Hastalandığında henüz 14 yaşındaydı. Eski güzelliğinden eser kalmamıştı. Neredeyse bir deri bir kemikti artık. Onun adı “Miyya” idi. Kendi halkı arasında “güçlü ışık kaynağı-güneş” anlamına geliyordu ismi. Miyya ışık saçan bir kızdı; ama artık hastaydı.
Miyya, akranlarına göre biraz kısaydı ama geniş alnı, yumuşak düz saçları, simsiyah gözleri ile güzel bir kızdı. Çocukluğundan beri hep sevilen biri olmuştu. Çok hareketli ve zeki biriydi. Ormanda, nehirde, volkan dağında bilmediği yoktu. Sürekli gezer, oyunlar oynar, ormanı inceler, sorular sorardı. Kutsal ayinlere de gider, tanrı kartal adına dua ederdi. Her zaman en ön saflarda olurdu önceden ama artık pek ilgilenmiyordu. Eskiden aç kurtlar gibi yemek yerken, şimdi zoraki yediriliyordu. Son zamanlarda gözleri fal taşı gibi açılmış, geveze dilleri lal olmuştu sanki. O artık bir hastaydı. Delirmişti. Kötü ruh onu etkisi altına almış, halkından uzaklaştırmıştı. Miyya da durumdan memnun gibi ona teslim olmuş, kurtulma için en ufak çaba sarf etmiyordu.
Büyücü elinden gelen her şeyi yapmıştı. Kutsal su ile üç defa yıkamıştı Miyya’nın saçlarını. Tapınak tütsüleriyle dolu odada, sabaha kadar Miyya’yı esir etmiş, güç bela bulunan jaguar kanı ile kutsamış, bedenini yüce timsah derisine sarmış. Ama hiçbirine kulak asmamış Miyya. Ve son olarak, büyücü yaşlı kadın, kemik büyüsü için ruhların derin alemine daldığı anda, atalarından kalma kartal kemiklerini, üzerinde zıplayarak paramparça etmişti. Sabah olduğunda, daldığı ruhlar aleminden uyanan büyücü, kemiklerin halini görünce çığlık çığlığa köyün ortasına gelmiş ve en kısa zamanda Miyya nın kurban edilmesi gerektiğini söylemiş. Zira ona musallat olan kötü ruh, tanrının ve kabilelerinin düşmanı olduğunu; bir türlü onu terk etmediğini, Miyya’nında onunla işbirliği içinde olduğunu söylemiş. Yüzündeki hiddet ve tehdit dolu sözlerinin korkuttuğu kabile üyeleri, büyücünün avucunun içine topladığı kemik parçalarını yere saçtığında bütün kabile üç beş adım geri kaçmışlar. Buna inanamamışlar. Yüce tanrı artık yağmur yağdırmazmış, orman haram olmuş onlara, bütün hastalıklar kabilenin peşine düşermiş. Hem kendilerini koruyacak kemikleri de yokmuş artık. Tanrının gazabı kaçınılmazmış. Herkesin aklından böyle şeyler geçerken, büyücü kadın zamanı geldiğini anlayıp son sözünü söyledi.
-Miyya, kendinin ve halkının kurtuluşu için sabah gün doğumundan önce kurban edilecek.
Miyya’nın anne babası ve kendinden küçük üç kardeşi dışında herkes ellerini göğe kaldırarak çığlık çığlığa naralar attılar. Zafer kazanmış gibiydiler. Bir düğüne hazırlanır gibi hazırlandılar. Ateşler yaktılar, gece boyunca dans edip ilahiler söylediler.
Bu arada elleri sıkıca bağlanan Miyya zindan mağarasında tutuluyordu. Başında üç nöbetçi vardı. Ama zaten Miyyanın kaçacak hali yoktu.
Miyya gözlerini bir noktaya dikiyor, kaygılı kaygılı bakıyordu. Dudaklarıyla da bir şeyler fısıldıyordu. Onun bu halinden, üç kişi olan nöbetçiler bile korkuyordu.
Kabile de kurban hazırlıkları vardı. Korku ve ürperti değil, bir heyecan ve haz vardı ortamda. Kurbanın karnı tek hamlede açılacak ve son nefesini vermeden kalbi yerinden sökülecekti. Bu zor bir görevdi. Kurban etme görevini kabilenin en güçlü adamı yerine getirecekti. Ve imanının isbatı olarak kurbanın kol ve bacaklarını kendi anne babası tutacaktı. Fışkıran kandan alınlarına sürecek, ellerini göğe kaldırarak tanrıya bağlılık yemini edeceklerdi. Tanrı kartal böyle istiyordu.
Miyya korkuyordu. Ölmek çok korkulacak bir şey değildi ama o şekilde kurban edilmek…
Büyücü rolüne çalışıyordu. Vakit geldiğinde, geçen gece sorduğu soruları yine sormalıydı kurbana. Miyya da aynı cevapları verecekti nasıl olsa.
-Söyle Miyya, kötü ruh sana ne diyor?
-Bu ormanı yaratan biri var ama o sizin bildiğiniz tanrı kartal değil büyücü . Kartaldan tanrı olmaz, o sadece bir kuş, diğerleri gibi. Ve insanlar eşit olmalı. Bazıları büyücü, bazıları avcı, bazıları asker olabilir ama bu onları birbirinden üstün yapmaz. Her doğan büyüyor sonra da ölüyor, güneş gibi; sabah doğup akşam batıyor. Her şeyin bir görevi var ve her şey çok güzel. Ama biz farklıyız, biz sürekli öldürüyoruz. Ve bir görevimiz yok. Kuşların, böceklerin, bitkilerin, suyun bile bir görevi var. Ama biz hiçbir şeyden sorumlu değilmişiz gibi yaşıyoruz. Sadece tüketiyoruz ve öldürüyoruz. Acaba bizim nasıl bir görevimiz olabilir. Biz boş yere yaratılmadık. Biz farklıyız, biz insanız, bizim bir görevimiz olmalı…
-Yeteeeer Miyya yeterrr. Bunları sana kötü ruh mu söylüyor?
-Bilmiyorum, düşünüyorum sanki. İçimden geliyor bu sesler. Büyücü, ben düşünüyorum sanırım. İçimden gelen ses böyle diyor.
-Ne diyorrr?
-Düşün diyor.
Sabah yaklaşıyordu. Yaşanacakları düşünen Miyya mağaranın köşesine sıkıştıkça sıkıştı. Açtırmak istemiyordu göğsünü. Orada hareketli bir yüreği vardı, sıcak ve canlı. Onu yerinden çıkarttırmak istemiyordu. Zira düşünürken, çok sevindiğinde ya da üzüldüğünde orası tepki veriyordu. En kıymetli yeri orası olmalıydı. Saklamalıydı kalbini. Bacaklarını karnına iyice yapıştırdı. İçine çektikçe çekti; öyle ki, ayaklarını bileklerinden kırdı da kilit gibi kapattı kendini. Kollarını da içine çekti. Tortop olmuştu. Ancak ellerini koynuna sokmak istemedi. Zira yüzü de özeldi onun için. Bir insanın iyiliği veya kötülüğü yüzüne yansıyordu sanki. Utanınca kızarıyor öfkelenince çirkinleşiyordu. İnsanın yüzü Tanrının güzel bir eseri olmalıydı. Parmaklarıyla yüzünü kapattı. Zaten bileklerinden bağlıydı iple.
Sıkıca kapandı Miyya, sımsıkı. O kadar sıktı ki kendini, taş oldu sanki. Artık onun kalbini kimse sökemeyecekti. Miyya kendini yaratana yüreğiyle gidecekti.
Sabaha doğru onu almaya gelenler, soğuk ve taşlaşmış bir halde buldular Miyya’yı. Korkularından ne yapacaklarını bilemediler. Sonra da büyücünün tavsiyelerine uyarak onu mumyaladılar. Böylece gelecek nesillere ibret olarak kalacaktı Miyya. “Tanrı kartalın gazabı” diyeceklerdi adına.
Kartallar ise gökyüzünde her şeyden habersiz uçacaklardı. Her şeyden habersiz…