Birden bire titredi. Aklına bir şey gelmişti. Koşarak ahşap sandalyeyi olduğu yerden kaptı. Yeniden pencere önüne geldi. Daha önce kırıldığı için sargı beziyle sararak güçlendirdiği sandalye ayaklarını kontrol etti; iyi görünüyorlardı. Yine de dikkatle bastı üzerine. Yavaşça yükseldi yukarı doğru. Bir şeyler gördü ve daha yakından görmek için ayak parmak uçlarına dayanarak, biraz daha yükseldi.
Büyülenmişti adeta. Demir parmaklıklara düşmemek için sıkıca tutundu. Gözleri doldu; ince bir yaş süzüldü yüzünde. Ama bu akan yaş, hüzün gözyaşı değildi; mutluluk gözyaşıydı. Yeşeren hayatın müjdesi, onu karşılayan mihmandarın sevinç gözyaşıydı.
Dört tarafı kalın taş duvarlarla örülü hücrenin mahkûm ettiği bir yaşamın isyanıydı olan biten. Pencere önü, yaşamdan koparılmak istenen mahkûmun, yaşamı yeşerttiği yerdi. Cömert rüzgârların taşıdığı tozların bağrında yetiştirilen bir umudun adıydı soğan.
Pilavın yanına konan kuru soğanın, bir bardak suyla ve pencere önünde rüzgârın getirdiği tozlarla can bulmuştu. Mahkûm, soğan fidelemişti pencere önünde ve o da yeşermişti. Gül, lale, kadife çiçeği değil; kuru soğandı sadece.
Mahkûm kitap okuyordu boş zamanlarında. Hepsi yaşamı anlatıyordu. Mahkûm okuduklarına gülüyordu.