Erol Göka’nın kitabından bahsetmek istiyorum sizlere. (Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları, Kapı yay. Kasım-2016, İstanbul).
Erol Göka 1959 Denizli doğumlu bir psikiyatri profesörü. Yeni Şafak gazetesinde düzenli olarak yazmaktadır.
Kitap dört bölümden oluşmakta. Birinci bölüm, Kimlik Kişilik Fanatizm başlığını taşıyor. İkinci bölüm Manevi Topluluklar ve Psikolojik Sağlık; üçüncü bölüm İslam’a ve Müslümanlara Bitmeyen Öfke; dördüncü bölüm ise ‘Çare’yi anlatıyor; Çare: Demokrasi Hoşgörü Değerler Eğitimi.
Kitabın önsözü Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2014’te yaptırdığı ‘Türkiye’de Dini Hayat Araştırması’nın değerlendirmesiyle başlamaktadır. Araştırmaya katılanların %99.2’si İslam dinine mensup olduklarını belirtmişler, bunların da mezhep dağılımları şu şekildeymiş: %77,5’i Hanefi, %11,1’i Şafii, %0,1’i Hanbeli, binde üçü Maliki, %1’i Caferî; hiçbir mezhebe mensup olmayanların oranı ise %6,3. Ankete göre beş vakit namazını kıldığını belirtenlerin oranı %42,5; “sağlığım elverdiği ölçüde ramazan orucunu tutarım” diyenlerin oranı %83,4; çocuklarını İslamî hassasiyetlere göre yetiştirdiğini belirtenlerin oranı %87,1.
Erol Hoca bu sonuçları abartılı bulup, “acaba Teravih namazından çıkanlara mı uygulanmış?” diye şaşıracak olanlara hitaben, “mesleğim gereği, toplumumuzun fertlerini yakından tanıma imkanı bulan birisi olarak ben şaşıranlardan değilim” diyor.
Diyanet’in anketinden ziyade, çıkan bu sonuçları sayın Göka’nın ‘normal’ karşılaması beni biraz şaşırttı doğrusu.
Burayı geçelim.
Bir psikiyatri hocasının sosyal ve siyasi meselelere, İslam merkezli tartışmalara bakışını ben çok önemsiyorum. Bu saikle Erol hocayı takip etmeye çalışıyorum. Bu cümleden olarak fanatizm üzerine yaptığı tahliller okunmaya değer. ‘Politik Paranoya’ tabirine getirdiği eleştiri de makul görünmektedir.
Erol Göka’nın yazılarında ‘mehdi-mesih’ kavramlarının ciddi bir yeri vardır. Mehdi-mesih iddiasıyla ortaya çıkanların psikolojik yapılarına ilişkin tahlilleri kayda değer. Bu içerikte bir konferansını da dinlemiş ve istifade etmiştim. Fakat müellifin tasavvufî terimleri Kur’an ışığında, hakkaniyetli şekilde tartıp analiz edebildiğini söylemek zor. Bu yüzdendir ki, mesela tasavvufun insan-ı kâmil gibi terimlerine değinip geçmesi, bu gibi terimlere, ‘mehdi’ye yaklaştığı gibi yaklaşmamış olması önemli bir eksiklik olsa gerektir.
Tasavvuf, Modern Psikiyatri ve ‘Demokraside Derinleşme’
Erol Göka anlatıyor: 1990’ların başında, henüz yeni Psikiyatri uzmanı olduğu sırada, meslektaşlarıyla bir ‘dost meclisi’ndedir. Mecliste yoğun şekilde ‘modern psikiyatri’ eleştirisi yapılırken, dayanamaz, eleştiriyi biraz ‘insafsızca’ bulur ve modern psikiyatrinin de gerekli olduğunu söylemeye çalışır ve şöyle bir cümle kurar: “Mesela siz mürşit bellediğiniz insanın akıl sağlığından emin misiniz?”
Göka diyor ki, mecliste buz gibi bir hava esti ve bazı dostların sağduyusu sayesinde başıma bir şey gelmedi, sohbet başka alana kaydı.
Sayın Göka, demokrasiye, hak ve özgürlüklere ilişkin bakışımdaki ‘derinleşme’ sandığım [“ki inşallah öyledir” demeyi de ihmal etmiyor] değişme nedeniyle, şimdi olsa böyle söylemezdim diyerek, o günkü çıkışıyla ilgili bir özeleştiride bulunuyor.
Hatırlayacak olursak, Göka’nın kitabının başlığı, ‘Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları’ idi. Mutedil Müslümanlar… Mutedil İslam… Anlaşılan, Erol Bey o gün ‘mutedil Müslüman’ kalıbına pek sığmamaktadır ama ‘demokraside derinleşmiş’ olarak şimdi geldiği nokta, artık bu kapsamdadır.
Oysa işte bu ‘mutedillik/itidal’ kaygısı(!) bu topluma bir FETÖ fitnesini yaşattı. Son birkaç yıl içerisinde bu sapkın örgüt kendisini ele vermeseydi, herkes onların ‘mutedil müslüman’ olduklarına itikat etmiyor muydu? Erol Göka da kitabında bu fitneye dair epeyce analizler yapmış bulunmaktadır. Onun, 1990’ların başında (27 sene evvel) sorduğu soru ne kadar da yerinde ve FETÖ gibi belaların şerrinden korunmanın belki de ilk giriş kapısıdır; İslam’ı doğru anlamanın, tevhidle şirki birbirinden ayırt etmenin de ilk adımıdır belki: “Siz, mürşit bellediğiniz insanın akıl sağlığından emin misiniz?”
Sorunun muhatapları neden surat asıyorlar? Çünkü yara var ve yara gocundurmaktadır. Akıl sağlığı yerinde olmayan bir yığın ‘mürşit’, kitlelere çobanlık yapmaktadır. Mürşit bellenen nice insanların, Allah’ın uyarı ve öğütleri, Rasullerin sîretleri ışığında inanç ve amellerinin; ahlak, siyaset anlayışı ve dünya görüşlerinin iyice tartılması, sıkı bir şekilde muayene edilmesi acaba kime ne kaybettirir?
Göka, batı toplumlarında Jim Jones’un ‘İnsanlık tapınağı’, David Kohen’in ‘Kıyamet Çiftliği’ gibi, liderinin bir tek sözüyle onlarca kişinin intihar ettiği tarikatlara atıf yapıyor. Bizde de bir meczubun hezeyanlarıyla bir nevi intihara teslim olan yüz binlerden oluşan FETÖ örneği var ama modern haşhaşiler sadece bunlar mıdır? Demek ki böylesi bir haşhaşi tarikatın/cemaatin deşifre olması ve kitle halinde onu toplumsal çapta linç etmemiz için illa ki yeni yeni 15 Temmuz’lar olması beklenecektir ki bunu aklı başında olan hiç kimse temenni etmez.
Buradan sözü, Hasan Sabbah’tan önceki haşhaşilere getirelim. Erol Göka, Dr. Murat Beyazyüz’ün araştırmalarından iktibaslar yaparak, 2500 yıl önceki haşhaşilere değinmektedir. Pythagoras’ın, M.Ö. 530’da (Milet Okulu ortadan kalktıktan sonra) Kroton şehrinde ortaya çıkan cemaati bunlardan biri. Kendi adıyla anılan bir düşünce/felsefe hareketi kuran Pythagoras, aristokrasi yanlısı olup, kendi aristokrasisini de oluşturmaya çalışıyor. Onun tarikat/cemaati iktidar olmayı hedefleyen siyasi bir yapı. Pythagoras, taraftarları tarafından efsaneleştiriliyor, o da buna ses çıkartmıyor, bilakis ‘ruh göçü’ teorisiyle, yapılanlara önayak oluyor. Hakkında bir hayli olağanüstülük hikayesi icat ediliyor. Cemaate yeni katılan üyeler mal varlıklarını cemaate bağışlıyorlar. Beş yıl deneme sürecine tabi tutuluyorlar. Beş yıl boyunca perde arkasında Pythagoras’ın dersini dinliyor üye ve kesinlikle konuşamıyor. Beş yıl sonunda, uygun bulunursa cemaate alınıyor ve Pythagoras’ı görme hakkı kazanıyor.
Pythagoras’ın cemaat üyeleri kendilerini asla diğer gruplarla eş tutmuyorlar, seçilmişliklerine inanıyorlar ve başkalarını küçümsüyorlar. Cemaat iki farklı yapıdan oluşuyor. Sayısal olarak büyük çoğunluğu oluşturan kesimine ‘Akuzmatikler’ deniyor. Bunlar cemaatin kurallarına göre yaşamakla mükelleftirler ve dersleri dinlemekle yetinmektedirler. (Şakirt). Niye grupta oldukları sorusunu, ‘olgunlaşmak, erdemli olmak, huzur’ [hizmet] gibi sözlerle açıklıyorlar. Zihinsel özerklikleri bulunmadığı için, yapının hiyerarşisini sorgulamak akıllarından bile geçmiyor.
İkinci grup ise ‘matematikçiler’ olup, sırlara vakıflar, merkezî öğretiyi ve hedefleri biliyorlar. Herkes bulunduğu konuma göre takiyye yapıyor.
Planlanan güç elde edilince cemaat harekete geçiyor: Kroton şehrinin ekonomisini ve idareyi ele geçiriyor, diğer şehirlere yayılmaya başlıyorlar. Fakat ‘saltanatları’ çok uzun sürmüyor, çünkü halk ayaklanıyor ve kaçıp kurtulan iki kişinin dışında, hepsi öldürülüyor.
Pythagoras’ın Proton cemaatinin akıbeti üzerine Göka şu yorumu yapıyor:
“Pisagorcularla birlikte başlayan ve o günden beri, yani 2500 yıldır türlü çeşit kılıkta karşımıza çıkan Haşhaşî kafa, herkesin kolayca fark edeceği bu basit gerçeği hiçbir şekilde göremiyordu. Şimdi de göremiyor. Her seferinde kendilerini aldatacak, iğrenç emellerini meşrulaştıracak bir gerekçe buluyorlar. Zavallılar…”
Bundan sonra Göka, ‘Spiritüel Cinnet Örgütü’ adını koyduğu FETÖ’ye ilişkin tahliller yapıyor; örgütün meczup liderine yakıştırılan mesihlik/mehdilik niteliklerine, Türkçe olimpiyatlarına, Abant toplantılarına değiniyor.
Mutedil Müslümanların günümüzdeki düşmanlarının biri olarak da Göka, İslamofobiye yer vermektedir.
Charlie Hebdo katliamını telin yürüyüşünün ertesi günlerde Erol Göka sosyal medya hesabından şunu yazmış: 1907’de Avrupa’da ‘İnsan-hayvanat bahçeleri’ kurulmuş. Mesela Fransa’daki bu ‘insan-hayvanat’ bahçesinde altı ayrı köy inşa edilmiş ve kolonilerden getirilen insanlar buralarda sergilenmiş.
Paris Villaneuve Saint-Geoge hastanesinin kapısına, “Dinî tercihini kıyafetinde gösterenler hastaneye giremezler!” şeklinde bir uyarı yazısı asılmış.
Göka kitabında, Avrupa’nın sözde bilim adamlarının yazılı metinlerinden doğuyu, Müslümanları aşağılayan örnekler vermektedir. Şu var ki, Göka’nın “Berlin duvarının yıkılmasının ardından başlayan İslamofobi ve İslam düşmanlığıyla birlikte…” cümlesindeki tespite katılmıyoruz. Çünkü Berlin duvarının yıkılması daha dünkü mesele. Batının İslamofobisi, İslam’ın doğuşuyla yaşıttır desek abartmış olmayız. Zaten kendisi de iki sayfa sonrasında hemen hemen aynı tespiti yapmaktadır.
‘Mutedil Müslümanların günümüzdeki düşmanları’ deyince, militan ateizm ve DAİŞ’in akla gelmemesi imkansızdır… DAİŞ bağlamında, (bu konuda bir kitap yazmış bulunan Betül Soysal Bozdoğan’dan iktibas yaparak,) “genetiğiyle oynanmış bir İslam anlayışını dünyaya İslam diye yutturmaya çalışıyorlar” sözlerine yer vermektedir.
İşte tam da ‘sıkıntı’ burada düğümlenmektedir: Erol Göka, göründüğü kadarıyla, ‘genetiğiyle oynanmış bir İslam’ deyince yalnızca FETÖ ve DAİŞ gibi yapıları dikkatlerimize sunmaktadır. Oysa ‘Mutedil Müslümanlar’ denilen büyük yapının baştan sona bu anlamda gözden geçirilmesi, çok ciddi bir imtihana tabi tutulması gerekmekte değil midir? Genetiğiyle oynanmış bir İslam algısı oluşturmada kimlerin katkısı olmadı diye bir ayıklama yapacak olsak, abaca kaç tane grup/cemaat/tarikat ‘temiz’ raporu alabilir?
Buradan sözü, İbrahim Kalın’ın görüşlerine getirmek istiyorum. Erol Göka, İbrahim Kalın’ın ‘Ben, Öteki ve Ötesi: İslam-Batı İlişkileri Tarihine Giriş’ kitabına dair değerlendirmeler yapıyor. Kalın’ın fikirleri çerçevesinde kendi kanaatlerini ortaya koyuyor ve Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanlarına dair birtakım çıkarımlarda bulunuyor. Kalın’ın kitabında şu işleniyor: “İslam’ı sürekli akıl dışı, şiddet yanlısı, terörist, antidemokratik, kadın düşmanı, yobaz, özgürlük karşıtı gibi sıfatlarla anarak hayali bir düşman haline getirenler, bireycilik, atomizasyon ve anomiden mutazarrır toplumlarını ‘barbar istilası’yla tehdit ederek bir arada tutma ve yönetmenin kolaycılığına kapılmış gidiyorlar.”
Batının nazarında İslam’ın yeri bu. Şimdi Batı’nın kara listesindeki bu yerimizi tadil etmek, batının yüzünü güldürmek; İslamofobisini ‘İslamofili’ye döndürebilmek için ne yapmamız lazım gelir? ne yaparsak, İslam’ı akıl dışı sanmalarının önüne geçebiliriz? Bunu için sanırım, İslam’ın ‘akıl dışı’ buldukları bütün unsurlarını yeniden yorumlamamız, bir nebze olsun, modern batının (modern aklın) toleransına mazhar olacak biçimde bir müdahale etmemiz mi gerekecek? İslam’ın şiddet yanlısı olarak görülmesinin önüne geçmemiz, öyle zannediyorum ki, imkânsızdır. Çünkü bu tespit tamamen bir önyargı ve bir dışlama, aşağılama, düşmanlaştırma tavrından başka bir şey değildir. Zira batının oryantalistleri, daha henüz El Kaide, DAİŞ gibi -kendi elleriyle ürettikleri- şiddet örgütlerinin olmadığı bir dönemde, aziz İslam’ın Peygamberi Muhammed (sav)’i şiddetin lideri olarak lanse etmişlerdir. Batılı ortalama insan nazarında İslam eşittir terördür. Bu konuda “ama biz Müslümanların da biraz katkımız var!” diyecek olanlara, oryantalizme maruz kalmış sömürge zihinleri demekten başka bir sıfat bulamıyorum. Batı’nın sorunu bizatihi İslam’ın kendisiyle, daha doğrusu asıl, bozulmamış saf/gerçek İslam’ladır. Muharref İslam onların kabulüdür. Onun için FETÖ ve benzeri nifak yuvalarını her zaman beslemişlerdir. Rabbimiz Allah ezelde açıklamıştır: Yahudi-Hristiyan medeniyeti, bütünüyle onlara teslim olmadığımız sürece asla biz Müslümanlardan razı olmayacaklardır.
Erol Göka kitabında, Batı’nın İslam’a karşı bitmek tükenmek bilmeyen kin ve düşmanlığına kısa değiniler yapmaktadır. Bu anlamda İbrahim Kalın’ın, “Avrupa Türkleri İstanbul’un fethinden sonra hiçbir zaman affetmedi.” cümlesi, çok özenle not edilmesi gereken bir tespit olarak karşımızda durmaktadır.
Fransız edebiyatçı Andre Gide’in 1914’te İstanbul ve Konya’yı ziyaret ettikten sonra söylediği şu sözler, Batı’nın müslümanlar hakkındaki kanaatlerine dair küçük bir ‘sızıntı’ kabilindendir: “Türk kıyafetleri aklınıza gelebilecek en çirkin kıyafetler; doğrusunu söylemek gerekirse Türk ırkı da bunu hak ediyor…”
Batılı insan nazarında İslam’ın antidemokratik olması, -benim demokrasiden anladığım manada- bir şereftir. Batılının kastettiği demokratiklik, modernizmi bir bütün halinde benimsemektir ki bu, İslam’ı salt bir tapınak dini olarak algılamaktır ve İslam toplumunun kelimenin tam anlamıyla laikleşmesi programını içerir. İslam’ın demokrasiyle bağdaşmayacağı, İslam’ın sadece kendisiyle bağdaşacağı inancı ise tam anlamıyla antidemokratik bir durumdur. Gelin görün ki, İslam’ın kimi müntesipleri, büyük bir hamakat gayretiyle, İslam’ın aslında ne kadar demokratik bir din olduğunu batıya kanıtlamaya çabalamaktadırlar.
Batılı insanın İslam’ı kadın düşmanı olarak nitelendirmesi ise başlı başına bir makale konusudur. Burada sadece şunu belirtmek isterim: Batı, kadını, Kur’an diliyle söyleyecek olursak tuğyana sevk etmektedir. Kadını tağutlaştırmak istemekte, böylece erkeği de, çocukları da, hâsılı bütün aileyi tağutlaştırmak hevesindedir. Bu uğurda çok büyük mesafe de almış bulunmaktadır. Fakat bilinmelidir ki, temiz kalabilmiş bir tek İslam ailesi bile varsa bu, batının midesini bulandırmakta, ağzının tadını kaçırmakta, asabını bozmaktadır.
“Yine de zorluklara rağmen uzlaşma imkansız değil.” demekte Erol Göka. İşte Göka’nın bu uzlaşma teklifi, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın da sözleri muvacehesinde, son dönemdeki zihinsel evrimi göstermesi bakımından ibretlik bir vesikadır. Tabi Erol Göka’nın teklifine karşı, böyle bir uzlaşma, ak ile karanın, melekle şeytanın birbirine uzaklığı kadar uzak ve imkânsızdır demeyi gereksiz görüyorum çünkü teklif, ‘mutedil müslümanlar’ zımnında ortaya atılmaktadır. Fakat öğretici olan şu ki, mutedil Müslümanlar deyince ne anlaşılması gerektiği böylece netleşmiş olmaktadır. Onun içindir ki mutedil Müslümanlar bugün fevc fevc bir yerlere doğru akmakta, birtakım hamasi nutuklar büyük kabul görmekte, bazı uyarılar ise hemen her zaman olduğu gibi, kulak ardı edilmekte, ‘hala bırakılan yerde durma’ metaforuyla çiğnenip geçilmektedir…
Kitabın son bölümü, Çare: Demokrasi Hoşgörü Değerler Eğitimi ana başlığını ihtiva etmektedir. Müellif, “En mütedeyyin, en radikal olanımız bile bizim olmayan dünyanın her türlü nimetinden(!) yararlanmakta bir beis görmezken, ‘biz’ olmanın tadını en çok din-devlet ilişkileri alanında, demokrasiyi topa tutarken çıkarıyoruz.” demektedir. Temennimiz odur ki, Müslüman ilim adamı ve düşünürler, din-devlet ilişkileri alanında demokrasiyi daha fazla topa tutsunlar…
Göka, “hoşgörü, tolerans gibi kavramlar”ın, “liberal hegemonyanın belirleyici olduğu günümüz atmosferinde bir tuzak içeriyor” olduğunu da katılmamaktadır. Demek ki Göka’nın FETÖ algısında bazı taşlar tam olarak yerine oturmamıştır. Böyle olmasaydı, bu tuzakların daha kolay ayırtına varması beklenirdi.
Sözün özü, İslam’ı bilmemek, Kur’an’a yeterince vakıf olmamak, entelektüel kariyerimizi muallel kılmakta, sadece mutedil Müslümanlara değil, bizatihi İslam’a zarar verebilmekteyiz.