıyor. Allah’ın Rasulü, bedevi zihniyetle biraz zor anlaşılır kanaatindeyiz. İnsanoğlu tarihin her safhasında Peygamber’leri anlama adına; onları ya yarı ilah konumuna yüceltiyor veya sıradanlaştırıp örnekliğini yok sayıyor. Bu yaklaşımdan şiddetle kaçmamız gerek. İşte ifrat ve tefrit denen iki uç nokta bu olsa gerek… Her iki aşırı düşünceden Allah’a sığınıp vasatı yakalamak zorundayız.
Ne garip ki insan, dünyanın en kıymetli hazinesine sahip olduğunun farkında bile değil. Oysa Müslümanlara karşı bu kadar merhametli ve bu kadar duyarlı olan bir Peygamber; ümmetinin ayağına bir diken batsa kendisi acı çekiyor. Ümmetini cehennem ateşinden uzak tutmak için var gücüyle mücadele ediyor. Bundan daha şerefli bir davranış biçimi olabilir mi?
Peygamberi gereği gibi tanımanın yolu, gerçekten Allah’ı ve onun vahyini doğru anlamaktan geçer. Çünkü Peygamberi en iyi tanıtan, Allah’ın kitabı Kuran’dır. Rivayetlere daldığınızda, onu ya putlaştırırsınız veya sıradan bir insan, basit bir postacı konumuna indirirsiniz. (Her ne kadar doğruları olsa da) büyük çoğunluğu yanlışlarla dolu olan rivayet kültürü, Peygamber’i Kur’an’dan ve Müslümanlardan koparıp insanüstü bir konuma yerleştiriyor. Oysa bu yaklaşım tevhid akidesini tahrif eder, eşyayı ait olduğu yere koymamak da zulüm olur. Allah’ın koyduğu yasalar (sünnetullah) yerli yerince olmalı ki tevhid akidesi herhangi bir zarar görmemeli.
Tekrar başlığımıza dönecek olursak. Bizim inandığımız ve Kur’an’ın bize öğrettiği Peygamber’i, kısaca şöyle anlıyoruz/tanımlıyoruz; Allah’ın birliğine (yani tevhid akidesine) leke sürmeyen/sürdürmeyen, bu konuda asla taviz vermeyen, dünya ve ahiret hayatını bir bütün olarak düşünen, tefekkürü/tezekkürü hayatının merkezine alan ve dünyevi menfaatler karşısında, “ayı sol elime güneşi de sağ elime koysanız vallahi davamdan vazgeçmem” diyecek kadar güçlü bir imana sahip olan örnek bir Rasul… Yani, kendi yaşadığı dönem içerisinde -günümüz tabiriyle- laik ve demokrat düşünceleri asla bünyesinde barındırmayan, bu düşüncelerle ne ümmetinin ne de kendisinin hayatını kirletmeyen ve sadece vahyedilene uyan, küfre karşı kıyama duran bir Peygamber…
Bugün İslam’ı kendisine dert edinen dava adamlarının, aynı netlikte olması gerekmez mi? Hemen herkesin bu soruya, ‘Tabi, öyle olması gerekir’ şeklinde cevap vereceğini tahmin ediyoruz. Peki, bu cevabı verirken vicdanlar rahat mı? Vicdanlarımız rahatsa, aziz İslam’ın önüne ve arkasına getirdiğimiz izimler neyin nesi?
İslam’ın ilk yıllarında nasıl bir Allah’a inanıyorsa, yirmi üç yıl sonra da aynı Allah’a inanan, ilkeli, adaletten asla sapmayan, düşünen, akleden, az gülen, lüzumsuz konuşmayan, diğer insanların dertleriyle derlenen, gelecek endişesi taşımayan, insanlara karşı çok cömert, fakat savurganlığı sevmeyen, vakar ve tevazu sahibi, Allah’ın dinini tebliğ ederken son derece tutarlı ve dün yanlış dediğine bugün doğru demeyen (yani günü birlik değişmeyen, yani Allah’ın tedrisatı rahlesinden geçen bir usvetun hasene…
Müstekbirler karşısında asla eğilmeyen, küfre karşı amansız mücadeleci, asla öldürme heveslisi olmayan, tam tersi ölü ruhları diriltmek için gecesini gündüzüne katan, gerektiğinde de kılıcını kuşanan bir Allah elçisi…
Tüm servetini Allah yolunda harcamaktan çekinmezdi. Yol arkadaşları malının tümünü Allah yolunda feda etse buna asla razı olmaz, bir kısmı almakla yetinirdi.Tek derdi insanlığın ve ümmetinin kurtuluşu idi. O da bir insan olarak zaman zaman yanlış yapardı. Ancak Rabbi onu uyarır hatasını telafi ederdi. Çünkü o bir insandı. Dalanlarla birlikte asla dalmazdı. Bilakis dalanları uyarırdı. Basireti açık, ince ruhluydu. Ama gaybdan haber vermezdi. Yani Allah’a ait olan sınırları çiğnemezdi. Çarşıda pazarda gezer, yemek yer, eşleriyle yatardı. Asla şehvetinin esiri değildi. Hasılı; o bir insan, bir lider, bir eş, bir baba ve bir dede idi. Yani içimizden birisi. Bu yüzden örnek gösterildi. Ümmetinin önünde bir kalkandı. Onlarla sevinir onlarla üzülürdü. Onlarla istişare eder ve görüşlerini alırdı. Konuşunca kendi hevâsından konuşmazdı. Allah vahyinde ne demişse onu ölçü alırdı… Sonuç olarak o; ilahi adaletin teorik (Kur’an) dünyasından, hayatın pratiklerine açılan yaşayan bir sünnetti.
Selam olsun Allah’ın Rasûl’ü’ne ve selam olsun onu hayatlarında örnek alanlara