Bu tanımı açacak olursak, bir muhafazakar, her şeyden önce, mütevazı bir insan tahayyülüne sahiptir. Ona göre insan, yaratılışı veya doğası gereği sınırlı bir varlıktır. Bu kavrayış, özellikle Aydınlanma ile gelen insan anlayışına duyulan bir tepkiyi ifade etmektedir. Bilindiği gibi Aydınlanma, insana olağanüstü bir iyimserlikle bakmış, insana ve insan aklına temel, kurucu bir rol atfetmiş ve “aydınlanmış akla” sahip insanın dünyayı anlama ve dönüştürme potansiyelini alkışlamıştır. Ancak XVIII. yüzyılın filozoflarının pek çoğunun hararetle savunduğu bu yaklaşım, özellikle sonraki gelişmeler ışığında, bir tepki birikimini de beraberinde getirmiştir.
Fransız Devriminden sonra, özellikle Aydınlanma fikirleriyle beslenen ve kendilerinde, şu veya bu yönde, bütün bir toplumu ve dünyayı dönüştürme kapasitesi gören lider ve kadroların insanlığı içine sürükledikleri felaketler ve bu süreçlerde yaşanan acılar, zaman içinde belirginleşecek olan muhafazakar bir insan tasavvurunun da zeminini oluşturmuştur. Bu bağlamda bir muhafazakar, insana tarihten, gelenekten, dinden ve ona kimliğini veren diğer kurumlardan bağımsız bir biçimde bütün bir dünyayı anlayabilecek ve dönüştürebilecek kurucu bir özne gözüyle bakmaz. Tersine, ona göre insan mükemmel olmayan ve hiçbir zaman da olamayacak bir varlıktır ve ancak bu kurum ve değerlerle desteklendiği zaman güçlü olabilir. Edmund Burke’ün, “birey değil, tür bilgedir” derken kastettiği budur. Muhafazakarlığın bu insan tasarımının dini olan ve olmayan kaynakları vardır. Ona göre din, örneğin Hristiyanlığın “ilk günah doktrini”, insanın mükemmelleştirilemeyeceğini vurgular. Dindar olmayan veya ateist muhafazakarlar ise aynı sonuca, tarihi ve siyasi pratikten yola çıkarak ulaşırlar.
Muhafazakar Topluma Nasıl Bakar?
İnsan ve doğasıyla ilgili bu yaklaşım, bir muhafazakarın topluma nasıl baktığını anlamanın da anahtarıdır. Ona göre toplumu oluşturan değer ve kurumlar, insanın eksikliklerini gidermesi ve onun varoluşuna anlam kazandırması bakımından hayati bir önem taşır. Bu kurumların başında ise, “bireyin hafızası” ve “kalesi” olan aile gelir. Ona göre bireyin içine sığınacağı bu liman ne kadar sağlam olursa, toplum da o kadar güven içinde olacaktır. Aynı şekilde, gelenek gibi “zamanın testinden geçmiş ve kalımlılığını ispatlamış” olan diğer kurumlar da, sağlıklı bir toplumun yapı taşları anlamını taşır. Başta din olmak üzere, toplumu oluşturan bireye bir aidiyet duygusu kazandıran değer ve semboller de, -hatta dogmalar bile- onun için önemlidir. Muhafazakar için bu değer ve kurumları koruma, toplumu bir aile gibi bir arada tutma kaygısı, zaman zaman onu paternalist bir devlet anlayışına götürür. Çoğu muhafazakar için toplum bir aile gibidir. Onu bir arada tutan bağları korumak gerekir. Bu anlamda onun için, örneğin ekonomik bakımından toplumda bir gelir uçurumun ortaya çıkması, Benjamin Disraeli’nin ifadesiyle toplumun “iki millet” haline gelmesi, endişe verici bir durumdur. Bu yüzden, klasik bir liberalden farklı olarak, zaman zaman “yeniden dağıtımcı (re-distributive)” iktisat politikalarına yakın durabilir.
Muhafazakar için aileden dini olan ve olmayan cemaat yapılarına, hayır amaçlı geleneksel kurumlardan ve ekonomik dayanışma amaçlı mesleki kurumlara kadar, bireyin içinde yer aldığı bütün bu ara kurumların siyasi bakımdan çok özel bir anlamı daha vardır. Bu kurumlar, yine Burke’ün ifadesiyle, bireyi siyasi otoriteye karşı koruyan “küçük müfrezeler” gibidir ve onların zayıflaması veya yokluğu durumunda birey, devlet karşısında “çıplak ve silahsız” kalır.
Bu yaklaşım, günümüzde demokrasiyi savunan farklı siyasi perspektiften pek çok bireyin de altına imza atabileceği güçlü bir argümanı ifade eder. Nitekim XX. yüzyılın en önemli muhafazakar düşünürlerinden, sosyolog ve tarihçi Robert Nisbet, Fransız Devriminden sonra ara kurumların tahrip edilmesiyle, insanı ezen totaliter devletin ortaya çıkışı arasında anlamlı bir ilişkinin varlığını vurgular.
Muhafazakar Siyasete Nasıl Bakar?
Muhafazakarın siyasete bakışı, insana ve topluma ilişkin bu yaklaşımların doğal bir sonucunu veya mantıksal bir uzantısını ifade eder. Muhafazakarların sempatiyle baktıkları kurum ve değerlerin devlet eliyle tasfiye edilmeye çalışılması, toplumsal dokuyu bozması, onun doğal veya kendiliğinden gelişimine zarar vermesi ve öngörülemeyen olumsuz sonuçlar ortaya çıkarması bakımından adeta bir cinayettir. Bu yüzden muhafazakar, otorite ve hiyerarşiye sempatiyle bakmakla birlikte, siyasi otoritenin bu değer ve kurumlara müdahale etmesine veya yukarıdan aşağıya onları yeniden biçimlendirmeye kalkışmasına karşıdır. Örneğin devlet otoritesine duyduğu saygı, onun ailenin sınırını ihlale kalkışması durumunda biter ve bu aşamada muhafazakar aileyi savunur.
Sonuç olarak muhafazakar, siyasete sınırlı bir etkinlik alanı olarak bakar. Ona göre siyasetin amacı hiçbir zaman “yeni bir toplum yaratmak” olamaz. Siyaset, toplumun ortaklaşa yaşamdan kaynaklanan sorunlarını çözmeyi mümkün kılması bakımından faydalıdır; ama “ideolojik siyaset” olmamak kaydıyla. Bu anlamda muhafazakar devrimi sevmez, ama reform veya ıslahat fikrine sıcak bakabilir. Tedrici (gradual) değişimi savunur.
Sonuç
Bu özellikleriyle muhafazakarlık, günümüzde liberalizm ve sosyalizmle birlikte, özellikle Batı dünyasına damgasını vuran üç büyük siyasi doktrinden biridir. Yukarıda anlatılmaya çalışılan şekliyle bu fikirleri taşıyanlar, siyasi bakımdan kendilerini genellikle muhafazakar olarak adlandırırlar. Bu temel görüleriyle muhafazakarlık her ülkede farklı renkler alır. Çünkü her ülkenin muhafazakarlarca değerli ve korunmaya layık olan kurum ve değerleri farklıdır. Ancak insana bakışları, değişen içerikleriyle bu ara kurumlara duydukları saygı, tedrici değişimden ve sınırlı siyasetten yana oluşlarıyla, en azından düşünce stili ve siyasi tarz açısından, dünyanın her yerindeki muhafazakarlar ortak bir paydada buluşurlar. Bu ana akım muhafazakarlığı klasik muhafazakarlık olarak adlandırmak ve onu, benzer etiketler taşıyan diğer akımlardan ayırmak mümkündür.
1: Muhafazakarlığın bir siyasi ideoloji olarak yeni yeni tanınmaya başlandığı geçmiş yıllarda, İngilizce “conservatism” kavramını “tutuculuk” olarak tercüme edenler olmuştu. Ancak son yıllarda, kavramın gittikçe netleşmesi ve onu sahiplenenlerin ortaya çıkıp kendilerini “muhafazakar” olarak tanımlamalarıyla birlikte bu kavram kargaşası aşıldı.
2: Muhafazakar anlayış devlete, halk ile devlet arasında aracılık yapan kurum ve değerleri koruma konusunda görev yüklemesine sebep olur. Bu “görev”i abartan muhafazakarların, ister istemez otoriteryen bir siyasi rejime savruldukları da görülür. Bu konuda siyaseti ve devleti göreve çağırmayan, devlete müdahaleden kaçınma ödevi yükleyen daha liberal muhafazakarlar da vardır. Bununla birlikte devleti “göreve” çağırmak, muhafazakarların yaygın biçimde sahip oldukları bir özellik olarak, sonuçta onların da şikayet edecekleri durumların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Çünkü müdahale konusunda meşruluk onayı alan siyasi otorite, pekala muhafazakarların hiçbir biçimde onaylamayacakları yönde de uygulamalara da imza atabilmektedir. Bu durum, muhafazakarların yumuşak karnını oluşturmaktadır.
3: Ama yine topluma ilişkin kaygıları sebebiyle, ülkenin ekonomik refahının yükselmesi ve gelirin genel artışıyla toplumun her kesiminin bundan alacağı payın artması için liberal iktisat politikalarını da destekleyebilir. Örneğin sosyal harcamaların üretim maliyetlerini artırdığına, bunun da ihracatı olumsuz etkilediğine sonuçta ülkenin refah kaybına uğradığına ikna olursa, aynı hararetle piyasaya devlet müdahalesine karşı çıkar. Bir liberal veya bir sosyalist için
tutarsızlık olarak görülebilecek bu durum, muhafazakar için normaldir.
4: Örneğin 1960’lardan itibaren, özellikle ABD’de ortaya çıkan “neo-muhafazakarlık”, klasik muhafazakarlar tarafından bir “sapma”, hatta bazılarına göre “tamamen farklı bir ideoloji” olarak görülür. Bununla birlikte neo-muhafazakarlık, başta ABD olmak üzere birçok ülkedeki muhafazakar partiler arasında (örneğin Amerika’da Cumhuriyetçi Partide) egemen siyasi fikirleri ifade etmektedir.
Türkiye Açısından Muhafazakarlık Ne İfade Ediyor?
Osmanlı döneminden itibaren bakacak olursak II. Meşrutiyetten sonra muhafazakarlık kavramının gelişmesi için bir zemin oluştu. İttihat ve Terakki Cemiyetinin yönetime el koyması ile birlikte Fransız Devrimi’nden etkilenerek toplumlar arası sosyoloji farkını çok gözetmeden Fransa’da varolan devrim sonuçlarının aynısını Osmanlı toplumunda varetmeye çalıştılar. Bu durum Burke’nin deyimiyle Osmanlı aydınlarının ülkeyi “fethedilmiş bir ülke” gibi görmelerini sağladı. Reşat Nuri Güntekin’in ideolojik romanı Yeşil Gece’nin Kemalist öğretmen tipi Ali Şahin ise, dönüştürmek istediği ve kendi isteğiyle gittiği “sokakları evliya kandilleriyle donanmış”, “softa yatağı” bir Anadolu kasabası olan Sarı Ova’yı gördüğünde “Bizim muharebe meydanı göründü” demesi Edmund Burke’nin sözünü haklı çıkarmaktadır.
Cumhuriyet döneminde Mustafa Kemal’in toplumu modernleştirme çabaları da yine aynı şekilde “muharebe meydanı” mantığında devam etmiştir. Halk oyunlarının yerine bale eğitimi verilmesi, Türk müziğinin yasaklanıp yerine Batı müziğinin zorunlu koşulması, ezanın Türkçe okutulması, balolarda eşlerin kendi eşleri dışındakilerle dans etmeye zorlanmaları vs. Tepeden inme kanunlar ve o kanunlarla yasaklanan birçok şey. Doğal olarak Kemalizmin bu modernleştirici “inkilapları” daha sonra adı muhafazakarlıkla anılmış olan partilerce de aynen devam ettirilmiştir. Din sosyal hayattan tamamen el çektirilmiş ve dini kurumlar devletin memuru olarak atanmıştır.
Cumhuriyet yenilikçiliğinin Osmanlı’dan belki en belirgin farkı, yalnız yeniyi kurmaya çalışmakla yetinmemesi, “eski” ve “işe yaramaz” olarak değerlendirdiklerini de ortadan kaldırmayı programın önemli bir parçası haline getirmesidir. “Radikalizmi”daha çok burada göze çarpmaktadır. Osmanlı döneminden kalma, kolleksiyoncularda hala bulunan, alafranga ve alaturka saatlerin yanyana çalıştığı eski cep saatleri, Osmanlı Batılılaşması’nın simgesi gibidir. Bu iki saat yan yana durur. Cumhuriyet ise bunlardan birini, genellikle yasak ederek, ortadan kaldırır. Bu yaklaşımın sonucunda, bir tür muhafazakarlık, toplumda fiilen yasak olmuştur ki, dünyada bunun benzeri yalnızca komünizmi kurmaya karar veren toplumlarda görülmüştür. Resmen yasaklamak elbette mümkün olamazdı; ama resmi ve yarı resmi yasaklar birikimi, muhafazakarlığı eni konu yasak hale getirmiştir. Bunun sonuçları günümüze kadar uzanıyor.
Müslüman şahsiyet için muhafazakarlık kavramı geleneği korumak anlamında olumlu gibi görünse de pek çok olumsuz yanları mevcuttur. Öncelikle şunu ifade edelim ki Kur’an’ın hitap ettiği topluma dönük diline baktığımızda cahili Arapların iyi olan geleneklerini onaylamış kötü olan geleneklerini ise reddetmiştir. İslam bir muhafaza dini olmaktan çok tevhid ve adaletin toplumlarda tesis edilmesi için varolan bir dindir. Toplumlarda vahyin kabul ettiği, onayladığı iyi davranışlar mevcutsa -ki bu hangi toplum olursa olsun farketmez- bu davranış biçimlerinin muhafaza edilmesine İslam asla ses çıkarmaz. Bu anlamıyla baktığımızda eğer bu durum muhafazakarlık olarak anılacaksa sorun yoktur. Ama geleneğin yasalaştırdığı bir takım davranışlar vahye aykırı ise İslam o vakit hakikatın inşası için devrime müsaade eder. Örneğin cahili Araplarda evlatlığın hanımı ile evlenilmesinin haram kılınmasını İslam bu evlenme konusunda herhangi bir beis görmediği için helal kılarak o dönemin Arap toplumlarınca muhafaza edilen bir inanışını yıkmıştır. Yani bu konudaki muhafazakarlığa karşı çıkmıştır. Bu durumda Müslüman muhafazakar olamaz. Çünkü muhafazakarlık bir toplumun yalnızca olumlu anlamda değil olumsuz anlamda da değişimine karşı değildir. Karşı olduğu şey değişimin yalnızca hızıdır. Müslümanın muhafaza etmesi gereken şey ise yalnızca Allah’ı razı edecek davranışlardır. Bu muhafaza biçimi ise Batı’nın “Conservatizm” kavramının karşılığı değildir.
Şuan hali hazırda Türkiye’de muhafazakarlık denilince laik kemalist ideolojinin biraz dinle harmanlanarak topluma sunulması anlaşılır. AKP’nin muhafazakar olarak kendisini isimlendirmesi de bu minvaldedir. Kemalist ideolojiyi olduğu gibi kabul eder yalnız uygulamada bazı biçimleri değiştirerek yine toplumun küfür içinde yaşamasını onaylar. Yani AKP ve ondan önce adı muhafazakarlıkla anılan tüm partiler hakikatin/tevhidin muhafazasından çok beşeri, kafir bir sistemin ayakta kalmasını muhafaza ederler. Doğal olarak bu anlamda bir muhafazakarlık müslümanın şiddetle kaçınması gereken bir muhafazakarlıktır. Muhafazakarlık Müslümanların yavaş yavaş sekülerleştirilmesi için kullanılan bir ideoloji olarak karşımızda durmaktadır. Türkiye’de sol görüşlü kimseler sol partiler aracılığıyla; sağ görüşlü kimseler de “İslamcı” partiler eliyle sisteme entegre edilerek tüm iddialarından uzaklaştırılmışlardır. Bu görüş sahiplerinden geriye kalan yalnızca bir kısım “demokratik” hak talepleridir. Türkiye’de sol partiler de sağ partilerde ortaya çıktıkları ilk günden itibaren muhafazakardırlar ve bu ülkede dünyevileşmeyi yavaş yavaş topluma yerleştirme mücadelesi vermektedirler.