İzmir’in kurtuluşundan sonra Fransız General Pellé ile İzmir’de bir araya gelen Mustafa Kemal, Mudanya’da Türk-Yunan savaşını sonlandıran bir mütareke yapılması için gerekli görüşmeler yapılmış ve mütareke zemini hazırlanmıştı. İmzalanacak olan Mudanya ateşkes antlaşması Anadolu’da yıllarca süren savaşı sonlandırıyordu. Bundan sonrası için yapılacak iş, heyetlerin Mudanya’da bir araya gelerek anlaşmayı imzalamaktan ibaretti. İmza, Garp cephesi kumandanı İsmet Paşanın başkanlık ettiği Türk heyeti ile İngiltere delegesi General Harrington, Fransa delegesi General Şarki, İtalyan delegesi General Monbelli arasında gerçekleşti. 3 Ekim 1922 de başlayan ve oldukça çetin geçen müzakerelerden sonra Türk-Yunan Harbini sona erdiren Mudanya Mütarekesi 11 Ekim 1922’de imzalandı. Bu anlaşmaya göre daha önce kaybedilen Edirne ve Doğu Trakya bu anlaşmayla anavatanına kavuşmuş oldu. Mustafa Kemal, bunun üzerine “ milli mücadelemizin bu safhası kapanmıştır, şimdi ikinci safhasını açmamız lazım geliyor”[1] diyerek bundan sonraki yol haritasını belirlemek için yeni adımlar atılması gerektiğini ifade ediyordu.
Mustafa Kemal, beraberinde Kazım Karabekir, Refet ve Kazım Paşalar ile birlikte Mudanya mütarekesinin imzalandığı 11 Ekim 1922’de Ankara’dan Bursa’ya gelerek[2] burada bulunan Fevzi Paşa ve İsmet Paşalarla birlikte geleceğe ait bazı esaslar üzerinde konuştular. Bunlar arasında başta Saltanatın durumu ve Lozan’da karşı taraftan gelecek teklifler üzerine mukabil sürdürülecek politikanın esaslarını görüştüler. Bu görüşme aynı zamanda ayrılık tohumlarının hissedildiği görüşme olur. Bu görüşmede Mustafa Kemal, Mudanya Mütarekesi baş murahhası (delegesi) olan İsmet Paşayı, Lozan görüşmelerine de baş murahhas olarak gönderme kararını açıklar. Buna İsmet Paşa da şaşırır. Hatta buna pek sıcak bakmaz. Ayrıca Başvekil Rauf Orbay’ın daha evvel İzmir’de iken Refet Paşa için terfi talep etmesine sıcak bakmayan Mustafa Kemal, Refet Paşa’ya, Anadolu’yu terk edecek olan düşman kumandanlarından ancak İstanbul ve Trakya’yı devralmasını söyler. Refet Paşa, Mustafa Kemal’in gözünde şüpheli bir hizip adamı, ayrıca Rauf Bey’in etkisi altında olan bir şahsiyetti.
Mustafa Kemal’in Lozan barışı için İsmet Paşa’yı baş murahhas olarak tercih etmesi hem mecliste hem başvekil Rauf Orbay tarafından olumlu karşılanmadı. Sebebi ise siyaset sahnesinde daha evvel herhangi bir varlığı bulunmayan İsmet Paşa’nın bu görüşmede hafif kalacağı kanaati idi. Tüm bu olumsuz havaya rağmen Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’in Lozan’a “ismet paşayı göndereceğim; çünkü o sözümden dışarı çıkmaz.”[3] Dediğini ifade eder.
Yeri gelmişken burada, bu vesileyle milli mücadelenin ön planda sivrilen bazı şahsiyetlerin ileri de Mustafa Kemal’in çevresinde yer alacak veya alamayacak olanlar üzerinde kısaca durmakta fayda var. Bundan sonra bu şahsiyetlerin isimleri gelişen olaylar içinde şu veya bu şekilde çok geçecektir.
Rauf Orbay: Rauf Bey, Mizaç, ruh yapısı, Mücadele, metot ve alışkanlıkları bakımından Mustafa Kemal’den ayrı bir kişiliğe sahipti. Bir şef, lider olmaktan ziyade ihtiyatlı, ağırbaşlılığı ile etrafındaki muhafazakâr insanlar üstünde saygı uyandıran bir şahsiyetti. Onun bu hali kendisini er geç Mustafa Kemal’in uzaklarına itecekti. Nitekim daha sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası hadisesinde on yıl yurt dışına sürgün cezası alacaktır. Rauf Bey daha evvel İstanbul Mebusan Meclisi’nde vekillik ve Bahriye nazırlığı yapmış, İngilizlerin Meclisi dağıtması ile Malta’ya sürülmüştü. Malta’dan dönünce Ankara’ya katılmış ve Ankara Meclisi’nde kendisini bir anda başvekil olarak görmüştür.
Ali Fuat Paşa: Ali Fuat Paşa 1898 den beri Mustafa Kemal’in hem sınıf hem de silah arkadaşıydı. Milli mücadelede Mustafa Kemal için İstanbul’a ilk isyan bayrağını açan odur. Fakat burada incelenmesinin yeri olmayan ve ileride değineceğimiz önemli talihsizlikler ve darbeler Ali Fuat Paşa’yı daha Halk Cephesi kumandanlığından alındığı andan başlayarak durmadan arka plana doğru itti. Mesela mecliste gelişen olaylar sonucu muhaliflerin tasfiye emareleri vs. belirince Ali Fut Paşa Mustafa Kemal’e milli Mücadele’de önde bulunanların tasfiyesini ima ederek soruyor:
-Şimdi seni Apotre’lerin (yakınların, havarilerin) kimlerdir? Soruyu soranda sorulanda gerçeğin tam farkındalar.
Kazım Karabekir: Mustafa Kemal’in, milli mücadele de muvaffak olmasının şüphesiz baş aktörüdür. O, Padişah’ın fermanı üzerine Mustafa Kemal’i bir asi olarak tutuklanması ve İstanbul’a gönderilmesini istemesine rağmen, Erzurum’da tutuklama yerine “emrinizdeyim paşam” diyerek Mustafa Kemal’in önünü açmış ve bilakis destek olmuştur. Karabekir, tabiatı ve mizacı ona önsezi, uzak görüşün veya gidişatın hangi evrelere uğrayacağını kestirip muhalif olması bakımından ne yazık ki siyaset alanında istediği başarıyı elde edememiş, kendisinin tasfiye olmasını kolaylaştırmıştır.
Ali Fethi Okyar: Selanik günlerinden beri beraber olmuşlar birçok mesele hakkında fikir birliği yapmışlardır. İttihat ve Terakkinin yönetim kadrosunda yer almış, daha sonra Ankara meclisinde başvekillik yapmış bir şahsiyet olarak pek ihtiraslı olmayan biriydi. O, daha çok diplomasi veya parlamento adamı olarak görülürdü. Bir nevi görev adamı, Gazinin gölgesinde serinleyen bir yapıya sahipti. Buna misal olarak 1930’larda Mustafa Kemal ile danışıklı döğüş olarak kurulup doksan dokuz gün sonra derhal kapatılacak olan serbest fırka macerasını verebiliriz.
Fevzi Çakmak: İstanbul hükümetinde Harbiye Nazırlığı yapmış biri olarak Ankara’ya iltihak ettikten sonra yeni mecliste savunma vekili, başvekil ve Erkânı Harbiye umumiye vekili (genelkurmay başkanı)olarak önemli alanlarda görev yapmıştır. İyi bir eleman olması onun siyasi ve askeri yerinin muhafazasında etkili olmuştur.
Refet Paşa: Milli mücadele döneminin hareketli, ele avuca sığmaz bir şahsiyeti olarak belirdi. Biraz kulis(klik) işleri ile uğraşırdı. Mustafa Kemal Samsun’a çıktığında Refet Paşa’da yanında bulunmaktaydı. Ne yazık ki Cumhuriyetin arifesine gelindiğinde O’nun Halife ile fazla içli dışlı olması bakımından bundan sonraki talihi Mustafa Kemalin takdirine bağlı kalacak ve siyasetten uzun süre ayrı kalacaktı.
İsmet İnönü: Birinci Dünya Harbinde birlikte görev yaptılar. Nisan 1920’de Ankara’ya geldiğinde albaydı. Yeni hükümette Erkanı Harbiye Umumiye Vekili olarak aynı zamanda başkumandan olarak göreve başladı. Bu arada orduda Ali Fuat, Kazım Karabekir, Refet paşa va daha başka paşalar da vardı. Şimdi bu paşalar onun emrine giriyorlardı. Bu durum hem hayreti hem şikâyeti beraberinde getiriyordu. İsmet İnönü, kusursuz itaati nedeniyle Türkiye Cumhuriyetinin siyaset tarihinin ikinci adamı olarak sahnede yerini alacaktır.
Saltanatın Kaldırılması:
Gerçek İşimiz Şimdi Başlıyor;
Mudanya mütarekesi imzalandıktan sonra artık savaş dönemi sona ermiş, Mustafa Kemal, Ankara hükümetinde tek otorite olma yolunda büyük bir fırsat elde etmişti. Daha sonraki dönemlerde o günlerden bahsederken Falih Rıfkı’ya, “sanıyorlar ki artık istediğimi elde ettim, her şey bitti. Oysa asıl bundan sonra bir şeyler yapmaya başlayacağız. Gerçek işimiz şimdi başlıyor.”[4] Demiştir.
Bu arada Fethi Bey, Mudanya anlaşmasını müteakip Avrupa’dan dönmüş, İzmir’de bulunan Gazi’ye, Londra, Paris ve Roma’nın, Lozan ile ilgili havasını, burada ki tespitlerini aktarmış, İsmet Paşa’nın Lozan Murahhasları konusunda fikir birliği yaptıktan sonra muhtemeldir ki Ankara’da ki kaynayan meclisin havasını belirli bir düzeye getirmesi ve bu konuda tabiri caizse bir temayül yoklaması için yola çıkan Fethi Bey, “Gazi’nin arzuladığı vekiller heyeti ve meclisteki havanın belirli istikamette gelişmesine yardımcı olabilmek için Ankara’ya dönmüştür.”[5]
Beklenen Lozan sulhu için yeni adımlar atılmış, o zaman Hariciye vekili olan Yusuf Kemal Bey’in istifası istenmiş, yerine İsmet İnönü Lozan’a gitmek için 26 Ekim 1922’de Hariciye vekili olmuştur. İtilaf Devletleri barış anlaşmasını 13 Kasım’da Lozan’da yapılmasını kararlaştırarak 27 Ekim 1922 günü Ankara Hükümetine delegelerin tam yetkili ve sayıca ikiyi geçmemesini bildiren bir tebligatı İngiltere, Fransa ve İtalya Hükümetlerinin ortak imzasıyla bildirilmiştir.
Bu arada Ankara’nın tek otoriter olabilmesi için bir fırsat doğar: İstanbul Hükümet Reisi Tevfik Paşa, Lozan’a İstanbul Hükümetinin de davet edildiklerini Ankara’ya bildirir.
İstanbul hükümeti ile Ankara hükümeti arasındaki nihai çatışmanın sonlanması İtilaf devletlerinin her iki hükümeti de davet etmesi ile çabuklaştırıldı. “Bu ikili çağrı ve hayati bir zamanda Türkiye’de parçalanmış bir otoriteye yol açma ihtimali üzerine, Mustafa Kemal, saltanatın siyasal iktidarına birden ve kesin olarak son vermeye karar verdi”[6]
Bu arada M. Kemal bazı arkadaşlarını yoklamak sureti ile onların saltanat hakkında ki görüşlerini öğrenmeye çalıştı. Başvekil Rauf Bey şöyle demişti: “Ben makamı saltanat ve hilafeti vicdanen ve hissen Merbutum… Padişaha muhafaza-i Sadakat borcumdur, halifeye merbutiyetim ise Terbiyem icabıdır…” Onun yanında bulunan Refet Paşada aynı fikirde idi. Oda : “Filhakika, bizde padişahlıktan, halifelikten başka bir şekli idare mevzubahis olamaz”[7] demişti. Milli Mücadele’nin ileri gelenleri böyle düşünüyordu.
Muhtemel Bazı Kafalar Kesilecek:
Milli Mücadelenin başlangıç dönemlerinde İngiliz dış işleri bakanı Lord Gürzon’un Güçlü bir hükümetle masaya oturmak istiyoruz, ancak bu mümkün görülmüyor mealinde bir demeç vermişti. Şimdi yeni güçlü(!) ve tek otoriter bir hükümetin önü açılmak üzere bir fırsat doğmuştu.
İngilizlerin, Ankara ile İstanbul Arasında çatışma çıkarıp parçalanmış otoriteyi teke indirmek için tuttuğu yol, Mustafa Kemal’in Saltanat hakkında öteden beri içinde saklayıp arzuladığı kararı taktik etme imkanı vermiştir. Saltanat önce hilafetten ayrılacak sonra da saltanatın milli egemenliğin tek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nin manevi şahsiyetinde toplandığı ilan edilecektir.
Mesele, 30 Ekim de meclise getirildi. İçinde Mustafa Kemal’in de imzası bulunan sekseni aşkın mebusların imzalarını toplayan bir takrir, Meclis reisliğine sunuldu “Osmanlı İmparatorluğu’nun artık münkariz olduğunu (yıkıldığını yok olduğunu), yeni bir Türkiye devletinin tevellüt ettiğini, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile hükümranlık haklarının millete ait bulunduğunu vb…”[8] takrir ile konuşmalar açıldı. Uzun müzakereler yapıldı ancak bir sonuca varılamadı. Karşılıklı atışmalar sonucu oturum 1 Kasım günü tekrar ele alındı. O gün Mustafa Kemal, uzun bir konuşma yaptı. Konuşmasını Türk ve İslam tarihi ile birlikte özellikle Hilafet tarihi üzerinde yoğunlaştırdı:
“Mazhar-ı Nübüvvet ve Risalet olan Fahr-i Alem Efendimiz, bu kitle-i Arap içinde Mekke’de dünyaya gelmiş bir vücud-u mübarek idi… Ey arkadaşlar! Allah birdir, büyüktür. Allah kullarının lazım olan Kemal noktasına ulaşıncaya kadar içlerinden vasıtalarla, onlarla meşgul olmayı uluhiyet lazımesinden saymıştır” diye söze başladıktan sonra konuşmasına, peygamberleri, peygamberlerin doğuşunu büyüyüşünü gelişmelerini Hz Muhammed’in 40 yaşında peygamberlik, 43 yaşında risalete din tebliğ yetkisine vardığını etrafı ile anlattı. Sonra peygamberin ölümünü Hilafet mücadelelerini bütün teferruatı ve safahatı ile nakletti. Daha sonra Arap devletlerinin çöküşünü, Orta Asya’dan gelen Türklerin tarihi hareketlerini, Yavuz Sultan Selim’in hilafeti Mısır’da sığıntı bir şahıstan alıp onun yücelttiğini fakat şimdi Hilafet makamında gene aciz kudretsiz ve sığıntı bir şahsın bulunduğunu belirterek bundan sonra Hilafet makamında ‘İstinatgahı (dayanağı)Türkiye devleti olan bir yüksek şahıs oturacaktır.”[9]
Bu konuşmanın ardından meclisin havası biraz olsun rahatladı ancak yine de istenilen kıvamda değildi. Bunun üzerine saltanatın kaldırılması için Hoca Müfit Beyin başkanlığında Şeriyye ve Adliye vekâletlerinden oluşan bir heyetin ortak bir kararla bir fetva çıkarılması için bir komisyon oluşturulmuş, ancak bu komisyonda bulunanlar yapılan müzakereler sonucu halifeliğin sultanlıktan ayrılamayacağını iddia eder duruma geldiler. Bu müzakereleri bir kenardan takip eden Mustafa Kemal, oturumdan kendisini tatmin edecek bir sonuç çıkmayacağını anlayınca oturum başkanından söz alıp önündeki sıranın üstüne çıkarak, adeta ihtilal meclislerinde görülen bir sahneyi hatırlatırcasına söze başladı:
“Hâkimiyet ve Saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye müzakere ile münakaşa ile verilmez. Hâkimiyet, Saltanat, kuvvetle kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk milletinin hâkimiyet ve saltanatına vazuılyet (el koymak) olmuşlardı. Bu tasallutlarını altı asırdan beri idame eylemişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini İhtar ederek hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline, bilfiil almış bulunuyor. Bu bir emrivakidir. Mevzu bahis olan millete saltanatını hâkimiyetini bırakacak mıyız bırakmayacak mıyız? Meselesi değildir. Mesele, zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir, bu behemehâl (ne olursa olsun) olacaktır. Burada içtima edenler meclis ve herkes meseleyi Tabiî görürse fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.
İşin ciheti ilmiyesine gelince hoca efendilerin hiç merak ve endişelerine mahal yoktur. Bu hususta ilmi izahat vereyim dedim ve uzun uzadıya bir takım beyanatta bulundum. Bunun üzerine Ankara mebuslarından Koca Mustafa Efendi ‘Affedersiniz Efendim’ dedi. Biz meseleyi başka noktayı mezardan mütalaa ediyorduk, izahatınızdan tenevvür ettik. Mesele müşterek encümence halledilmiştir.
Süratle kanun layihası mı tespit olundu. […] Nihayet Reis reye koydu ve müttefikan kabul edilmiştir, dedi yalnız menfi bir ses işitildi; ‘ben muhalifim!’ bu sada ‘söz yok’ çabalarıyla boğuldu. İşte Efendiler Osmanlı saltanatının inhidam ve inkıraz merasiminin son safhası bu surette cereyan etmiştir.”[10]
“M. Kemal, böylece politika alanındaki taktiğine uygun olarak, inandırma ve korkutmayı birleştirmekle davayı ortak komisyonda çözüme bağladı.”[11] Mecliste verilen kanun tasarısı iki maddeden ibaretti. Birincisi Saltanata dayalı İstanbul Hükümetinin, İngilizlerin İstanbul’u işgali ettiği 16 Mart 1920 den itibaren tarihe gömüldüğü, ikincisi, Halifelik her ne kadar Hanedana ait olsa da onun Türkiye devletine dayandığı ve Meclisin “bu Hanedanın ilmen ve ahlaken erşet (reşit) ve eslah (salih) olanı” halife seçeceği ile ilgiliydi. Nitekim yasa, uzun müzakereler sonucu meclisten geçer ve kanunlaşır. Bu yasa aynı zamanda bir ilk olarak “maddi ve manevi iktidarı kanun yoluyla” birbirinden ayırır.
İtilaf devletlerinin Lozan görüşmeleri için gönderdiği davet teklifinin hem Ankara hükümetine hem de İstanbul hükümetine yapılması, o güne kadar Mustafa Kemal’in kafasındaki geleceğe ait kararlardan birisi olan saltanat mevzusunu bir an önce ele almasında temel etken olmuştur. Yine Mustafa Kemal konu ile ilgili olarak, “bu müşterek davet keyfiyeti, şahsi saltanatın lağvı (kaldırılması) muamelesini kati olarak neticelendirdi”[12] diyerek bu iki davet şeklinin işlerini kolaylaştırdığını ifade etmektedir. Nitekim 1 Kasım 1922 günü saltanatın kaldırıldığı kararını meclis onaylar, 2 Kasım günü hükümetin resmi tebliği olarak Anadolu Ajansı vasıtası ile yurda ve tüm dünyaya saltanatın kaldırılmış olduğunu duyurur. Bundan sonra ülkenin tek otoriter hükümetinin Ankara olduğu kesinleşmiş olur.
Mustafa Kemal, 3 Kasım da yanında bulunan yakınlarına bundan sonra ki gelişmelerin ne yönde olacağını sorar. İsmet İnönü, ne memleketten ne de dünyadan bu karara hiçbir aksülamel olacağına ihtimal vermez. Fevzi Çakmak’ta aynı fikirdedir. Fethi Bey, sultanlık tarihe gömüldüğüne göre İstanbul Hükümeti’nin istinatgâhının olmadığını, Tevfik Paşa Hükümeti’nin istifa etmesi gerektiğini söyler. Bu şartlar altında Padişah’ında ülkeden ayrılması kaçınılmaz olduğu fikrini sürer. Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşalar’ da aynı görüştedirler. Ertesi gün İstanbul Hükümetinin Başvekil’i Tevfik Paşa istifa eder, 19 Kasımdan beri Ankara temsilcisi olarak İstanbul’da hazır bekleyen Refet Paşa’ya Asker ve sivil makamlara el koymasını, görevi devralması bildirilir. Aynı gün itilaf devletlerine de saltanatın kaldırıldığı T.B.M.M. Hükümetinin ülkede tek yetkili otorite olduğu bildirilmiştir.[13]
Mecliste Padişah’ın durumunun ne olacağı tartışılırken hatta çok ağır bir dille eleştirilmiş, tutuklanması bile talep edilmiştir. Ancak 16 Kasımı 17 Kasıma bağlayan gece altı yüz yıllık bir devir kapanır. İstanbul’da bulunan Refet Paşa’dan Başvekil Rauf Orbay’a sabaha karşı şu acele telgraf gelir:
“Vahidettin Efendi, bu gece saraydan gaygubet etmiştir.”[14] (Ayrılmıştır.)
Altı yüz yılı aşkın üç kıtada hüküm süren koca dev, böylece son nefesini vererek tarih sahnesinde ki yerini alır.
[1] Ş.Süreyya Aydemir, Tek Adam, c.2, s.33
[2] Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, Atatürk’ün doğumunun 100. Yıl Yayınları, s.3252 Bazı kaynaklar, 16 Ekimde Bursa’ya geldiğini söylüyor.
[3] K.Karabekir, Paşaların Kavgası, Emre Yay. 5. Baskı, 2000, İst. S.92
[4] Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Altın Kitapları Yay. 31. Basım, İst. 2018 s.405
[5] Fethi Okyar, age. S.325
[6] Bernard Lewis, Modern Türkiyenin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi 1970, Ankara, s.257
[7] Bernard Lewis. S. 257
[8] Ş. Süreyya Aydemir, Tek Adam, c.3, s.56
[9] Ş.Süreyya Aydemir, age. C.3,s.57
[10] Bernard Lewis, age. S.258
[11] Lord Kinross, age. S. 411
[12] Ş. Süreyya Aydemir, Tak Adam, c. 3 s.56
[13] “Beyannamenin ajanslar vasıtasıyle, Avrupaya’da tebliğ edilmiş olduğunu bittetkik anladığımı da arz ederim” Rauf Orbay, cehennem Değirmeni, c. 2 Emre yay. İst. 1993 s. 112
[14] Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, s.330, Ayrıca, Rauf Orbay, cehennem Değirmeni c.2, Emre Yay. S. 112