GİRİŞ
Evet, bugün konumuz modern insan. Konunun işleniş sırasını paylaşacak olursak; öncelikle modern insana giriş mahiyetinde birkaç kelam edeceğiz, devamında modern insanda gelişen duygular ele alınacak, sonra modern insanın hastalıkları, modern insanın putları, hastalığımızın kökenleri, özgürlük ve içsel güç, yapılması gerekenler ve değerlendirme bölümlerinden oluşan bir sunum olacaktır.
Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki burada anlatacağım modern insanı bu ortamın dışında aramayalım. Sözümüz her daim meclisten içeridir. Anlatacağım şeyleri lütfen kafanızda tartın ve ne kadar modern insanız varın siz karar verin. Bugün modern insan hastadır, tedaviye ihtiyacı vardır. Lakin hasta olduğunu kabul etmemektedir. Aksine onu uyaran kimselerin hasta olduğunu ifadelendirmektedir. Doğrudur da onu uyaran kimselerin de modern insan hastalığına yakalanmış olması muhtemeldir.
Aydınlanma çağıyla birlikte insan vahyin öğretilerinden arındırılarak “akılcı!”, bilimci bir pozitivist anlayışla donatılmıştır. Bilimin yanılmazlığına kesinkes iman eden, eskiyi reddeden ve bilimin, aklın öncülüğünde yeniye talip bir insan modeli modernist anlayışta şekillenmiştir.
Modern olmak, bizlere serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi. Modern ortamlar ve deneyimler coğrafi ve etnik, sınıfsal ve ulusal, dinsel ve ideolojik sınırların ötesine geçer. Modernliğin bu anlamda insanlığı birleştirdiği söylenebilir. Ama paradoksal bir birliktir bu, bölünmüşlüğün birliğidir. Bizleri sürekli parçalanma ve yenilenmenin mücadele ve çelişkinin belirsizlik ve acının girdabına sürükler. Modern olmak Marx’ın deyişiyle “katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği” bir evrenin parçası olmaktır. Artık doğru olarak kabul edilen ne kadar sabiteler varsa bunların hepsi göreceli bir bakış açısı içinde yok olmuş. En temel konular dahi temel olmaktan çıkarılarak görecelik tanrısına kurban verilmiştir.
Max weber “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” kitabında modernistleri “Ruhsuz uzmanlar, kalpsiz sezgicilerdir” diyerek eleştirmiş ve devamla “insanlığın daha önce erişemediği bir gelişme düzeyi elde ettiği gibi aynı zamanda bir saplantıya da kapıldığını” ifade etmiştir. Yani modern insan ya da toplum bir kafes olmakla kalmamış içindeki insanlarda o kafesin parmaklıklarınca biçimlendirilmiştir. Bizler; ruhu, kalbi, cinsel ya da kişisel kimliği olmayan hatta diyebiliriz ki varlığı bile olmayan varlıklarız. Tıpkı modernizmin gelecekçi formlarında olduğu gibi burada da bir özne olarak (dünya içinde ve üzerinde tepki, yargı ve eylem yetisine sahip bir canlı kimliğiyle) modern insan yok olup gitmiştir, Max Weber’e göre.
Kafesin içerisinde içsel özgürlük ve kişilikten yoksun bırakılmış toplum, kafesi o kadar benimsemiştir ki artık kafesi bir hapishane olarak görmemektedir. Ve kafes bekçileri toplumu tamamen tüketime yönlendirmiş ve tüketim köleleri haline getirmişlerdir. Tüketimi hızlandırabilmek için alışverişte çeşitli kolaylıklar sağlanmış; kredili alışlar, taksitler, kampanyalar dört bir yandan toplumu kuşatmış, reklamlar ve propagandalarla halk kafesin içine iyice berkitilmiştir. Modern insan eskiyi yıktığı için, dinden soyutladığı için kendisine yön vermekten aciz bir hale gelmiştir. Artık onun ne giyeceğini, ne içeceğini, hangi marka arabaya bineceğini vs yaşamında kendine özgü öğeleri kendisi belirleyememekte kafes bekçileri onların yerine belirlemektedir. Modern insan bir kuyuya düşmüş ve kuyusunu sevmiştir. Kuyudan çıkmaya çabalamak yerine kuyuyu dekore etmekle meşguldür.
Bauman’a göre, psişik anlamda modernlik ise kimlikle, henüz burada olmayan, bir ödev, bir misyon ve bir sorumluluk olan varlık gerçeğiyle ilgilidir. Kimlik de standartlar gibi daima bir adım ilerdedir ve kişinin buna ulaşmak için nefes nefese koşması gerekmektedir. Kişi, ümidin çekmesi ve suçun itmesiyle koşmaktadır. Ancak bu koşu ne kadar hızlı olursa olsun, insana emeklemek gibi gelmekte ve onu tedirgin etmektedir.
Modernlik, durmanın imkansızlığıdır. Modern olmak hareket halinde olmaktır. Ancak kişi modern olmayı seçmediği gibi, hareketli olmayı da seçmez. Bu duruma karşın kişi, vizyonun güzelliği ve gerçekliğin çirkinliği arasında gidip gelen bir dünyaya atılmakla zaten harekete başlamış olmaktadır. Bauman’a göre vizyonun güzelliği aynı zamanda gerçekliği çirkin kılan şeydir. Böyle bir dünyada bütün sakinler bir yere yerleşmek için dolaşan göçebelerdir. İşte şu köşeyi dönünce yerleşebilecek misafirperver bir yer vardır, olmalıdır, olmak zorundadır. Ancak her köşeden sonra yeni bir köşe çıkar; yeni hüsranları ve henüz serpilmemiş yeni ümitleriyle beraber yepyeni bir köşe.
Aydınlanma çağından beri bilim, insanlara cenneti yeryüzüne indirme vaadinde bulunmaktadır. Bilim, insanlığa her türlü sorununu çözebileceği bir araç olarak sunulmaktadır. İnsan önce doğa ile ilgili bilgilerini geliştirip doğaya egemen olacak, doğanın kör güçlerini denetim altına alarak onu istediği biçimde kullanacaktır. Daha sonra da toplumla ilgili bilgilerine dayanarak toplumu, her türlü insansal sorunu çözebilecek biçimde yeniden düzenleyecektir. Gerçekten de bilim alanındaki baş döndürücü atılımlara karşın bu iyimser projeksiyonlar birer düş olarak kalmışlardır. 21. yy’da yaşanılan dönem bilgi çağı olarak da adlandırılmış olsa insanoğlu açlık, yoksulluk, savaş, gerilik ve baskı sorunlarını aşamamış gözükmekte, gelecek için iyimser kestirimler yapmak hiçte kolay gözükmemektedir.
Kendi kimliğini belirlemeden yoksun, reklamlar kuşağında yaşayan ve öğretilmiş çaresizlik içinde bocalayan bu modern insan da bazı duygular gelişir. Modern insanda gelişen bu duyguları ele alacak olursak genel olarak şunlardan bahsedebiliriz:
1- Boşluk Duygusu
Yirminci yüzyılın ortasında insanların en büyük sorununun boşluk duygusu olduğunu belirtmem size şaşırtıcı gelebilir. Bunu söylerken insanların yalnızca ne istediklerini bilmemeleri değil, ne hissettiklerine dair de hiçbir fikirleri olmayışlarını kastediyorum. Ne istediklerini ve ne hissettiklerini bilemediklerinden ellerindeki imkanların varlığından haberleri olmuyor ve hiç bir şeyi de anlamlandıramıyorlar. Aslında kendi içlerindeki bir eksikliği gidermesini yahut bir boşluğu doldurmasını bekledikleri ve bu gerçekleşmediği için endişeye ya da öfkeye kapıldıklarını açığa vuruyorlar.
İnsanın dışsal hedeflerinin peşinde fazlaca koşması ona kendi iç dünyasını unutturuyor. İnsan göze çarpmak değil uyum sağlamak istiyor; kafasında başka insanların kendisinden neler beklediğini tekrarlayıp duran bir radarla dolaşıyor gibi. Bu radar, dürtü ve talimatları başkalarından alıyor; tıpkı kendini bir aynalar toplamı olarak tanımlayan adam gibi tepki verebiliyor ama seçim yapamıyor; kendine özgü etkin bir dürtüsü yok.
Boş geçen bir hayata dair en belirgin imge hafta içi her gün aynı saatte uyanıp kent merkezindeki veya sanayideki işyerine gitmek için aynı saatteki vesaite binen, işyerinde her gün aynı işleri yapan, aynı yerde öğle yemeği yiyip, her akşam eve aynı vesaitle dönen varsa küçük bahçesiyle ilgilenen, her yıl iki haftalık tatili sırf hanım ve çocuklar istiyor diye istemeyerek de olsa deniz kıyısında ya da başka bir yerde geçiren, her hafta cuma namazı için camiye giden ve emekli olduktan kısa bir süre sonra da kalp krizi geçirerek ölen şehir insanıdır. Modern insanın her gün aynı güzergahta aynı durağa uğrayan otobüsten farkı nedir?
Boşluk duygusu genellikle insanların, hayatlarına yahut içinde yaşadıkları dünyaya ilişkin etkili bir şey yapmaktan aciz olmalarını hissetmelerinden kaynaklanır. İçsel boşluk duygusu, kişinin yılların birikimiyle hayatına yön verme, başka insanların ona olan davranışlarını değiştirme yahut içinde bulunduğu dünyayı etkileme gücünün olmadığına dair inancının bir sonucudur. Böylelikle günümüzde pek çok insan gibi derin bir çaresizlik ve anlamsızlık hissine kapılır. Ve istekleriyle hisleri gerçek anlamda bir fark yaratamayacağı için çok geçmeden istemek ve hissetmekten vazgeçer. Duyarsızlık ve hissizlik de endişeye karşı birer savunma yöntemidir. Kişi sürekli olarak üstesinden gelemeyeceği tehlikelerle yüzleştiğinde nihai savunması bu tehlikeleri hissetmekten kaçınmaktır. Böylesi bir insan tek başına bir ümmet olamamış ve kişisel nüzul sebebinin farkına varamamıştır.
Erich Fromm, günümüz insanının artık kilise yahut ahlaki kuralların yetkesi altında değil de kamuoyu gibi “anonim otoriteler”e bağlı yaşadıklarını belirtmiştir. İsmet Özel’in ifadesiyle Modern “insanlar artık aya, güneşe, lat ve menat putuna tapmıyor ama devlet adamlarına, piyasaya, makinalara, teşkilatlara, teorilere tapıyorlar. Yeni putları mukaddes kılabilmek için kitaplı dinleri terkediyorlar.” Otorite halkın kendisidir fakat bu halk aslında yalnızca başkalarının kendisinden neler beklediğini öğrenmek için kendi radarını kullanmaya çalışan çok sayıda bireyden oluşmaktadır. Uzun vadede aslında kendi kollektif boşluğumuzdan korkmaktayız. Uyum ve alışılmışın ortalamasını tutturmak, boş ve sıkıcı hayata rasyonel bir temel sağlıyor.
Boşluk beraberinde can sıkıntısını getirir. Halbuki can sıkıntısı insanda en büyük belalardan, en doğrudan hissedilen cezalardan biridir. Hayattaki tek amaçları keselerini doldurmaktan ibaret olup kafalarının içini ölümüne boş bırakan bir sürü sefil yaratıkta görürüz bunu. Kendilerini götürüp azap içinde kıvrandıran can sıkıntısının kollarına teslim ettiklerinden bizzat bu servetleri onlar için bir cezaya dönüşmüştür. Bu can sıkıntısından kurtulmak için her yöne saldırırlar, yerlerinde duramazlar, şuraya buraya her yere seyahat ederler. Bir yere ulaşır ulaşmaz hemen oranın kendilerine sunacağı oyun ve eğlenceleri arayıp sormanın telaşına düşerler, nasıl ki yoksul bir adam akşam öğününü nerede bulacağının tasası içerisinde koşturup duruyorsa. Can sıkıntısı; tatmin vasıtalarının tıkanmasıdır aynı zamanda.
Kendimize ne aradığımızı sormalıyız. Kim ne arıyorsa aradığı şeyi bulabileceği pazara gider. Hakikati seviyorsak hakikati nerede bulacağımızı da biliriz. Hakikatin peşinde olanlar boşluk duygusunu yaşamazlar.
2- Yalnızlık
Modern insanın bir başka özelliği de yalnızlıktır. Boşluk ve yalnızlık duyguları el ele ilerler. İnsanoğlunun tarihi yalnızlığı paramparça etme çabasından ibarettir. Yalnızlık duygusunun insanın kendini boş hissedip korkuya kapıldığında ortaya çıkmasının nedeni yalnızca sürünün içinde güvende olan vahşi bir hayvan gibi kalabalık tarafından korunma isteği değildir. Bunun daha temel nedeni insanın birey olma deneyimini yalnızca kendini başka insanlarla ilişkilendirdiğinde yaşaması ve yalnız kaldığında bu birey olma deneyimini yitirmekten korkmasıdır. Bu ontolojik yalnızlıktır. Kendi varlığından şüphe eder. İspat için diğerine ihtiyaç duyar.
Kierkegaard, kendi çağıyla ilgili şunları yazmıştır: “Nasıl ki Amerika’nın ormanlarında vahşi hayvanları uzak tutmak için meşaleler, çığlıklar ve zil seslerine başvuruluyorsa insanlar da yalnızlığa dair düşünceleri uzaklaştırmak için çeşitli oyalayıcılar ve gürültülü teşebbüslerin Yeniçeri marşlarına başvurmaktadır.” Sessizlik büyük bir suçtur, çünkü sessizlik yalnızlığı çağrıştırır ve korkutucudur. İnsan, söylediklerine kafayı fazla takmamalı yahut onlara fazla anlam yüklememelidir; sanki anlamaya çalışmadığınızda söyledikleriniz daha etkili olur.
Modern kitle insanı, bir kalabalığın parçası olsa bile, yalıtılmış ve yalnızdır. Başkalarıyla paylaşabileceği hiçbir inancı yoktur. İletişim araçlarından edindiği yalnızca sloganlar ve ideolojilerdir. Bu insan, çoğu kez aynı zamanda uzlaşmaz nitelikte de olsa, yalnız ortak çıkarların ve cüzdan bağının bir arada tuttuğu bir atom haline gelmiştir.
Yalnız kalma korkusunun temelinde kendimize dair farkındalığımızı yitirme endişesi vardır. İnsanların uzun süre boyunca etraflarında konuşacak kimse yahut boşluğa ses çıkaran bir radyo olmadan yalnız kaldıklarında kendilerini boşlukta hissetmekten, sınırlarını yitirmekten ve kendilerine yön vermelerini sağlayacak hiçbir şey bulamamaktan korkar. Her insan kendi gerçekliğine dair hislerinin çoğunu başkalarının kendisi hakkında söyledikleri yahut düşündüklerinden edinir. Fakat çoğu modern insanın gerçeklik duygusu konusunda başkalarına olan bağımlılıkları öyle bir noktaya varmıştır ki onlar olmadan varolma hissini yitireceklerini düşünürler. Sosyal kabul görmek, bir başka deyişle “beğenilmek”, yalnızlık hissini uzak tuttuğu için son derece güçlüdür. Yalnızlığını geçici bir süre de olsa unutmuştur; fakat bunun bedeli başlı başına bir benlik olarak varlığından vazgeçmektir.
Aslında insan tek başına da kalabalıktır. Kendi içine döndüğünde bir şeyler buluyorsa (varsa) yalnızlık hissetmez. İnsanların şahitlere ihtiyacı olması yalnızlığını gidermek için değil, insanlığını idrak ve imtihanın esprisi için şarttır.
3- Endişe ve Benliğe Tehdit
Modern insanın bir diğer özelliği olan endişe boşluk ve yalnızlıktan çok daha temeldir. Bizi endişe adı verilen o tuhaf psikolojik acı ve karmaşaya yem yapmasa içi boş ve yalnız olmak bizi rahatsız etmezdi. Sabahları gazete okuyan insanların bir endişe çağında yaşadığımıza inanmak için ikna edilmeye ihtiyaçları yoktur. Bertrand Russell’ın, “ Günümüzün en büyük sorunu; aptalların kendilerinden son derece emin, zekilerin ise sürekli şüphe içinde olmalarıdır.” diye yazması boşuna değil.
Korktuğumuzda bizi neyin tehdit etiğini biliriz. İçinde bulunduğumuz durum bizi harekete geçirir, algılarımız keskinleşir ve tehlikenin üstesinden gelmek için kaçmayı ya da başka uygun yöntemlere başvurmayı deneriz. Endişeye kapıldığımızdaysa yüzleştiğimiz tehlikeyi atlatabilmek için nasıl adımlar atmamız gerektiğini bilmeyiz. Korku, kişinin karşılaştığı tehlikeyle orantılı bir tepkiyken, endişe tehlikesiyle orantısızdır, hatta düşsel tehlikelere karşı gösterilen tepkidir.
Eğer birisi sizi ateşle, ya da fiziksel şiddetle tehdit ediyorsa, tabiki korku gibi bir şey hissetmeniz doğaldır. Bu tehlikeden içgüdüsel bir geri çekilmedir, ama durum, sözünü ettiğimiz endişe hali ile ilgisi yoktur. Endişe hali, herhangi somut ve gerçek tehlikeyle ilişkili değildir. O huzursuzluk, endişe, sinirlilik, gerilim, fobi vs. gibi birçok şekilde kendisini gösterir. Bu tür endişe, şu anda olan bir şeyden değil, daima olabilecek bir şeyden ve bu düşünceden kaynaklanır. Zihniniz gelecekteyken, siz şimdi’de ve burada’sınızdır. Bu bir endişe aralığı yaratır. Eğer zihninizle özdeşleşmiş ve içinizdeki güç ve sadelik ile temasınızı yitirmişseniz, bu endişe aralığı sizin değişmez refakatçiniz olur. Siz şimdiki an’la muhtemelen kolayca başa çıkabilirsiniz, ama bir zihin ürünü (projeksiyonu) olan herhangi bir şeyle başa çıkamazsınız; yani siz gelecekle başa çıkamazsınız. Dahası, siz zihninizle özdeşleştiğiniz süre içinde, ego’nuz yaşamınızı yönetir. İncelikli savunma mekanizmalarına rağmen, hayalet doğasından ötürü, ego çok savunmasız ve güvensizdir, kendisini sürekli tehdit altında görür. Ego, kendisini dışa doğru çok güvenli olarak takdim etse de, bu böyledir.
Endişe, nesnesi gerçek olmayan korkudur. Endişe “yakalanma”, “şaşkına dönme” hissidir ve algılarımız keskinleşmek yerine daha bulanık ve belirsiz bir hal alır. Korku, benliğin bir tarafının tehlikeye girmesidir. Gelgelelim yüzleşilen tehdit benliğin tamamını etkilediğinde kişi endişe duyar. Endişe bizi benliğimizin “özünden” vurur. Birey olarak varlığımız tehdit altına girdiğinde hissettiğimiz duygudur. Modernite insanı sürekli endişeler içinde yaşatır. Nedir bu endişeler? Gelecek endişesi, rızık endişesi, ölüm endişesi, çocuklarla ilgili endişeler vs. diye devam edebiliriz. Bugün bizleri de saran endişeler bunlar değil midir? Müslüman bir birey endişeli olamaz. Endişeli olmak Allah’a güvenmemektir. Allah insana sorumluluğu üzere olmasını ve bunun akabinde onun her daim yardımcısı olacağını vaadediyorsa endişeye mahal yoktur. İmanın ahlaki boyutu Allah’a güvenmektir.
Endişe eğer nevrotik bir durumsa yani hastalıktan kaynaklanan bir durum ise tedaviye ihtiyaç vardır. Ve bu hastalığın psikanalitik yöntemle tedavisi mümkündür. Nevrotik endişeyle başa çıkmanın yolu kişinin korktuğu o asıl deneyimi ortaya çıkarıp ardından normal endişe yahut korku hisleriyle mücadeledeki yöntemleri uygulamaktır. Ama nevrotik değilse çözümü şudur: Nasıl ki endişe öz farkındalığımızı yok ediyorsa, kendimize dair farkındalığımız da endişeyi yok edebilir. Mümin kimsenin öz farkındalığı Allah’ı razı edecek bir yaşamın peşinde koşmak, kul olduğunu sürekli olarak zihninde tutmaktır. Yani fıtrata uygun bir yaşam…
Yalnızca içimizdeki boşluk değil endişemiz de doğayla kurduğumuz ilişkiyi yok etme eğilimindedir. Atom bombasına karşı kendimizi nasıl savunabileceğimizin anlatıldığı bir dersten sonra eve dönen küçük bir kız annesine şu soruyu yöneltir: “Anne, gökyüzü olmayan bir yere taşınamaz mıyız?” Neyse ki durumu açık bir şekilde ortaya koyan bu dehşet verici soru bir örnek değil de alegoridir, fakat yine de endişenin bizi doğadan nasıl uzaklaştırdığını son derece etkili bir şekilde sembolize eder. İcat etiği bombalardan ölesiye korkan modern insan gökyüzünden korkarak mağaralara sığınmalıdır; klasik olarak enginlik, hayal gücü ve kurtuluşun sembolü olan gökyüzünden korkmalıdır.
Başkaları modern insanı, kendi yönelim çerçevesini sorgu konusu yapan fikirlerle tehdit ederse bu fikirlere, tıpkı yaşamsal bir tehditte olduğu gibi tepkide bulunacaktır. İnsan bu tepkiyi birçok şekilde aklileştirebilir. Yeni fikirlerin özü gereği “ahlak dışı”, “uygarlık dışı”, “çılgınca” olduğunu ya da düşmanlığını dile getirmek için düşünebileceği her şeyi söyler ama gerçekte bu uzlaşmaz karşıtlık, “kişi” kendini tehdit altında hissettiği için uyanmıştır.
Yalnızlık, boşluk, endişe ve benliğe tehdit duygularını yaşayan modern insan normal insan olmaktan uzaklaşıp artık hastalıklı bir kişiliğe ve ruh haline bürünmektedir. İşte modern insanda oluşan hastalıkları da şu şekilde izah edebiliriz.