Mısır Müslümanları büyük bir sınavdan geçmektedir. Bu, İslam ümmetinin siyasetten koptuğu son yüzyılların birikmiş bütün acılı sorunlar yumağına işaret eden gösteren hüzünlü bir sınavdır.
Mısır’daki olaylar bütün dünyanın gözleri önünde ayan-beyan yaşandığı için fazla söze hacet de yok aslında. Egemenler, kendi belirledikleri oyunun kurallarına göre yönetime gelmiş bir kadroyu, oyunun orta yerinde dalarak, ‘rejimi koruma ve kollama’ adına “pardon, oyun bitti!” diyor. Olayın ciddiyetini de ancak, ortalığı kan gölüne çevirerek anlatacağını sanıyor…
Mısır ordusunun yaptıklarını herhangi bir gerekçeye dayanarak eleştirmenin hemen hiçbir anlamı yok. Çünkü ortada kelimenin tam anlamıyla bir ‘darbe’ var. Darbelerde bir gerekçe aramanın ise anlamsızlığı ortadadır.
Adeviye meydanında, üzerlerine kurşun yağdırılan Mısırlı Müslümanlara Allah’tan rahmet ve mağfiret talep ederiz. Geride kalan ailelerine Allah sabır ve metanet versin. İhvan’ın çok büyük bir sınavdan geçtiği ortadadır.
Bütün bir İslam ümmeti olarak bedeller ödüyoruz. Birileri (batı medeniyeti) hayatın alabildiğine içine içine sokulur, bütün insanlığı kendi heva ve hevesine göre zapt u rapt altına almaya çalışırken, bütün bir insanlığın iki ayağını bir pabuca (modernizm) girdirmek için, belki bütün insanlık tarihinin en şeytani yöntemlerine başvururken biz Müslümanlar maalesef hayatın kenarında tatile çıktık. Tembellik karakterimiz oldu. Batı, akıl sır erdiremediğimiz birtakım yapılarla dünyayı yeniden kurarken biz Müslümanlar “dur bakalım n’olacak!” aymazlığı içinde sadece seyrettik. Batının inşa ettiği yapılar, dünyayı inlettiği doktrinler öncelikle bize yönelikti; bizi sağımızdan solumuzdan, arkamızdan önümüzden kuşatmak, zihinlerimizi işgal etmek istiyordu ama anlamadık, anlamazlıktan geldik. Biz batıya diyalog önerdik. Batıyla aramızın iyi gitmemesini, içimizden birilerinin vandallığına hamlettik ki, onlara nasıl şirin şeyler olduğumuzu diyalog yöntemiyle gösterirsek, her şeyin düzeleceğine ve bizim de uygar dünyada adam yerine konulacağımıza, güya saygın yerimizi alacağımıza inandık. Bu masala inanmayanlara da açtık ağzımızı, yumduk gözümüzü.
Müslümanların hayatta/siyasette derkenar olmalarından şikâyet etmekle birlikte, Mısır’da Müslüman Kardeşler’in Firavunluk düzeninde siyasete soyunma yöntemini de tasvip etmiyorum. Siyasete/hayata müdahil olmanın tabi ki Müslümanca bir yöntemi olmalıdır. Aksi takdirde süreç bizi, itiraz ettiğimiz yapının bir parçası olmaya doğru sürükler. Bundan sonraki dönemde İhvan’ı, Türkiye modelini örnek alacak bir ılımlılık çizgisine gelme gibi bir tehlike beklemektedir. Böyle bir tehlikeye düşmemesi ve bu badireyi tevhidi bir duruş, nebevi siyasi yöntemle atlatacağına dair keşke daha güçlü umutlarımız olsaydı. Aksi takdirde yüzlerce Müslümanın öldürülmesinin ızdırabını asıl o zaman yaşayacağız demektir. Müslümanların bunca kanı, sistem-içi bir mücadele için akmamalıdır. Akan Müslüman kanlarının bizleri kendi köklerimize döndürmesi, Allah’ın kitabı, Rasulü’nün sünnetinden başka referans kabul etmeme basiretini kazandırması için Rabbimize dua etmeliyiz.
Mısır’da yaşanan ve bütün Müslümanları üzen bu acı olaylar, her şeye rağmen bazı hayırları da beraberinde getirmektedir. Bunlardan biri olarak, Mısır’da Muhammed Mursi’nin askeri bir darbeyle görevinden uzaklaştırılması ve arkasından, ordunun kendi halkını katletmesi, batının maskesini bir kez daha düşürmüştür. Aslında batı hiçbir maske ile o asli suretini gizleyememektedir lakin Müslüman mahallesindeki kimileri ısrarla batıyı bize medeniyetin merkezi gibi göstermek istemektedir. Son Adeviye meydanındaki katliamla birlikte her şey daha da açık-seçik ortadadır. 200 kişinin öldürülmesi, binlerce insanın yaralanması, insanların sudan sebeplerle tutuklanarak toplum üzerinde olağanüstü bir yıldırma/tedhiş politikasının güdülmesi karşısında, kendisini ‘insan hakları’nın kıblesi olarak lanse eden Avrupa ve Amerika kör, sağır ve dilsiz kesilmiştir. Kopenhag Kriterleri sadece kendileri için ‘kriter’dir. Mısır’da ordunun yaptığı ‘darbe’ bile değildir onların nazarında.
Bu da yetmiyormuş gibi, Müslümanlara olan bu kin ve nefretlerini yüzlerine vuran hiçbir yayından, hiçbir beyanattan hoşlanmamakta, böyle yapanlara fırça atmaya devam etmekte, Zaman yazarı Joost Lagendijk gibi, bunu Müslümanlardaki (iflah olmaz) bir ‘dürtü’ye bağlamaktadırlar.
Bizim meselemiz aslında şurada düğümlenmektedir: Ramazan ayı boyunca bütün, bütün İslam coğrafyasında Kur’an okundu, Ramazanın bereketli olması için en üst perdeden dualar yapıldı, itikaflar, ramazan sohbetleri, yayınlar, ramazan özel sayfaları v.s. icra edildi, edilmeye de devam etmektedir. Fakat maalesef Ramazan ayında indirilen Kur’an’ın tefekkür, tezekkür, tedebbür, taakkul emir, uyarı ve tavsiyelerini hala anlamadık, kavramadık, yaşam biçimine döndüremedik. Mısır’da öldürülen kardeşlerimizin bize kazandıracağı en önemli şey, öncelikle küfrün tek millet olduğunu, bütün kâfirlerin birbirlerinin dostu olduklarını, Müslümanların da ancak birbirlerinin dostu olabileceğini kavramamız olmalıdır. Evet, her ne kadar Allah’ın buyurduğu gibi kalpleri parça parça olsalar da, İslam düşmanlığı üzerinde bütün kafirler hemfikirdir. Haçlı seferleri postmodern sürümüyle devam etmektedir.
Dolayısıyla -Akif Emre’nin isabetle belirttiği gibi-, Mısır örneğinde Batının çifte standardından filan bahsetmek çok abes bir şeydir. Batının çifte değil, tek standardı vardır, o da Adeviye meydanında şahit olduğumuz bu tutumudur. Çifte standart, batıyı diğer türlü anlamak eğiliminde olan batı-zedelerdedir.
Batı Müslümanları hiçbir zaman ‘adam’ olarak görmedi, hala da görmemekte, görmemeye de devam edecektir. Bir Hristiyan alemi düşünün ki, İslam Peygamberi Muhammed (sav)’i asla kabul etmemiş, Peygamber yerine koymamışlar, kendisine, yakıştırılabilecek en ahlaksız sıfatları yakıştırmışlardır. Peki, Peygamberlerine hiç saygı duymayan batı, o Peygamberin ümmetine saygı duyabilir mi? ‘İnsan hakları’ derken o ‘hak’kın içine Müslümanları dâhil edebilir mi? Batı, ‘insan hakları’ derken, kendi medeniyetlerinin kendilerine dikte ettiği din dışı (profan) bir yaşam tarzının ana başlıklarını kast etmekte ve her şeyiyle kendilerine benzettikleri ‘doğulu’lara da o ‘hak’ları ancak layık görmektedirler. Yani onların hak dediği genellikle zulümdür ve ‘insan hakları’ dedikleri de insanın tağut olmasını sağlayan heva ve hevesten başka bir şey değildir.
Batı kibri, yüzyıllardır, göbeğini kaşıyan bidon kafalılar olarak göre geldiği Müslümanların hayatın herhangi bir alanında etkin olmalarını, kendi ayakları üstünde dik durabilir hale gelmelerini, kendilerine ihtiyaç duymadan hayatlarını sürdürebilirliklerine dair bir kıpırdanışlarını asla hazmedemez. Yani aslında bu yaşananlar, batıyla hesaplaşmadan Müslümanların ispat-ı vücut edemeyeceklerinin hatırlatılmasıdır. Böyle bir hesaplaşmayı ‘unutan’, bilmezden gelenlere bir hatırlatmadır bu.
‘Batıyla hesaplaşma’ ilkin akidede, bilinçte olacaktır. Çünkü biz batıya öykünerek öncelikle akidemizi tahrif ettik, bilincimizi körelttik. İlmi terk ettik. Bu itibarla batının ‘insan hakları’nı, ‘özgürlük’ünü, ‘Kopenhag Kriterleri’ni, demokrasisini kendisine iade edip, kendi kavramlarımızla düşünmeye, kendi değerlerimizi kendi kaynaklarımızdan yeniden inşa etmeye başlamadan bir ‘hesaplaşma’dan bahsetmemiz mümkün değildir.
Sözün özü, Ramazan duamız, yaşananlardan ders çıkartma basiretini lütfetmesi için Allah’tan yardım istemek olsun. Dua edelim ki, “Müslümanlar ancak kardeş” olsunlar. Dua edelim ki tevhidin bizim yegâne/en büyük hazinemiz olduğu bilincine erelim. İslam ümmeti olarak belki daha nice bedeller ödeyeceğiz lakin her yeni bedelle birlikte, kendi asıllarımıza dönme uğrunda bir mesafe kat etmiyorsak, bedellerimiz yerini bulmayacaktır.