Bir arkadaşımla “memleket meselelerini” değerlendiriyorduk. Biraz ters düşmüştü fikirlerimiz. En sonunda bana memleketi nasıl gördüğümü anlatmamı istedi. Belli ki düşüncelerini, yapacağım tanımlama üzerinden yürütecekti. Kendi kendime “adil ve anlaşılır olmalıyım” dedim. Öyleyse nasıl bir tanımlama yapmalıydım? Ben gördüklerimi, siyasi, sosyal ve ekonomik tabloyu, bir uzman gibi ifade edemezdim. Ben uzman değildim ve uzmanların diline yabancıydım. Gördüklerimi, nasıl kendi gözümle okuyorsam, anlatırken de kendi dilimi kullanmalıydım. Ve arkadaşıma bir teklifte bulundum. Daha bu sabah yapmış olduğum bir gözlemi anlatacaktım. Değerlendirmeyi ise kendisi yapacaktı. Kabul etti. Ve ben de anlatmaya başladım.
“Bu sabah resmi bir işimi halletmek üzere şehir merkezine gittim. Otobüsten indim ve sabah telaşında olan büyükşehir insanlarının arasına katıldım. Sanki herkes benle aynı yere gidiyormuşçasına adım yarıştırıyordu. Birkaç yüz metrelik kaldırım yarışını başarıyla sürdürmeme rağmen sonlara doğru yavaşladım. Güzergâhımın hemen yakınında “büyükşehir meyve sebze hali” vardı. Kaldırım yoluna devam etmek yerine dar bir alana sıkıştırılmış olan halin içerisinden geçmek istedim. Hiçbir işim yoktu orada ama çocukluktan beri bu tür yerler ilgimi çekerdi. Daha önce de aynı yerden birkaç defa geçmiştim. İyi bir şeyler hatırlamasam da, dayanamadım ve hale doğru yöneldim. İçinden hızla geçecektim ve bir sabah telaşına ortak olacaktım. Hem bu şehir halinde sadece meyve sebze satılmıyordu. Et-balık ürünleri, tava tencere çaydanlık gibi mutfak ürünleri, emayeciler ve tamirciler, baharatçılar ve şarküteriler, kaçak sigaracı ve tütüncüler, el yapımı bıçaklar ve çamaşırcılar, çaycılar, simitçiler… Kimler ve ne işler, ne işler vardı orada. Sanki semt pazarı, çarşı, hal hepsi bir aradaydı orada. Belki de bu hengâme ilgimi çekiyordu. Neticede “hareket olan yerde bereket vardır” öğretildi bizlere.
Her neyse, yürüdüğüm kaldırımdan halin girişine doğru yöneldim. Zaten rahatça görülüyordu, yakın bir mesafedeydi. Girişe yaklaştım. İlk başta kale girişini andıran kapı çevresi esnafına ve müşterilerine hiç dikkat etmedim. Gözüm hal içindeydi. Birkaç serseri omuzdan son anda sakınarak kapıdan içeri adımımı attım. Kısa ama karanlık bir bölümdü bu kapı girişi. Yaklaşık dört metre boyu vardı. Zemine siyah, geniş ama farklı ölçülerde ki kesme taşlar döşenmişti. Bu taşların sünger gibi bir yapısı vardı sanırım. Bunu düşünmeme sebep olan, taşlardan fışkıran, inanılmaz ağır bir kokunun burnumun direğini düşürmesiydi. Peynir suyu, küf ve insan idrarından oluşan karışımı daha önce bu kadar net hatırlamıyordum. (Zira daha önce hep kış aylarında gelmiştim. Demek ki toprak gibi, kar gibi, yağmur gibi soğuk da bazı ayıplarımızı saklayabiliyormuş.) Tereddüt ettim içeri girip girmemeye. Sonra içeride bu kokunun olmayacağını düşünüp içeri girmeye çalıştım. Üç dört adım daha attım. Sol girişte et ve tavuk ürünleri satan bir esnaf tezgahı gördüm. Aramızdaki mesafeye rağmen, tezgaha doldurulmuş, rengi gümüş griye dönmüş tavuk bonfilelerini rahatça görebiliyordum. Tezgahtaki kirli etiket de dikkat çekiciydi. Normal piyasa fiyatlarının neredeyse üçte biri gibi bir fiyat yazılıydı. Fiyat etiketi başına toplanan potansiyel müşteri kitlesi ise en az elli yaş ve üzeri insanlardı. (En az dört beş kişi vardı). Bir fiyat etiketine bir de tezgahtaki gümüş gri etlere bakıyorlardı.
Tavukçunun hemen yanında gerçek bir hal esnafı vardı. Tezgahını renkli renkli meyve sebzelerle doldurmuştu. Tavukçunun karanlık, kasvetli havasının aksine, tezgahın üstünü birçok lambayla aydınlatmıştı. Halin çatı kısmından sabah güneşi kısmen içeri süzülse bile içeriyi tam aydınlatamıyordu. Dolayısıyla yapay ışık altında meyve sebze sergileniyordu. Henüz pek müşterileri yoktu ama çocuk yaştaki işçilerin azimle boş kasaları istif etmeye çalıştıklarını görüyordum. Bu arada kasa diplerindeki ezik-çürük seçilmişleri ortadaki geniş kasaya boşaltıyorlardı. Bunu gören ve kenarda bekleyen toplayıcılar hemen kasa başına üşüşüp, seçilenleri tekrar seçiyorlardı. Belli ki eve öğün çıkarmaya çalışıyorlardı.
Saniyeler içinde tanık olduğum bu iki esnaftan başka içeride bir şey göremedim. Halin içine girdiğimde ilk bakışım giriş kapısının solundaki tezgahlar olmuştu. Sağ tarafına bakma fırsatım olmamıştı. Zira attığım her adımda duyduğum kokunun dozu artıyordu. Hatta yeni kokular da ekleniyordu. Nerden geldiğini bilmediğim yoğun bir sakadat ve insan teri kokusu hissetmiştim. Tam halden çıkmak üzere dönecektim, son bir şey gözüme çarptı. Orta yaşın epey üzerinde olan bir kadın ve erkek, kol kola girmiş, kaba kahkahalar, abartılı neşeli haller işliğinde hal içinde geziyorlardı. Elleri boş olduğuna göre alış veriş de yapmıyorlardı. Adam yetmişli yıllarda “beyefendi” diye karşılanacak şekilde takım elbiseler giymiş, seyrek saçlarını sıkıca taramış, siyah sivri burun ayakkabıları boyamış, cilalamıştı. Bir elinde dumanı tüten sigara tutuyor, diğerini de göbeğine yapıştırmış, koluna hanımı takmış gezdiriyordu. Hanım da, enteresan şekilde yanındakine uyum sağlamıştı. Yapılı saçlar, tiril tiril beyaz gömlek, büyük ve çok parlak siyah bir çanta.. Yürümesini zorlaştıracak kadar sivri topuklu bir ayakkabı. Abartılı makyaj.. “Bu tiplerin burada işi ne” diye düşündüm bir an. Ama daha uzun seyredecek kadar sabrım da takatim de kalmadı. Sırtımı döndüm ve uzaklaşmak istedim.
Hal içinde gördüğüm, gezinmekte olan en az beş yüz kişi vardı. Bu kokuya nasıl dayanabildiklerine dair hiçbir fikrim yok. Enteresan olan iğrenç kokunun hariçten değil, bizzat satılan ürünlerden ve ürünleri satanların kendilerinden kaynaklanmasıydı. Ağız kokuları ter kokularına, et kokusu peynir kokularına, kanalizasyon kokusu balık kokularına karışıyordu. Balık dedim de, tam kapıdan kendimi dışarı attım sağa dönüp uzaklaşmak istedim. Tam karşımda balık lokantası vardı. Lokanta önünü kapatan cam çerçeveler sonuna kadar açılmış balık ızgara yapılan tezgah ortaya çıkmıştı. Siyah ızgara üzerinde küçük balıklar kızarıyordu ve ızgaranın köşesinden (balık yağı olsa gerek) yağ sızıyordu. Bu yağın bir kısmı tezgahtan aşağı süzülmüş, kirli bir leke bırakmıştı. Lokanta içinde yemek yemekte olan birkaç müşteri görünüyordu. Lokanta çalışanı olan genç bir kız, elinde, arasını açtığı ekmekle son balıkların kızarmasını bekliyordu. Firma forması olan açık mavi bir gömlek giyinmişti. Başına taktığı yarım şapka ve önüne bağladığı kıpkırmızı renkteki önlükte de firma logosu okunuyordu. Mavi ve kırmızı renkler arasına sıkışan küçük ve beyaz yüzünde, uyku mahmurluğunu herkes görebilirdi. Ama sakin ve kayıtsız bir hali vardı. Bu inanılmazdı. Zira kaçmakta olduğum yoğun ve pis kokunun yönü, tam da o istikamette idi. Hatta bu nedenle yönümü yeniden değiştirmek zorunda kalmıştım.
Rüzgar yönüne ters yürümeye başlayınca kokunun takibinden kurtuldum. Ama gözüme takılan görüntülerden ve aklıma takılan sorulardan kurtulmak kolay olmadı. Bu kötü kokuların ortasında, bir balık lokantasında, o yaştaki bir kız çocuğunu çalışmaya zorlayan neydi? Velev ki aç bile olsa birisi, orada iştahla yemek yediren neydi? Sabahın o saatinde beyefendi ve hanımefendiye hali gezdiren, kokmuş olduğu malum olan et ve diğer ürünlerin başına insanları toplayan, geceleri halin duvarına pisleyen sarhoşları ve gece kuşlarını görmezden gelen, vergisi alınmamış sigarayı kaçak ama geriye kalan ne varsa yasal sayan neydi ya da kimdi?
Bir dakika bile sürmeyen teşebbüsüm hüsranla sonuçlanmıştı. Fakat zihnim inanılmaz derecede açılmıştı. Gözlerim dakikada milyon fotoğraf çekebilen kameraya dönüşmüştü. Her sesi, her görüntüyü, her kokuyu kaydetmiştim bir anda. İnsanların yaşlarını, tiplerini, konuşmalarındaki şivelerini, yanlarında ya da ellerinde taşıdıkları eşyalarını, gözlük ya da kulaklıklarını, bakışlarını, kokularını… Her şeyi hatırlıyorum. Ve ben bu tabloyu her gün gördüğümü, her gün yaşadığımı, hatta o tablonun bir parçası olduğumu şimdi daha iyi anlıyorum. Evet, büyükşehrin merkezindeki kirli, zavallı, karmaşık ve kokmuş sebze meyve hali ve müşterileri, aslında yaşadığım toplumun küçük bir yansımasıydı. Kimi bu pis ve kokmuş dünyanın öznesi olmuştu, kimi de nesnesi. Kimi ızgarada balık, kimi tezgahta tavuk.. Kimi aç kalmış ihtiyar, kimi doymayan gençlik. Sigaranın dumanı aynı çıksa bile kimi kaçak, kimi yasal.. kimi sünger olmuş taş, kimi de……..