Bunlara, “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” denildiğinde, “Biz ancak ıslah edicileriz!” derler. İyi bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir. Fakat farkında değillerdir. (Bakara Suresi, 11-12. Ayet-i Kerimeler)
İslam coğrafyalarında yaşayan şahıslar, aileler, cemaatler/ gruplar/ örgütler, halklar ve devletler olarak büyük bir psikolojik, kültürel, sosyal, siyasal trajediler ve alt-üst oluşlar yaşıyoruz. Bütün bu yaşadıklarımız hiçbir şekilde bizim bilgi, bilinç, irade kontrolümüzde gerçekleşmemektedir. Yaşananlara hiçbir durumda müdahale edemiyoruz. Yaşananlara maruz kalmaya devam ediyoruz.
Şahsiyet, Müslüman, aile, cemaat, ümmet olmak, bir medeniyete aidiyet hissetmek öncelikle doğru bir bilgi, bu bilgiyle ahlaki temelde irtibat kurarak bilinç, devamında bu bilgi ve bilinci hayata geçirecek bir iradeye sahip olmayı gerektirmektedir. Ahlaki temelde bilgi, bilinç ve irade sahibi olamayanlar nesneye dönüşmüş varlıklardır/ şeylerdir. Özne olmak; yaptıklarının ve ona yapılanların bilincinde olmak demektir.
Bu olanlar neden olmaktadır? Ben bu olan-biten karşısında ne yapmalıyım? Sorularını sormayan, bu sorular üzerinden ruhsal, zihinsel acılar yaşamayan, bu acılara çare bulmak için irade göstermeyen, sorumluluklar almayan her insan iflah olmaz bir hastalığın pençesinde kıvranıyor demektir. Bu durumda yapılması gereken en öncelikli iş bu insanı kendi kendinin farkında olmaya çağırmaktır. Fark etme gücünü kaybedenler her şeyini kaybetmiş demektir.
İslam, Şanı Yüce Rabbimiz(c.c) tarafından insana yapılan bir tekliftir. Rabbimiz, insandan, bu teklife ahlak-bilgi- bilinç ve irade temelinde bir cevap vermesini ister. Bu temelde bir cevap, onu, ahsen-i takvim düzeyinde bir insan yapacaktır ya da bu temellerden mahrum bir cevap onu şeytanın tuzağına düşürerek esfel-i safilin sürecine sokacaktır. Bu cevabın sonucunda, yeryüzünde ins şeytanların kontrolünde zilletten, ahirette ise ateş azabından kurtulamayacaktır.
İslam dünyası toplumları uzun zamandır ve el’an bilgiden, bilinçten, iradeden mahrum bir hayat sürdürmektedir. Onlarca yıldır, düşmanları tarafından maddi ve manevi varlığına yapılan büyük bir saldırı altında yaşamaktadır. Yapılan bu saldırılara da hiçbir alanda gerekli cevabı verememektedir. Bu saldırılar öncelikle bilgi düzeyinde başladı. (İstanbul’un Fethi ve Akdeniz’in bir Türk Gölü’ne dönüşmesi Batı dünyasını bu yeni durumla ilgili sorular sormaya ve cevaplar aramaya mecbur bıraktı. Daha öncesinde Endülüs Emevi Devleti üzerinden İslami tecrübeyle muhatap oldu, Batı düşüncesi ve medeniyeti. Sonrasında 1095-1272 yılları arasında yaşanan Haçlı Seferleri bu karşılaşmaya Batı medeniyeti temsilcileri tarafından verilen bir cevaptı. İstanbul’un Fethi(1453) Batı Medeniyeti’nin bu haliyle bu yürüyüşe karşı koyamayacağının ilanıydı. Batı, hazırlıkları önceden başlayan -Hümanizma-Rönesans-Reform-Aydınlanma- çok köklü bir sorgulama sürecine girerek, adına Modernizm denecek bir çıkışı gerçekleştirdi. Mevcut durumdan çıkış arayan Batı aklı, mevcut bilgi’yi, bilgi kaynaklarını, düşünce, inanç çerçevelerini, kavramları, dili, dini- sosyal-ekonomik-siyasal kurumları ve teşkilatlanma biçimlerini sorgulama cesaretini gösterdi. Bu sorgulamanın sonucunda yeni değer ölçüleri, referans noktaları, bunlardan neşet eden ideolojiler, kavramlar ve kurumlar, modeller oluşturdular. Bu birikimi bütün bir dünyada etkin kılmanın mücadelesini verdiler ve vermeye de devam ediyorlar. Her çıkışın sosyal-ekonomik-siyasal bir zeminden, tarihe ve güne dayanan bir paradigmaya ve referansa dayanarak inkişaf ettiğini unutmamalıyız. Bugün Batı lehine işleyen Hegemonya bu süreçlerin sonucunda oluştu. Onlar nasıl 7. yy’da başlayan İslami Yürüyüş’ü onun kendi çağlarındaki tezahürleri olan medeniyetleri, devletleri anlamaya, çözümlemeye çalıştılar. Bu sürecin sonunda Batı’ya ulaşan İslami Yürüyüş’ü durdurmak için çareler ürettiler. Bu süreç 17. yy. itibariyle somut olarak meyvelerini vermeye başladı. Bilgi düzeyindeki saldırıya cevap veremediğimiz için öz güvenimizi yitirdik. Bilgiden ve öz güvenden mahrum çözüm teklifleri ise hüsranla sonuçlandı. Her hüsran, benliğimizden başlayarak medeniyetimizden, dinimizden şüpheye düşmemize sebebiyet verdi. Bu hal düşmanlarımıza/galibe benzeme hastalığıyla sonuçlandı. Her taklidin asılla bağlarımızı kopardığını unutmayalım. Köksüzlerin varlık âleminde özne olma şansları yoktur.
Allah’ın medeniyetlerin, devletlerin, kurumların yükseliş ve çöküşleri için koyduğu Sünnetullah değişmemektedir. Bu kurala uyanlar “zamanının söz sahibi”, uymayanlar ise zamanının mahkûmları/mağdurları olmaktadırlar. İslam dünyası yeniden sözün sahibi/hakikatin temsilcisi olmak istiyorsa bu kuralı dikkate almalı ve gereğini yapmalıdır. Öncelikle; mevcut durumumuzdan memnun muyuz? Sorusunu sorarak kendisiyle sahici-mevcut durumdan kurtulmak ve hakikat üzere olmak için- topyekûn bir yüzleşmeye/ muhasebeye girişmelidir. Bu duruma sebep olan her şeyin Değerlerine, Referanslarına bağlı kalarak gözünün yaşına bakmadan üzerine gitmelidir. Bütün Resuller kendi çağlarında bu muhasebeyi gerçekleştirmişlerdir. En son Hatem-i Nebi (s.a.v), Vahyin rehberliğinde 23 yıllık dönem içerisinde Şirk’le, Muharref Dini Miras’la (Yahudilik, Hristiyanlık) mevcut düzenle hesaplaşmış; Tevhidi esas ve usul mucibince gerekli cevaplarını ve çözümlerini sunmuştur. Bu Nebevi Sünnet bütün zamanların Müslümanları için takip edilmesi gereken bir usuldür. İlahi amaçlardan Nebevi usulden şaşmayanlar izzete, bu amaç ve usulden teberri edenler ise zillete müstahak olmuşlardır/ olacaklardır.
En son Suriye örneği üzerinden yaşadıklarımız, Müslümanlık/Müslümanlar açısından şahsiyetsizliğin ve zilletin diplerinde yaşadığımızın resmi olarak tarihe geçmiştir. Tarihi ve yaşananları yanlış okuduğumuz yetmezmiş gibi, kâfirlerden kâfir seçme, kâfirden/zalimden/müfsitten grubumuz, örgütümüz, kavmimiz, mezhebimiz, ulus devletimiz adına medet umma zilletini, müthiş bir siyasi strateji gibi sunma alçaklığına tevessül ettik/ediyoruz. Kâfirleri bizi kurtarmaları için topraklarımıza davet ediyoruz. Topraklarımızı bombalamalarını sevinçle karşılıyoruz. Bu davranış, korkunç bir ahlak ve iman problemiyle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir. Ahlak ve İman’a kayıtsızlık, tefessühün zirve noktasıdır. Hiçbir dünyevi kaygı ve menfaat, ahlaki, imani esas ve değerlerimizden vazgeçmemiz için sebep olamaz. Dünyevi kaygıları için bütün ahlaki, vicdani değerlerinden sıyrılan atalarının izinden giden Modern kâfirler gibi mi olalım? Modern kâfirler bizlerden daha tutarlı. Onlar dinlerine, ideolojilerine göre ötekileştirilmiş, şeytanlaştırılmış medeniyet düşmanı barbarlarla savaşıyorlar. Biz ise; her birimiz bir kâfirin tarafında bir sığıntı olarak birbirimizle savaşıyoruz. Geçmiş yüzyılları kaybettiğimiz gibi bu yüzyılı da kaybediyoruz. Tarihe vaziyet etmemiz gerekirken tarihin nesnelerine dönüşüyoruz. Gelecek nesiller tarafından lanetle anılacağız. Bütün bir ümmet olarak ahlak ve iman imtihanını kaybettik. Her şeyimizi kaybedebiliriz ama ahlaki ve imani üstünlüğümüzü kaybetmemeliyiz.
İç dünyasında itminana eremeyenler, değerlerinden, referanslarından emin olmayanlar, varlık âlemindeki münasebetlerini eminlik/ iman/ emniyet üzere ikame edemeyenler bencillik/ kabilecilik/ kavmiyetçilik/ ulusçuluk/ ulus devletin yüce menfaatleri fitnelerine kapılmaktan dolayı müfsitlerden eman dilemek zilletine müstahak oluyorlar.