Osmanlı Devletinin siyasi, askeri ve ekonomik açıdan güçten düşmesi, Avrupa’nın siyasi ekonomik ve askeri baskısı, Devleti Ali’yi bir takım değişiklikler yapmaya zorladı. Bu değişiklikler genel anlamda modernleşme olarak değerlendirildi. Batıya benzemekten öte, Batının terakkisini öncelemeye çalışan bu modernleşme girişimleri, çok kısa sürede her yönüyle batıya benzeme serüvenine dönüştü. Bu dönüşüm çabaları 1839 Tanzimat’la birlikte hukuki bir sürece girdi. Ortaya Batının arzularını tatmin etmeye dönük yazılı bir metin çıktı. Osmanlı, modernleşme sürecinde ilk kez Avrupa-i yazılı bir metinle yüzleşmiş oldu.
Tanzimat Fermanı’nın ardından istediğini elde edebileceği kanaatine varan Avrupa, özellikle gayrimüslimler üzerinden artırdığı baskısının sonucunda, 1856’da Islahat Fermanı’nı da çıkarmayı başardı. Dönemin popüler kavramı olan müsavat- eşitlik üzerinden bastıran Avrupa, ‘teba’dan ‘vatandaşa’ uzanan bir süreci de başlatmış oldu. Siyasi ve ekonomik gücü kalmadığı gibi, askeri alanda da sürekli kayıplar veren Osmanlı, Avrupa’dan gelen baskılara dayanacak metanetini yitirmişti. Bu süreçler devam ederken, Avrupa’yı gezip görmüş ve terakkiyi Avrupa gibi olmakta gören muhalif cephe de içeriden sesini yükseltmeye başladı.
Kendilerini çökmekte olan devletin bu gidişatını durdurmakla görevli sayan Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi Batıcıların başını çektiği muhalif cephe, yeni bir yönetim sistemi önermekteydi. Çözüm, meclisli anayasal bir düzenin yürürlüğe konması ve yönetimin sınırlı olmasıydı. Daha sonraları Genç Osmanlılar ya da Jön Türkler olarak anılacak olan bu cephe, Batıdan devşirilen temsili sayılacak anayasal parlamenter bir sistemin yürürlüğe girmesini yüksek sesle dile getirmeye başladı. Avrupa’dan devşirilen bu anayasal parlamenter sistemin, İslami kuralların hüküm sürdüğü Osmanlı coğrafyasında meşruluğunu temin etmek için de, İslam’a ait birçok kavram yeniden yorumlanarak, meşruiyet idaresine meşruluk sağlanmaya çalışıldı.
Genç Osmanlılar meşruti yönetimin felsefi alt yapısını oluştururken, gerek İslami gerekse Batılı kaynaklardan alabildiğine yararlanmış, önerdikleri yeni düzene dinden meşruiyet sağlayabilmek için çok çaba sarf etmiştir. Bu muhalif cephe oluşturdukları tabanla, parlamenter sistem meşruti idare ve anayasal düzeni, dönemin sultanı Abdülaziz’e dayatmaya başladılar. Meşrutiyetin yürürlüğe girmesi için oluşan komite, tavsiye ve baskılarına rağmen Abdülaziz’in tavsiyeleri savsaklaması sonucunda, dönemin şeyhülislamı Hayrullah Efendi’yi de komiteye dahil ederek, sultanın şeyhülislam fetvasıyla indirilmesini sağladılar. Abdülaziz’in yerine Mehmed Reşad tahta çıktı. Fakat Mehmed Reşad da akli sorunları sebebiyle yine Hayrullah Efendi’nin fetvasıyla tahttan indirildi ve bu kez yerine II. Abdülhamid tahta çıktı.
Abdülhamid’in tahta çıkması, I. Meşrutiyet’in ilanı ve Kanuni Esasi’nin hazırlanmasıyla, Müslüman modernleşmesinde geri dönüşsüz eşiklerden biri daha aşıldı. Artık Osmanlı Devleti ve Müslümanlar tarihlerinde ilk kez Avrupa tipi parlamenter sistemle tanışırken, yazılı bir anayasaları oldu. Avrupa-i bir yönetim tarzını dayatanlar, kendi siyaset geleneklerinden bir daha geri dönemeyecekleri şekilde uzaklaştı. Fakat gerek Osmanlı Devletinin hukuki yapısı gereği, gerekse örfi manada meşruti idare olan meşrutiyet, Müslüman halkın nazarında meşruluk sorununu aşamamıştı. Sorun, meşrutiyetin nasıl İslamileştirileceğiydi. Zira meşrutiyet modern bir yönetim biçimi olarak parlamenter sisteme dayanmakta, yazılı bir anayasaya sahip olmakta ve parlamentoya yapılacak seçimler sonucunda gayrimüslimlerin de girecek olmasındaydı.
Meşrutiyete dini bir meşruiyet sağlamak için ele alınan kavram “meşveret”, meşruti idareyi İslamlaştırmak için kullanılacak en ideal kavramdı. Fakat dönemin ileri gelenleri ve ulema, Ali İmran suresi 159. ayette geçen “onlarla müşavere et” sözcüğündeki, “onlar”ın içine, parlamentoya girecek olan gayrimüslimlerin de dahil olup olamayacağı hususunda ihtilaf ettiler. Müslümanlar, gayrimüslimlerle, Müslümanların siyasi, hukuki ve içtimai meselelerinde meşverette bulunabilir mi? Bu hususlarda istişare edebilir mi? Meselenin aşılması için meşveret meclisinin kurulmasına karar verildi Kanuni Esasi ve meşrutiyet yönetiminin resmi bir toplantı yapılıp, meselenin tartışılarak orta bir yol bulunması hususunda girişimler oldu. Toplanan meşveret meclisinde dönemin askeri, idari, ilmi ve siyasi yapı içerisinde bulunan önde gelenler şeyhülislamın konağında bir araya geldiler. Yapılan meşveret toplantısında çeşitli görüşlerin ortaya atılmasıyla sonuç alınamadı ve toplantı dağıldı.
Tekrar ikinci bir toplantı daha düzenlendi. Mithat Paşa’nın meşrutiyetin meşveret usulüne aykırı olmadığı, tam aksine dinin meşvereti emrettiği için meşrutiyetin de bunun karşılığı olduğuna dair ileri sürdüğü görüşler, ulemanın çoğunun, oluşturulacak mecliste gayrimüslimlerin de bulunup bulunmayacağı hususuna tekrar gelip dayanınca, müzakereler yine tıkandı ve sonuçsuz kaldı.
Meşrutiyetin “meşveret” kavramıyla İslamileştirilmesi hususundaki çabalar sürdürülmeye devam etti ve yeniden bir şura toplanmasına karar verildi. Yaklaşık iki yüz kişinin katıldığı bu şura toplantısında, Mithat Paşa yine kendi düşüncesini bastırarak, meşrutiyetin meşveretle bir tezat teşkil etmediğini ileri sürerek, dönemin ulemasından bu hususa destek olmalarını istedi. Yoğun geçen tartışmalar sonucunda, muhalif olanlar da olsa, toplantı sonucunda meşrutiyet ve meşveret lehine olumlu karar çıktı. Olumlu karar çıkmasındaki gerekçe, meşveretin “ne olduğuna” dair yorumun ictihadi alana bırakılması gerektiği üzerineydi. Dönemin Batıcıları, zorlamaları ve kararlı olmalarının sonucunu almış, meşrutiyeti meşveret kavramıyla İslamileştirmişti. Parlamenter sistem, Müslümanların hayatına böylece girmiş oldu.
Fakat dönemin çok hızlı yaşanan gelişmeleri, devletin özellikle askeri alandaki mağlubiyetleri ve Ruslarla yaşanan 93 harbi sonucunda, Abdülhamid Kanuni Esasi’nin 3. Maddesi’nin kendisine verdiği yetkiye dayanarak, 14 Şubat 1878 tarihinde meclisi süresiz olarak kapattı. Bundan sonraki dönemde 30 yıl boyunca, muhalifler tarafından “devr-i istibdad” denilen dönem başlamış oldu. Meşrutiyet, hürriyet, müsavat, meşveret denilerek yola çıkılan bir dönem çok kısa sürede sona erdi. Abdülhamid’in bu tavrı, içerideki muhalif kesimin muhalefetini artırmasına ve muhalefetin değişik alanlara kaymasına neden oldu. Abdülhamid’in müsamaha göstermez baskısı sonucu ülke içerisinde barınamayan dönemin muhalif kesimi, muhalefetlerini Avrupa’da sürdürmek için yurtdışına gitmek zorunda kaldı.
Abdülhamid kurduğu yönetim sistemiyle hiç kimseye göz açtırmayacak bir politika izleyerek, bütün muhalifleri susturdu. Avrupa’ya gidenler ise İngiltere, Fransa, Almanya gibi ülkelerde bu ülkelerin desteğiyle muhalefetini çeşitli basın yayın organlarıyla sürdürdü. İçerideki muhalefet ise susmak zorunda kaldı. İçeride susmak zorunda kalan muhalefetin tam aksi yönde, dışarıdaki muhalefet Avrupa devletlerinin de desteği ve yardımıyla yükselmeye başladı. Çıkardığı neşriyatların yurtiçine de ulaşması, içerideki muhalefeti de günden güne besledi.
1900’lü yılların başlarında İttihat ve Terakki Cemiyeti vücuda geldi. Abdülhamid’e karşı ilk örgütlü muhalefet mason teşkilatları usulünce kurularak, yurtiçinde ve yurtdışında teşkilatlanmaya başladı. Yurtiçinde bulunan bazı ordu mensupları, Osmanlı aydınları, ulema-ilmiye sınıfı da bu yeni örgüte teveccüh duyarak, örgüt safında yer almaya karar verdi. 1908 yılının Temmuzuna gelindiğinde İttihatçılar gerekli hazırlıkları yaptıklarını ve artık harekete geçmek zamanının geldiğine karar verdiklerinde, Balkanlarda Osmanlı’ya karşı Selanik merkezli isyan hareketine kalkıştılar. Bölgede ordu dağılmış, ittihatçı subaylar emrindeki askerlerle beraber kendi devletlerine karşı savaşmayı dahi göze almıştır. İttihatçıların başlattığı bu kalkışmaya bölgedeki etnik gruplar da destek vererek, Osmanlı Devletine karşı isyan hareketinin içinde yer almıştır.
Abdülhamid, gelişmeler karşısında zaten büyük sorunların yaşandığı Balkanlarda sorunun daha da büyümemesi için ittihatçılarla anlaşarak, 23 Temmuz 1908 tarihinde 2. Meşrutiyet’i ilan etmiş, Kanuni Esasi’yi yürürlüğe koymuştur. 2. Meşrutiyet’in ilanıyla gerek Osmanlı Devleti gerekse İslam Ümmeti için artık bir daha geri dönüşü mümkün olmayan eşik aşılmış, arabanın yönü yardan aşağı doğru dönmüştür.
Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte, baskı döneminde pusuda olan birçok fikir ve neşriyat gün yüzüne çıkmış, basın yayın hayatında sayısız gazete, der gi, mecmua neşriyata başlamıştır. Her görüş, her düşünce, her ekol hürriyet (!) ortamında kendisini ifade edebilme imkânına kavuştuğundan, bir anda ortalık hürriyetin (!) nimetleriyle dolmuştur.Fakat gerek ittihatçılar gerekse meşrutiyet taraftarları için önlerinde aşılması gereken çok önemli bir sorun durmaktadır. Meşrutiyet İstanbul’da ilan edilmişti ama halk henüz meşrutiyetin ne olduğunu, neler getirip neler götüreceğini ve en önemlisi de İslam ile olan ilişkisini sorgulamaktadır. Yani ittihatçı zihniyetin Müslüman halkın gözünde meşruiyet sorunu çözülememiştir. Geçmiş dönemlerindeki söylemleri ve Avrupa’ya olan hayranlıkları herkesçe malum olan ittihatçılar, bir ihtilalle meşrutiyeti ilan ettirmiş, lakin bunun bu yöntemle sürdürülebilir yanının olmadığını bilmektedir.
Meşrutiyet ve anayasa olan Kanuni Esasi İslamileştirilmeli, Müslümanlaştırılmalıdır. 1. Meşrutiyet tecrübesini, o dönemde yaşanan tartışmaları herkes bilmektedir. Bu yüzden zaman geçirilmeden meşruiyet sorunu halledilmelidir. İttihatçılar zekice hareket etmekte ve İngiliz aklıyla iş tutmaktadır. Kendi başlarına bir muhalefet oluşturamayan ve kullanışlı bir durumda bulunan ulema- ilmiye sınıfı eklemlendiği ittihatçı zihniyetin meşruiyet sorununu çözecektir.
II. Meşrutiyet’in ilanını müteakiben Müslüman muhalefet de kendi içinde cemiyet kurmaya ve neşriyata başlar. Dönem itibarıyla Müslüman muhalefet iki ekol olarak ele alınabilir. Bunlardan birisi, Mustafa Sabri, Elmalılı Hamdi Efendi, Mustafa Asım, Mehmet Fatin, Adanalı Hayret gibi isimler bir araya gelerek kurdukları “Cemiyet-i İlmiye-i İslamiye” ve bu cemiyetin yayın organı olarak “Beyanül Hak” adlı gazetedir. Kurdukları cemiyeti ilan ederlerken, “İttihat ve Terakkiye merbuttur” diyerek nerede ve kimlerin yanında durduklarını deklare ederler.
Diğer ekol ise Eşref Edip, Mehmet Akif, Musa Kazım, Manastırlı İsmail Hakkı, İzmirli İsmail Hakkı, Ahmed Naim, Ebu’l-Ulâ Mardin gibi dönemin önde gelen birçok mütefekkirin çıkardıkları Sıratı Müstakim-Sebilürreşad çevresidir. Sıratı Müstakim çevresi de ittihatçılarla beraber olduklarını sürekli zikretmiş ve statüko tarafında olmaktan hiç vazgeçmemiştir. Adı zikredilen bu iki ekol, yeni düzenin Müslümanlaştırılmasında çok etkin bir rol oynayacak ve Müslüman ahaliyi ikna edecektir.
İttihatçılar yeni düzenin sahibidir ve bu düzenin Müslüman ahali nazarında meşrulaştırılması için ortaya bazı kavramlar atarlar ve bu kavramları ulema sınıfının kucağına bırakırlar. Bu kavramların en çok tartışılan ve konuşulanları, meşveret, hürriyet, müsavat-eşitlik, uhuvvet, içtihad, hamiyeti milliye, Kanuni Esasi’dir. İttihatçıların bu kavramları ulemanın yeniden yorumlaması için ortaya atmaları ve ilmiye sınıfının kavramları ele alarak tamamen siyasi içeriklerle doldurarak yeniden yorumlaması, süreç içerisinde yeni düzene bir zemin sağlamış ve ittihatçılara da yapıp edeceklerine dair nefes aldırmıştır.
Öncelikle meşveret kavramı yeniden ele alınır ve meşrutiyetin meşveret usulüne uygunluğu gerek Kur’an’ı Kerim’deki ayetlerle gerekse Resullullah (as) döneminden örneklerle, meşrutiyetin meşveret demek olduğu hususu bütün ulema tarafından yorumlanır ve meşrutiyet idaresi bu yorumlarla İslamileştirilir. Bu kavram konusunda dönemin bütün uleması konu ile ilgili makaleler kaleme alır. Fakat dikkat çekici çok önemli bir husus, Ali İmran suresindeki ayette geçen, “onlarla müşavere et” ifadesindeki “onlar”ın kim olduğuna dair hiçbir açıklama yapılmaz. I. Meşrutiyet dönemindeki ulemanın bu konu üzerindeki hassasiyeti, II. Meşrutiyet dönemi ulemasında görülmez. Dönemin mütefekkirleri meşveret meclisini meclisi mebusan olarak sürekli ele alır ve parlamentoyu meşveret kavramı üzerinden meşrulaştırırlar. Parlamentoda yer alan gayrimüslimlerin meşveret heyetine dahil olup olamayacakları dönem olarak dile getirilmez.
Dönemin ilmiye sınıfının en tecrübeli şahıslarından birisi Manastırlı İsmail Hakkı’dır (1846- 1912). İsmail Hakkı hem I. Meşrutiyet’i görmüş, tartışmalara şahit olmuş, hem Abdülhamid idaresini yaşamış hem de II. Meşrutiyet’in ilanına tanıklık etmiştir. Manastırlı, meşverete uhuvvet kavramı üzerinden yeni bir yorum getirir. “Din başka kardeşlik başka” der. “Din ayrı kardeşlik ayrıdır”. Manastırlı’ya göre kardeşlik sadece dinde olanla sınırlı değildir. Esas kardeşlik vatan kardeşliğidir. Yani “uhuvvet-i vataniye” kardeşliklerin en üst seviyesidir. Vatan kardeşliği ise, vatandaşlık demektir. Bu sebepten, parlamentoda yer alan gayrimüslimler vatan kardeşlerimizdir, hepsi bu devletin vatandaşıdır. Bu yüzden gayrimüslimler meşverete dahil olabilir, parlamento bir meşveret meclisidir.
Meşveret kavramı ile modern bir yönetim biçimi olan parlamenter düzene, ilmiye sınıfı İslami bir biçim verir ve gayrimüslimlerin de içinde bulunduğuve batı kaynaklı yasamaların yapıldığı parlamento, meşveret meclisi muamelesi görür. Diğer kavramlar da tamamen meşrutiyet yönetimini meşrulaştıracak şekilde, tamamen siyasi içerikli yorumlarla ele alınarak tanımlanır. Hürriyet kavramını Müslümanca yorumlamaya çalışan dönemin uleması, aslında ittihatçı zihniyetin bu kavramla ne yapmak istediğinin farkına varamamıştır. İttihatçılar hürriyetle Avrupa-i bir toplum kurmanın ideolojik zeminini hazırlarken, ulema, hürriyeti ifade özgürlüğü, yazıp çizmek olarak değerlendirmiştir. Daha sonraları meselenin ne olduğu anlaşılır ama yapacak bir şey kalmamıştır. Özellikle Mehmet Akif hürriyete (!) kavuşan milletin içtimai anlamda nasıl ahlaksızlığa büründüğünü mısralarına uzunca konu edecektir.
Bu dönemin ulema sınıfına ait en aktif şahıslarından biri de Elmalılı Hamdi Efendi’dir. Elmalılı 1908 seçimlerinde İttihat ve Terakki’nin Antalyamebusu olarak pa r lamentoy a girmiş ve mebus olmuştur. Asıl hareketli hayatı mebusluğu dönemindedir (1908- 1912). Elmalılı bu dönemde, yeni düzeni İslamileştirmek üzere kalemiyle sahaya çıkar. Medrese geleneğinden gelişi, ilmi birikimi, edebi üslubu kaleme aldığı makalelerinde kendisini gösterecektir. Abdülhamid döneminde ona karşı muhalif, ittihatçılar döneminde tam bir meşrutiyet müntesibi, cumhuriyet döneminde ise bir münzevi olarak hayat yaşar.
Yeni bir düzen kurulmuştur. Meşrutiyet, parlamento ve Kanuni Esasi merkezli bu yeni düzen, köhnemiş (!) eski düzenin yerini almalı ve ne pahasına olursa olsun Müslümanlaşmalıdır. Dönemin ilmiye sınıfının yaptığı gibi, Elmalılı da işin bir ucundan tutmalıdır ve tutar. Çok cesur ve ucu açık yorumlarda bulunur. Tam bir meşrutiyet taraftarı olarak, bütün ilmi birikimiyle yeni düzenin toplumda makes bulması için çaba sarf eder. Bir yönüyle medrese geleneğinden gelen ilmiye sınıfına ait iken, diğer yönüyle Antalya mebusu olarak parlamentoya aittir. Elmalılı mebusluğu dönemin de sürekli ait olduğu bu iki taraf arasında gider gelir. Bu gidiş gelişler onu iki kişilikli ve iki kimlikli yapmaktadır. Bu durum genelde dönemin ilmiye sınıfını özelde ise Elmalılı Hamdi Efendi’yi kendi geleneğinin dışına çıkarır.
II. Meşrutiyet dönemi dikkatlice incelendiğinde, dini yorum tarzlarının, bu bağlamda fıkıh anlayışının, yenilenmesi ile ilgili çok modern yorumların yapıldığı görülür. Tanzimat’la birlikte yaşanan çağdaşlaşma süreci içerisindeki tüm problemlerin çözümüne modern bir zihinle kafa yorulduğu görülmektedir. 1908’den sonraki dönemde birçok konuda olduğu gibi, fıkhi yenilenme sahasındaki gelişmeler de Müslüman muhalefetin kontrolünden çıkmış gibi gözlenmektedir. Bu dönemde fıkıh ilmi ile ilgili olarak gündeme getirilen yaklaşımlar “yenilenme” ve “asrın ihtiyaçlarına cevap verebilme” kavramları etrafında teşekkül ettiği söylenebilir. Siyasi ve içtimai anlamda “Asrı Saadete” dönmek yerine, siyaseti ve içtimai yapıyı “Asrı Hazıra” hazırlamaya çaba sarf edildiği dikkat çekmektedir.
Getirilen yeni yorum ve yaklaşımların, yer yer itikadi temele taalluk eden ve ameli sahada Müslümanları zaafa uğratacak cesurca ve bir o kadarda tehlikeli yorumlar olarak algılanabilecek tarzda olduğu görülmektedir. Tabi bu yaklaşımlar İslam düşünce geleneğinin aleyhine süreç içerisinde meyvesini vermeye başlamıştır. Elmalılı Hamdi Efendi de böyle cesurca ve bir o kadar da sakıncalı, ucu açık yaklaşım ve yorumlardan geri durmamıştır. Ne yazık ki, o günün ilmiye grubu da bu gelişmelere ve fesada yol açan yorum ve yaklaşımlara, ilmiye geleneği içinde değil de sürekli eleştirdikleri Batılı zihin formatında yaklaşmıştır. Meşrutiyetle birlikte ortaya çıkmaya çalışan yeni bir devlet ve toplum inşasında, ilmiye sınıfına mensuplar olarak değil de, politik bir deha olarak görünme gayretiyle mücadele ve müdahale etmiştir.
Özellikle II. Meşrutiyet döneminde ilmiye sınıfının, bağımsız muhalefet unsuru olmayı başaramamaları sonucunda mevcuda eklemlenmeleri, süreç içerisinde kendi geleneğine yabancılaşması olarak tanımlanabilir. Öyle ki, bu dönemde beklentiler şeri anlamda en üst perdeden dile getirilirken, usul olarak bunu sağlaması mümkün olmayan metotla ilerlenmek istenmektedir. Belli bir zaman sonra birçok şeyin, sadece politik arenada yapılmasının mümkün olmadığını anlasalar da ne yazık ki geç kalınmıştır.
20. asrın başlarında ilmiye sınıfından beklenmeyecek olan böyle bir eksen kayması ne yazık ki 21. asrın başlarında da tekerrür etmekte, yeni bir dilin ve davet usulünün maslahat kavramına yaslanarak inşası, Müslümanca muhalefetin Kitap ve Sünnet merkezli manevralarına engel teşkil etmektedir. İslam düşünce geleneğini ve fıkhın kadim usulünün bir kenara bırakılarak, kavramlara getirilen yeni yorum ve yaklaşımlar, cahili geleneğin yeniden canlanmasına yol açmakta, dinin hasım olarak tanımladığı taraf yeni yorumlarda hayat bulmaktadır. Öyle ki, yapılan bu yeni yorumlar sadece cahiliye geleneğinin canlanmasına ve hayata tutunmasıyla sınırlı kalmamış, insanlığa rahmet olma idealini taşıyan bir dinin müntesipleri arasında da husumet doğurmuştur. Karşı tarafça üretilmiş ve tanımlanmış olan İslamcılık kavramının dahi süreç içinde tüketilmesi, içinin boşaltılarak yeniden tanımlanması, laik seküler yapının ‘ilelebet’ tasavvuruna omuz veren ve beka sorununu çözmeye çalışanların dahi ‘İslamcı’ olarak vasıflandırılmasına yol açmıştır.
Müslüman düşüncenin kendi dışındaki egemen tasavvura karşı olan esasa bağlı muhalefetini savunanların, hayatın taşrasında yaşayanlar olarak yaftalanması, demokratik temelli yapılanmanın ana omurgasını oluşturan seçim furyasına katılmayanların siyasi basiretsizler, siyasi miyoplar olarak değerlendirilmesi, hiçbir şey değilse bile, kendi dışında farklı düşünen Müslüman düşünceyi aşağılama ve tahammülsüzlüktür.
Meşrutiyet döneminin ilmiye sınıfının önüne konan iki seçenekten birisi, “ya istibdada razı olacaksınız ya da modern temelli meşrutiyeti destekleyeceksiniz” teklifi ne yazık ki kendi başına bir muhalefet oluşturamayan dönemin Müslüman münevverlerini yanılttığı gibi, 21. asrın başından bu yana meydana gelen gelişmelerde bu dönemin Müslüman münevverlerini yanıltmıştır. Bu dönemde gelen teklifte öncekinden farklı değildir. “Ya istibdat Kemalizm’ini seçeceksiniz, ya da size alan açacak, daha özgür bir ortamda yaşamanızı sağlayacak başka birini.” Peki, üçüncü bir seçenek yok mudur? Öğretilmiş tercihlerin baskınlığı ve popüler oluşu, ne yazık ki üçüncü seçeneğin görülmesinin önüne geçmekte, Müslüman camianın akil adamları da görmek istememektedir. O dönemin münevverleri gibi, bu dönemin münevverleri de kendi başlarına bağımsız bir muhalefet geliştiremediklerinden, ne yazık ki ikisinden birini seçmek zorunda kalmıştır.
İslam dünyasının ilmi ve siyasi alanda yaşadığı şok, ilmiye sınıfının ve siyasi figürlerin sorunlara çözüm üretememesi, Batı dünyasının ilmi, felsefi, siyasi, ekonomik ve askeri olarak baskın olması ve kendi kültürünü dayatması, savunmasız olan toplumun akil adamlarının kafa karışıklığına yol açmıştır. İki seçenekten birine mahkûm olmaları, yaşanan gelişmeleri değerlendirmede siyasi yönlerinin yetersiz kalması olarak yorumlanabilir. Bu yetersizlik Müslümanlara siyasi alanda sıkıntı çıkardığı gibi, içtimai alanda da önüne geçilemeyecek sıkıntıların kapısını aralamıştır. İleriye dönük demokratik temelli çoğulculuk üzerinden, modern tasavvurun “birlikte yaşayalım” önerisi, ahali içinde kendisine yaşam alanı bulmuştur. Süreç, tebadan vatandaşa, vatandaş kavramı üzerinden eşitliğe, eşitlik üzerinden modern hukukun meşrulaşmasına varan bir seyir izlemiştir.
Elmalılı Hamdi Efendi de kaleme aldığı ilk makalelerinde birlikte yaşama kültürüne vurgu yaparak, “Siyaset-i Medine” kavramını ele almaktadır. Elmalılı Hamdi Efendi’nin Medine olarak ele aldığı yer şehir veya kasaba değildir. Medine’den kastettiği, muhtelif fikir sahiplerinin akıllarında var olan tavır ve davranışlarının vesilesiyle birbirine yaklaşmaları ve bunun sonucunda oluşan birlikteliklerdir. Elmalılı’nın Medine’den kastı, ortak değerlere sahip toplumdur, halklardır. Asıl işaret edilen ise bu halkların temsili olarak varlığını gösterdiği yer parlamentodur.
Elmalılı çok farklı görüş ve fikirlerin olduğu bir toplumda bir arada durabilmenin çaresini söyler. Bu toplum içerisinde çeşitli fikirler olacağından, insanların birbiriyle aynı düşünmesi mümkün olmayacaktır. Bu sebepten birlik beraberlik sağlanamayacak, birbirine karşı üstünlük sağlaması imkânsız olacaktır. Bunun sonucunda toplumda istenilen düzen ve intizam sağlanamayacaktır. Düzen ve intizamın sağlanması için toplumdan aklı başında olanlardan, sağlıklı düşünenlerden, ileri görüşlülerden bazıları bir araya gelir, bir meclis teşkil eder ve bu meclis de bir hükümete bağlanır. Bağlanılan bu hükümete de itaat etmek şarttır. Böyle bir hükümete medeni milletlerin ihtiyacı daha fazladır.
Elmalılı Hamdi Efendi ve diğer ulemanın ele aldığı kavramlar arasında en çok zikredilenlerden biri de dönemin anayasası olan Kanuni Esasi’dir. Kanuni Esasi şeriatın özeti olarak ele alınır, değerlendirilir. Bu anayasa Kur’an’ın içinden çıkarılmıştır ve anayasaya karşı gelenler melundur. Hatta Halife dahi bu anayasaya bağlı kalmak, bağlı kalacağına dair yemin etmek zorundadır. Parlamento devlet hiyerarşisinin en üstündedir ve orası “millet- i hakimedir.” Meşruti hükümet ve onun parlamentosu, millet-i hakime olduğu için, halife bu kurumun üstünde değildir. Halife bu kurumun, meşruti hükümetin başkanından başka bir şey değildir. Parlamento ne karar alırsa halife alınan karara uymak zorundadır. Eğer uymazsa millet-i hakime gereğini yapmaktan çekinmeyecektir.
Elmalılı Hamdi Efendi’nin en dikkat çekici yorumlarından biri de, halifenin yabancı memleketlerdeki Müslümanlar üzerinde velayet hakkının olmadığına dair getirdiği yorumdur. ‘Millet-i Hakime’ kavramı ile belli bir ulusa atıf yapan Elmalılı, bu ifadeleriyle de ulusal sınırlara işaret etmekte ve ‘ulus’ kavramını ‘ümmet’ kavramının üzerinde değerlendirmektedir. İleriye dönük yeni yorumların alt yapısını hazırlayan bu yaklaşımlar, ucu açık ve her yere çekilebilecek türdendir.
Dönemin ulema-ilmiye sınıfı, modernleşme sürecinde dine ve kavramlara getirdikleri yeni yaklaşımlarla bir bakıma dinin muhalif tarafını, belirleyici oluşunu ve itiraz edişini ortadan kaldırmaya, yeni düzene uyum sağlatmaya çabalamıştır. Artık din, belirleyici olan değil, vicdani bir mesele olarak ele alınmalı, toplum arasındaki ilişkiler dinin belirlediği şekilde değil de vatandaşlık hukukunun belirlediği şekilde olmalıdır. Bu yorumlar sonucu hürriyet kavramı, toplumsal yozlaşmaya yol açmış, uhuvvet kavramı vatandaşlık olarak yorumlanmıştır. Milleti hakime, belli sınırlar içerisinde yaşayan modern temelli ulusla eşleşerek, bugün anlaşılan “vatan” kavramının ve “egemenlik milletindir” kaidesinin tarihi geçmişini oluşturmuştur.
Dönemin en çok konuşulan kavramlarından biri de “ictihad” kavramıdır. İctihad kavramı yeni düzene paralel yorumların yapılabilmesi için, fıkhi temelli bir yaklaşımla ele alınarak, yapılacak yeni yorumlara meşruiyet sağlamak üzere tartışılmıştır. İlmiye sınıfının meşrutiyet lehine yaptığı yorum ve yaklaşımlar, ictihad kavramı içerisinde değerlendirilirken, ictihad kapısının her zaman açık olduğu üzerinde vurgular sürekli yinelenmiştir. Meşrutiyet İslam Şeriatına kucaklattırılmış, meşrutiyet ile şeriat arasında bir aykırılığın bulunmadığına işaret edilmiştir.
Şeriatın modern yönetim sistemlerinden biri olan meşrutiyeti kucaklaması, kendisinden sonra, demokrasiyi de kucaklayabilecek yorumlarla yeni bir anlamlandırmaya tabi tutulacak alt zemini de hazırlamıştır. Meşrutiyeti şeriata kucaklattırmakla, bir bakıma meşrutiyet şeri bir kisveye de büründürülmüş oldu. O günlerde meşrutiyeti kucaklayan şeriat anlayışı, yüz yıl sonra aynı fikrin taşıyıcıları tarafından şeriatın demokrasiyi kucaklaması istenecek, başlı başına ayrı bir yönetim anlayışını ihtiva eden demokratik yönetime muhalif olan Müslümanlar siyasi miyop, siyasi basiretsizler denilerek hakir görülecektir.
Tartışmaya çalıştığımız mesele muhteva olarak çok geniş ve Müslüman mütefekkirlerin dönem üzerinde ciddi araştırmalar yapmasını gerektirecek kadar önemli olduğu kanaatindeyiz. Çok önemli derslerin çıkarılması ve yeniden tartışılması, o günden bu günümüze ışık olacak, yapılan strateji hatalarının çözümünde fikirsel olarak ışık tutacak, yol açacaktır.
İnsan yeni bir düzen kurgusunda, öncelikle kendi mirasına sahiplenmeli, bu sahiplenmeyle yeni filizler sürmelidir. Zira yükselmenin olmazsa olmaz ilk basamağı insanın kendisine ait mirasıdır. O miras mayadır. Mayası olmayanlar, sürekli başkalarından bir şeyler edinmenin ve o edindikleriyle yükselmenin çekilmez zorluğuyla yüzleşirler. Oysa başkalarından bir şey beklemek, insanın kendi mirasıyla biriktirdiklerinin nasıl daha iyi olabileceğini sağlamaya yöneliktir. Asıl olan kendinize ait olandır. Tercüme ve takviyeler esasa katkı sağlamak içindir.
Yazımızda belirtmeye çalıştığımız gibi geçmişten ders alarak zamanı ıslah ve inşa etmek, geleceği yönlendirmek öncelikle Müslümanların vazifesidir. Bu vazifenin mahiyetinin anlaşılması ve uygulanabilmesi için de tarih bilgisi olmazsa olmazdır. Zira “öncekilerin halini görmediniz mi, öncekilerin haline bakmadınız mı?” diyen bir dinin müntesibiyiz. Bu sebepten, öncekilere bakmak, tarihi görmek ve öğrenmek, bu hususta ciddi çabalar sarf etmek bir zorunluluk olarak söylenebilir.
İktibas Şubat Sayısı / Yakup Döğer
ALLAH RAZI OLSUN İNŞALLAH..