Ne düşünürsek medeniyetin bize sağladığı zihinle düşünüyoruz. Bizi kuşatan medeniyetin kime ait olduğunu ise göremiyoruz. Bu medeniyete sırt çevirmeyi hayattan kopmak ve gayrı mümkün olarak görmekteyiz. Çok benciliz, pragmatiğiz ve bireyciyiz felsefi dille individüalist. Kimseye ve hiçbir şeye bağlı değiliz. Bağlı olduğumuzu söylesek dahi bağlı değiliz. Zira “…ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz…” kendi aramızdaki ilişkiyi bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlayacak sevgiden ve donanımdan yoksunuz. Ortak bir mescidi olan cemaat dahi olamadık ki namaza üşenerek gelenleri ayırt edebilelim ve gerektiğinde boykot edebileceğimiz üç sahabemiz olsun. Biz boykot ettiğimizde bizden ayrılmamak için çırpınan ve bizim dostluğumuzdan emin, kendini dışarda hissettiğinde kendini korumasız gören ve bize sevgiyle, hürmetle bağlı tıpkı o üç sahabe gibi adamlarımız olsun. Modern dünya bizi kuşatırken şikayetlendiğimiz her şey nerdeyse üzerimizde mevcut. Hal böyleyken “kitaptan başkalarına okuyup ama kendini unutanlardan olmak” davetimizin ciddiyetsizliğini ortaya koyuyor. Biz bir fikri deklare ederken yanılma payımızı koymadan ve kesin emredici bir tavırla yapıyoruz. Oysa biz vahiy almıyoruz ve yanılma payımız yüksek.
Tabelalar altında konuşurken kendimizi de başkalarını da ötekileştirebildiğimizi göremiyoruz. Tabelalarla bir duvar örüyoruz etrafımıza ve doğallıktan uzak olarak programlanmış robotlar haline geldiğimizi unutabiliyoruz. Oysa Muhammed (sav)’in etrafında vahye iman etmiş birbirini seven ve ilişkileri bir inanç etrafında gelişen doğal bireyler görüyoruz. O kadar doğallar ki yalnızca vahyi yaşamak umurlarında. Vahiy ne diyorsa o. Vahye aykırı davranış gösterenleri makam ve mevkilerine aldırmaksızın karşılarına alabiliyorlar. İçlerindeyse Salebe gibi dışarı bırakabiliyorlar. Bireyci değiller. “Bir binanın tuğlaları gibi bir birlerine kenetlenmiş” durumdalar. Her işleri istişare ile… Kimse bu benim özelim karışamazsın demiyor ve cemaati bırakıp hobilerinin peşinde koşmuyor. Tıpkı Aliya’nın dediği gibi: “Eğer ben çalışmaz gayret etmezsem benim yüzümden İslam’ın bir parçası eksik kalacak gibi hissediyorum, bu yüzden sürekli çalışmak zorunda hissediyorum kendimi” diyerek herkes gücü oranında yükü omuzlayarak birbirlerinin üzerinden yükü almaya gayret ediyorlar. Allah, “insan nefsine şahittir” buyuruyor. Elbette bizler ne yaptığımızı ve ne yapmadığımızı biliyoruz. Vitrinlerimiz ne kadar süslü olsa da dükkanımızda çok eksiğimiz olduğu aşikar. Ama maşallah herkes vitrin üzerinden konuşmayı, pazarlık yapmayı seviyor. Tekasür toplumu olmaya doğru koşuyoruz. Meydanlardaki kalabalıkları sayarak büyüklüğümüzü tartıyoruz, ne kadar çok insanı etkileyip ağlatabiliyorsak kendimizi iş yapmış sayıyoruz. Duygusal tepkilerle ve uzağı göremeyen problemli zihinlerle eylemler iştigal ediyoruz. Oysa vahiy geleceği inşa eder. Biz geleceği inşa eden vahyi okuduğumuz halde günü inşa edebilecek ve yarına hükmü kalmayacak uğraşlar içinde tarihin sayfalarında kayboluyoruz.
Değişime kendimizden başlayabilmeyi, egolarımızdan kurtulabilmeyi ve rahatımızı bozabilmeyi göze alamıyoruz. Çünkü birçok şeyin ellerimizin altından kayabileceğini ve onları kaybedebileceğimizi düşünüyoruz. Dükkanların vitrinine büyük bir taş değecek de dükkanın ne kadar boş olduğunu birileri farkedecek diye ödümüz kopuyor. Peki tüm bunlar oluyor da yarın için ellerimizle takdim ettiklerimizden dolayı hesaba çekileceğimizden korkmuyor muyuz? Akıllıca olan hesabı bu dünyada görüp yarına yani kıyamete tertemiz çıkabilmek değil midir?
Müslümanlar olarak kendimizi ciddi bir hesaba çekmemiz gerekmektedir. Yeryüzünde zulme uğrayan bunca Müslümanlar varken bunda bizim payımız nedir diye sormamız gerekiyor. Zalimler toplumları büyüleyerek etkisi altına alırken Musa’nın asasını tuttuğunu iddia eden bizlerin neden zalimlerin sihirlerini yok edemediğimizi tefekkür etmemiz gerekmektedir. Denizler bize niçin yarılmaz? Neden biz evlatlarımızı İmran’ın karısı gibi Allah’a adayamayız? Neden Zekeriya gibi bizden sonra iş başına geleceklerin zulümlerinden endişe ettiğimiz için bizden sonrasına hayırlı bir varis bırakmayız da tek adam olarak yaşayıp tek adam olarak ölmek arzusunu taşırız? Neden Şuayb’in kıldığı gibi bir namaz kılamayız? Neden mallarımız konusunda dilediğimiz gibi tasarruf etme hakkını kendimizde görürüz, heva ve heveslerimizden vazgeçemeyiz? Neden İbrahim gibi gerektiğinde en sevdiğimizden Allah için vazgeçebilmeyi göze alamayız? Neden eşlerimiz, evlatlarımız, ticaretimiz, meskenlerimiz bizim modern putlarımız olur? Daha yüzlerce soruyu bu şekilde kendimize sorabiliriz. Hepsi zor sorular farkındayım ama bu sorular bize bugün olmazsa yarın sorulacak. Neden şimdi sormayalım o zaman. Sorumluluk bilinci bunu gerektirmez mi?
Allah kafir ve müşrikleri anlatırken onları hayata en düşkün olanlar olarak anlatır ve bin yıl yaşatılmak istediklerinden bahseder. Oysa bu isteği içimizden pek çoğumuz da aynı şekliyle istemekteyiz. İran’lı komutana hitaben “sizin hayata düşkün askerleriniz kadar bizim ölüme düşkün askerlerimiz vardır…”söylenilen bu söz bizim Rabbe kavuşmaya ve O’ndan razı olmaya düşkün olmamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Eğer vahyedileni gereği gibi yaşama yolunu seçer ve bu suretle geleceği inşa edebilecek doğru hamleler yapabilirsek yerin altından ve üstünden nimetlenme pozisyonunda olabiliriz. İşte o vakit izzet ve şeref sahibi olanlardan oluruz.