İslâmî Analiz köşe yazarlarından İslam Özkan, “Medeniyetler Çatışması ve Ortadoğu” başlıklı bir yazı kaleme aldı.
“Böylesine seküler bir özelliğe sahip bir devlet yapısında dinin yeri mevcut durumu meşrulaştırmaktan öteye ne olabilir ki? Dinin bireyin ve devletin yaşamına hakim olması gerektiği iddiasında bulunanların her şeyden önce modern devletin bu karakterine kökten itiraz getirmesi gerekiyor.”
Arap-İslam coğrafyasındaki çatışmaların temelinde mezhep/din faktörünün önemli bir yer işgal ettiğine ilişkin yaklaşım, büyük ölçüde Samuel Huntington’un Medeniyetler çatışması” tezinden besleniyor. Huntington’un tezine yönelik eleştirileri içeren literatür oldukça geniş. Yazarın ABD’nin politikalarına yön veren muhtevaya sahip olmasının ötesinde metnin var olan gerçekliğe dair bir açıklama ya da gözlemden ziyade büyük ölçüde kendisinin de içinde bulunduğu çevrenin beklentilerini yansıtan birtakım temennilerden ibaret olduğu artık akademik çevrelerde dahi genel kabul görüyor. Hatta bu tezlerin ABD politikalarına yön vermenin ötesinde Batı ve NATO ittifakının İslam’ı bir tehdit olarak gösterme çabalarının bir ürünü olduğu da kuşku götürmez bir gerçek.
Mezhep meselesi de çatışmanın temelde hegemonik ihtiraslardan, politik anlaşmazlıklardan, ulus devletler arasındaki rekabetten, ekonomik üstünlük elde etme çabalarından değil de dini motivasyondan kaynaklandığını savunan bu tezin bir uzantısı.
Bu bakış açısı maalesef işin politik ve ekonomik yönünü ıskalarken politik ve ekonomik çıkarların, hegemonya meselesinin din ve mezhep araçsallaştırılarak perdelenmeye çalışıldığı aşikar.
Bir başka husus ise gerçekten o mezhebe ait olduğu iddia edilen rejimlerin ne kadar Sünni ya da Şii oldukları meselesi. Yine bölgede çatışmaların tarafı olan devletlerin kimliklerine bakıldığında mezhep ya da din unsurunun aslında bir katalizör işlevi gördüğünü, büyük ölçüde kendi politikalarını meşrulaştırmaya yarayan araçlardan öteye gitmediğini görüyoruz. Bu, söz konusu ülkeleri yöneten elitlerin her zaman samimi olmadıkları ya da tamamen dini bir avuç siyasi elitin çıkarları doğrultusunda kullandıkları anlamına gelmiyor. Örneğin İran, ABD karşıtı politikalarını meşrulaştırırken dini yorumlardan güç alıyor ancak Şiilik içerisinde İran’ı yöneten elitlerle hemfikir olmayan, Velayet-i Fakih anlayışına şiddetle muhalefet eden Şii ulemanın varlığı, söylemek istediğimize biraz daha netlik kazandırabilir. Ya da Vehhabi olduğu iddia edilen Suud rejiminin yapısına daha yakından bakıldığında rejimin Necdi/Vehhabi ulemayla ittifak içerisinde olduğu, siyasi yapının Vehhabi ya da selefi olmaktan ziyade önemli ölçüde laik ve seküler bir temelde örgütlendiği görülüyor. Ya da Irak’taki politik aktörlere bakalım. İşgalden hemen sonra Şii-Sünni kutuplaşması olarak sunulan şeyin dağıldığını ve yerini politik ve ideolojik merkezde siyaset yapan partilerin almaya başladığını görüyoruz. Şii Mukteda Sadr ve Ammar el Hakim, Komünist ve Seküler partilerle ittifak yaparak seçimlere gidebiliyor. Bütün bunlar mezhep/din meselesinin politik hayatta ne kadar merkezde olduğuna ilişkin önemli doneler.
Hele hele modern dönemde devletlerin belli bir mezhep ya da dinle kendilerini aynileştirmeleri neredeyse imkânsız. Zira bu durum İslam orta çağındaki imparatorlukların ve Modern-ulus devletin laik/seküler karakterine oldukça ters. Temel amacın vergi gelirlerinin ve hegemonyanın maksimize edilmesi, ilahi kurallara rağmen imparatorun bölünmez egemenliğinin herşeyin üstünde telakki edildiği bir imparatorluk anlayışı nasıl seküler bir karaktere sahipse tek güdüsü kâr olan burjuvanın egemenliğindeki bir Modern-Ulus devlet anlayışı da temelde sekülerdir yani din dışıdır. Dolayısıyla buradan herhangi bir şekilde din temelli bir anlayış çıkmaz.
Öte andan böylesine seküler bir özelliğe sahip bir devlet yapısında dinin yeri mevcut durumu meşrulaştırmaktan öteye ne olabilir ki? Dinin bireyin ve devletin yaşamına hakim olması gerektiği iddiasında bulunanların her şeyden önce modern devletin bu karakterine kökten itiraz getirmesi gerekiyor.
“Din ve mezhebin öne çıkarılması kimin işine geliyor” sorusu da hafife alınmaması gereken bir mesele. Huntington ne demişti? “İslam dünyasının sınırları kanla çizilmiş olup Soğuk savaş sonrası dönemde çatışmanın ana eksenini belirleyecek olan din olgusudur.” Bunun anlamı, ABD’nin hegemonya arayışını bir dönem (Komünizm-Kapitalizm çatışması vb. gibi) ideolojik karşıtlıklar tanımlarken yeni dönemde motivasyon sağlayacak bir antagonizma üretme anlamında din, ABD politikaları açısından elverişli bir alt yapı sağlamış görünüyor.
Bütün bu söylediklerimiz, din ve mezhep meselesinin politik arenada hiçbir rolü olmadığı anlamına elbette gelmez. Özellikle otoriter yönetimler başta olduğu sürece İslam dünyasında din, ezilenlerin ideolojisi olarak varlığını sürdürecektir. Nasıl ki eşitsizlikler olduğu sürece ideolojiler ölmeyecekse mücadelesini mahrumlar ve mustazaflara adayan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ortaya koyduğu değerler de Müslüman halkların yoluna ışık tutmaya devam edecektir.
İslami Analiz