Dünyanın endüstri toplumuna geçmesinden bu yana gelişen bireycilik anlayışı ve radikal hedonizm insanlığı bir uçuruma doğru sürüklemektedir. Kendi çıkarını her şeyin önüne koyan bir anlayış elbette ki kendi dışındaki insanlıkla ilgilenmeyecektir. Toplumların sefaleti, suç oranlarının artışı, savaşlar yüzünden ülkesini terk etmek durumunda kalan mülteciler, evsizler ve açlığın pençesinde can çekişen nice insanlar… Bütün bu sayılanlar Spencer ve Comt için doğanın kanunlarıdır. Üstatları Aristo gibi düşünürler. Kimisi efendi doğar yani beyaz yakalı, kimileri de doğuştan köledirler ve mavi yakalıdırlar. Herkes doğanın biçtiği bu kadere razı olmak durumundadır. Öyleyse yoksulluk kapitalizm için sorun olmaktan çıkmıştır. Çünkü kapitalizm kendi hegemonyasını yoksulluk üzerine bina etmektedir.
Yoksulluğa çare bulunamaz; çünkü o kapitalizmin hastalığının bir semptomu değil, tam tersine, kapitalizmin sağlıklı ve gürbüz olduğunun, giderek daha büyük birikimi ve çabayı teşvik ettiğinin kanıtıdır… Dünyanın en zenginleri bile her şeyden önce feragat etmek durumunda kaldıkları şeylerden şikayet ediyorlar… En ayrıcalıklı olanlar bile daha fazlasını elde etmek için çabalama arzusu duyuyorlar içlerinde. Kimsenin kendi kârlılığından başka düşündüğü bir şey kalmamıştır. Kârlılığın maksimum seviyelerini korumak için toplum mühendisleri iş başına geçmiştir. Yepyeni bir halk vücuda getirilecektir. O toplumun adı tüketim toplumu olacaktır. Bu toplum yalnızca tüketime ayarlı olacaktır. Tükettikçe kendini adam yerine koyan ve tükettikçe maksimum hazza ulaşan bir duygu halini yaşayacaktır. Egemen kültürün dikte ettiği bir toplum olacak ve dünyanın dört bir yanı tornadan çıkmış bir makine gibi tek tip bir kültürü yaşayacaktır. Kendi yerel kimliğinden uzaklaşarak egemen kültürün hegemonyasına ve ideolojik aygıtlarına teslim olacaktır.
Tüketim toplumunun kültürü öncelikle öğrenme değil, unutmayla ilgilidir. Eğe tüketiciler herhangi bir nesneye duydukları arzularını uzun süre canlı tutamıyorlarsa, eğer sabırsız, maymun iştahlı, çabucak etkilenir ve hepsinden önce kolaylıkla heyecanlanıp aynı kolaylıkla ilgisini kaybedebiliyorsa, ihtiyaç duyulan zaman indirimi en iyi biçimde başarılmış demektir.
Tüketiciler toplumundaki tüketiciler için, hareket halinde olmak, aramak, bulamamak, daha doğrusu henüz bulamamak marazi bir durum değil, cennet vaadidir; belki de cennetin kendisidir. Onlarınki, varışı güzergaha dönüştüren umutlu bir yolculuktur. Tüketici oyunu, ele geçirme, mülk edinme hırsı ya da maddi, somut anlamda servet biriktirme değil, yeni bir şeyin ve önceden bilinmeyen bir duygunun verdiği heyecan aşkına oynanır. Tüketiciler her şeyden önce heyecan derleyicileridir; onlar ancak tali ve türevsel anlamda bir şeyler toplarlar.
Tüketme kapasitelerini artırmak için, tüketicilere hiç bir zaman soluklanma fırsatı tanınmamalıdır. Onların dur-durak bilmeksizin uyanık ve teyakkuz halinde tutulmaları, daima yeni ayartmalara açık olmaları ve böylelikle asla yatışmayan heyecanlılık halinde ve yine, aslında sürekli bir kuşku ve bezginlik halinde kalmaları gerekir. Dikkatlerini kaydıran yemlerin, bir yandan bu bezginlikten çıkış yolu vaat ederken, kuşkuyu da onaylaması gerekir: “Her şeyi gördüğünü sanıyorsun ha? Henüz daha hiç bir şey görmedin!” Günümüz ideolojisi sırtını algılanan ile gerçek, gösterge ile gösterilen şey arasındaki bu alaşıma dayıyor. Bizi görünenin gerçekliğe, gerçekliğin de gerçeğe eşdeğer olduğuna inandırıyor. Bu “saydamlık terörü” bir yanılsama kültürü üretiyor. “Gözlerine inanmak” gerekir, işte “televizyonda gördüm” türü sloganlar böyle anlam taşıyor.
Tüketim toplumunu inşa edenler oyun kuranlardır. Oyunu kuranlar dünyayı istedikleri gibi isimlendirmektedirler. Artık toplumlar birinci dünya ve ikinci dünya diye bölümlenecektir. Birinci dünyaya sahip olanlar zamana sahip olanlar olacaktır. İkinci dünyaya sahip olanlar ise zamana sahip olanların oluşturduğu mekanlarda yaşamak zorunda olan yalnızca mekana sahip kimselerdir.
Küresel çapta hareket imkanına sahip birinci dünya için, mekanın kısıtlayıcı niteliği kalmamıştır ve hem “gerçek” hem de “sanal” haliyle kolaylıkla kat edilmektedir. “Yerel olarak bağlı”, hareket imkanları olmayan ve bu yüzden bağlı oldukları yerelliğin başına gelecek her türlü değişimin pasif olarak yükünü çekmeye mecbur ikinci dünya için, gerçek mekan hızla daralıyor. Bu, sanal olmayan gerçeklikte inatla erişilmez kalan mekanın fethi ve uzaklıkların “sanal” erişilirliğinin medyada göze sokarcasına sergilenmesiyle daha da acı verici bir hale gelen türden bir yoksulluktur.
Birinci dünyanın sakinleri, gelecek kadar geçmişten de steril olarak yalıtılmış birbiri ardına sıralanan anların içinden geçerek, sürekli bir biçimde yaşıyorlar. Bu insanlar hep meşguldür, hep zaman darlığı çekerler; çünkü zamanın her bir anı, uzantısı olmayan bir parçadır; bu, “ağzına kadar dolu” zaman deneyimiyle özdeş bir deneyimdir. Karşı dünyanın kara kara düşünen umutsuz insanları ise içini dolduracak hiç bir şeye sahip olmadıkları, bol, gereksiz ve boş zamanın yükü altında ezilirler. Onların zamanında, “hiçbir şey olmaz.” Onlar zamanı kontrol edemez; ancak fabrika zamanının suratsız ritmine tabi. Saatle girip, saatle çıkan atalarının aksine, onlar zamanın kontrolünde de değildir. Zaman yavaş yavaş onları öldürürken onların yapacağı tek şey zaman öldürmektir.
Birinci dünyanın sakinleri zaman içinde yaşarlar; mekan onlar için önemli değildir, çünkü her mesafe anlıktır. İkinci dünyanın sakinleri, tersine mekan içinde yaşarlar. Zamanla bağlarını en aza indirmiş ve zamanı sakinlerinin kontrolü dışında tutan, ağır, daim, dokunulmaz mekan içinde. Onların zamanı boştur. Onların zamanında hiçbir şey olmaz. Yalnızca sanal TV zamanı bir yapıya, bir zaman cetveline sahiptir. Geriye kalan zaman monoton bir biçimde tik-taklardan ibarettir; gelir geçer, hiç bir talebi yoktur ve görünürde hiç bir iz bırakmaz. Tortuları birden, habersiz ve davetsiz ortaya çıkar. İçini hiç bir şeyin doldurmadığı ve bu yüzden çekim gücü olmayan, ele gelmez ve hafif, gelip geçici zamanın ikinci dünya sakinlerinin kapatıldıkları her şeyiyle gerçek mekan üzerinde hiçbir gücü yoktur.
Birinci dünyanın sakinleri olan iş adamlarının, küresel kültür yöneticileri ya da akademisyenlerin giderek daha fazla kozmopolit hale gelen yersiz yurtsuz dünyası için, devlet sınırları yerle bir olmuştur. Çünkü bu sınırlar dünya malları, sermayesi ve finansı için anlamını yitirmiştir. İkinci dünya sakinleri için göç kontrolü, oturma izni yasaları, temiz sokaklar ve sıfır hoşgörü politikaları için örülmüş duvarlar giderek yükseliyor; arzuladıkları mekanlar ve kurtuluş rüyalarıyla aralarına kazınan hendek giderek derinleşirken, bütün köprülerin, geçmeye her kalkıştıklarında, açılıp kapanan köprüler oldukları meydana çıkıyor. Birinciler canları istediğinde seyahat ederler, seyahatlerinden büyük zevk alırlar, onlara seyahat etmeleri için yalvarılır hatta rüşvet verilir ve bunu yaptıklarında da gülücükler ve açılmış kollarla sıcak bir karşılama onları beklemektedir. İkinciler gizlice, çoğu kez yasa dışı yollarla seyahat ederler ve bazen tıkış tıkış içine doluştukları battı batacak pislik içindeki gemilere ötekilerin lüks içindeki birinci mevkie ödediklerinden daha fazla para öderler. Vardıkları yerde ise çatılmış kaşlar onları beklemektedir ve şansları yaver gitmezse, tutuklanıp hemen sınır dışı edilirler.
İşte böylesi bir dünyada depresyon metanın ve değere yabancılaşmanın evreninde mümkün olan son insan deneyimi olmaktadır. Deneyimin ancak depresyonla, yani acı çekmeyle kendini ifade edebilen bir özgünlüğü var. Bu olumsuz, ben merkezli deneyim, onu hisseden için dayanılmaz bir şeydir. Fakat aynı zamanda, tam da performansa tapınma gibi, metanın değerlerine tutunmanın mekaniğinin artık işlememesi anlamında bir tür direniştir. Bir tür arıza durumu söz konusu. Bununla birlikte, başkaldırı gibidir. Gerekli fakat yetersiz bir aşamadır. Beni dönüştüren, fakat beni başka bir noktaya götürmeyen bir saman alevi. Aşılması gerekiyor. Fakat depresyon, en azından, bizi durmaya zorluyor ve bütün bunların anlamının olmadığını gösteriyor. Ona inanmayı bıraktığınız andan itibaren kendinden feragat etmeyi yücelten histerili söylem, gereksiz, işlevsiz, gülünç bir hale geliveriyor. Yanılgılarımızın arıza yapması bizi güçlendiriyor ve dünyaya olduğu gibi bakmamızı sağlıyor. Ama artık ne acıdır ki müslümanlar depresyon hali bile yaşamıyorlar. Her şey o kadar doğal ve o kadar olağan ki herkes halinden memnun durumdadır. Yani vücut artık etrafında olan biten anormalliklere tepki dahi vermemektedir. Sanki mezar kazıcısının üzerine son toprağı da örtmesini beklemektedir. Oysa unutmamalıyız ki nefes alabiliyorsak hala bir şansımız vardır.
Kalpsiz bir dünyada yaşadığımız gerçeğini görmemiz lazım. Müminler, kalpsiz dünyanın kalbi olmak zorundadırlar. Üzerimize düşen sorumluluk her şeyin ilahı ve rabbinin Allah olduğu gerçeğini gür ve bilinçli bir şekilde haykırabilmektir. Zamanın sahibi olmak gerekmektedir. Zamana sahip olanlar için gerçekten mekanın kıymeti yoktur, sınırların kıymeti yoktur. Ama zamanın sahibi olmak için Allah ile kurulan bağın çok güçlü olması gerekmektedir. Aksi takdirde kapitalist bir zihniyetle zamana sahip olmak bizi düşmanlarımızdan farklı kılmayacaktır. Dirilme vaktidir ve zamanı kuşanma vaktidir…