Bir kaç yıl önce bir STK’nın, binasının bir katını Playstation cafe gibi düzenlediğini gördüm. Çocuklar, gençler içeride oyun oynuyor, daha sonra da sohbete çıkıyorlardı ya da sohbeti dinledikten sonra oynuyorlardı. Dernek, gençleri sohbetlere getirebilmek için pek içlerine sinmese de böyle bir yol düşünmüş olmalıydı.
Bir arkadaşımız bir kaç yıl önce, bazen kendi çocuğunu sohbetlere getirebilmek için onunla pazarlık yaptığını, “sohbet başına ödül” verdiğini söylemişti. Bir gönüllü kuruluş çalışanı ise gençlere yurt beğendiremediklerinden yakınmıştı. Gençlerle çalışan bir diğer kişi, gençlerin “nasihat” dinlemek istemediğini, onlara ulaşabilmenin giderek zorlaştığından söz etmişti. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Bütün bunlar, gençleri “eski kalıplarla” derneklerde, vakıflarda, yurtlarda tutmanın giderek zorlaştığını gösteriyor. Eskiden, dernekler, yurtlar, vakıflar gibi kapalı mekânların ardında çocuklar “muhafaza” edilebiliyordu. Dışarıyla “temas” sınırlıydı. Ama “dışarıdaki dünya” internetin kablolarıyla bu kapalı mekânlara girmenin yolunu buldu; her çocuk hemen her türlü farklı düşünceye ve tabii ki kötülüklere bir “tık” uzaklıkta. Bundan kaçış yok.
Geçenlerde bir hocanın sohbetini dinledim. İnançsızlık aşılayan kişi ya da düşüncelerden uzak durmasını öğütlüyordu gençlere. Bu nasihat ne kadar gerçekçi? Gerçekçiliğini bir yana bıraksak bile, bu nasihat; bir korkuyu, özgüvensizliği, hazırlıksızlığı, geri çekilmeyi yansıtmıyor mu? Dahası, böylesi akımlara karşı çocukları ve gençleri hazırlayamamanın bir itirafı değil mi bu? Çare depremin olmadığı bir yer bulmak mı, yoksa depreme dayanıklı binalar inşa etmek mi? Çocukların/gençlerin zihinsel ve psikolojik sağlamlılığı yoksa “bakmayın”, “görüşmeyin”, “okumayın”, “gitmeyin” diyerek, nereye kadar?
Aslında bu kaygı, doğruları yapmayı öğütleyen ama doğruyla yanlışı ayırt etmeyi öğretmeyen bir yetiştirme usulünün kaygısıdır. “Dinlemeyin, görüşmeyin, okumayın” uyarılarını yapan kişiler, yetiştirdikleri gençlerin konuşmasına, soru sormasına, sorgulamasına, eleştirmesine izin vermiş olsalardı muhtemelen böyle bir kaygı duymazlardı. Bilakis, farklı düşünce ve dünyalarla karşılaşmanın onları olgunlaştıracağını, araştırmaya yönelteceğini, güçlendireceğini düşünürlerdi.
Gençliğe ilişkin yaşadığımız kimi kırılmalar, bir sorgulamayı ve tashihi de beraberinde getirmesi gerekiyor. Acilci çözümlere sığınmadan, gerçekliği görmezden gelmeden, suçu dışarıya atıp kendimizi rahatlatmadan, nostaljinin tuzaklarına düşmeden çocuklarımızın/gençlerimizin yaşadığı koşullarla yüzleşebilmeliyiz.
***
Sovyetlerin yıkılmasından sonra, 1990’lardan itibaren dünyada küresel ölçekte çok hızlı değişimler yaşandı. Bu hızlı değişimin geleceğimizi; çocuklarımızı, gençlerimizi nasıl etkileyeceğini anlamak için gerekli zihinsel çabayı harcadığımızı söylemek zor. Örneğin o yıllarda internetin tek başına nasıl bir yapısal dönüşüm gerçekleştireceğini; iletişime, ekonomiye, hukuka, kültüre, bilgiye, kişiliğe, kapalı devre yapılara, aileye ne tür etkilerde bulunacağını yeterince tartışmadığımızı söyleyebiliriz. Eskiden sadece ismini duyduğumuz, büyük oranda gizemini koruyan hemen her kişi ve kurum kamuya açık hale geldi. Bedensel, mekânsal, zamansal gereklilik ortadan kalktı; bu çok önemli bir şeydi. Bedensel, mekânsal, zamansal gerekliliğin ortadan kalkışı bugün “dijital yerliler” olarak isimlendirilen 1990’ların ortalarında doğmuş neslin bir düşünceye, bir kuruma, bir lidere, bir kitaba kapatılmasını neredeyse imkânsızlaştırdı.
“Açık toplum” olarak ifade edilen yeni bir toplumsallaşma biçiminin içinde büyüdü çocuklar. Çocukları/gençleri kendi dünyalarının dışındaki bir dünyaya çağırma zorunluluğu ortadan kalktı; o başka dünya çocukların/gençlerin ayağına fiber optik kablolarla taşındı. Zumbl, Connected2me, Keek, Thumb gibi sosyal ağlar gençlerin “anonim” ortamlarda “kimliğini gizleyerek” mesaj ve video paylaşmasını mümkün kılıyor; Yozgat’ın Çekerek ilçesindeki bir genç, tecvid dersi dinlerken Snoop Dogg’ın Jamaika seyahatini de Ceb’inden takip edebiliyordu. 1dakikada 38 milyon Whatsapp mesajının gönderildiği, 266 bin saat Netflix, 4 milyon 300 bin youtube videosunun izlendiği, Instagram’da 10 saniyede bir yaklaşık 200 bin fotoğrafın paylaşıldığı bir dünyadaydı artık çocuklar. Facebook ve Twitter’ın pabucu çoktan dama atılmıştı bile. Böylesine hızlı akan bir dünyada, “bakmayın”, “görmeyin”, “dinlemeyin” demek, kişiden, sağanak yağmurda, ıslanmış yerlere basmadan yürümesini istemek gibi bir şeydi.
Değişim o denli hızlanmıştı ki, takip etmek bile zorlaştı. Çıktığı zamanlar ortalığı kasıp kavuran Facebook artık orta yaş ve üstünün kullandığı bir mecra haline geldi. “Kuşaklar arası farklılıklar” kavramı anlamını yitirmeye başladı. Artık kuşak farkları dedeyle torun arasında değil, aralarında bir kaç yaş olan kardeşler arasında bile görülebilir hale geldi. Liseye giden kardeşlerini anlamakta zorlandıklarını söyleyen üniversite öğrencilerinin sayısı hiç de az değil.
***
Çocuklarımız kendi doğdukları zamanın koşullarını yaşıyor; olan şey bu. Bunu doğrudan bir “sorun/problem” olarak kodlayamayız. Aksine, bu koşullar doğru yönetilebilir, yönlendirilebilirse gençler geçmişe kıyasla çok daha dinamik, iletişime ve etkileşime açık; daha üretken, daha eleştirel ve analitik bakabilen kişiler olabilir. Bunu değişime ayak uydurarak ya da değişimin dışında kalarak değil “değişimi yöneterek” yapabiliriz.
Sorunu gençlikte ya da yaşadığımız dünyanın koşullarında görmek doğru değil. Eğer ortada bir sorun varsa, bu, bizimle ilgilidir; bizim bu koşulları öngöremememiz, bu koşulları dikkate alarak yeni mecralar açamamamızla ilgilidir. Sorun, bizim hazırlıksızlığımızdan kaynaklanıyor, içinde yaşadığımız dünyayı anlamamaktan kaynaklanıyor. Anlamadığımız bir dünyaya direnemeyiz. Anlamadığımız bir dünyanın içinde yetişen çocuklarımızı da anlayamayız. Bu da, dediğim gibi, çocuklarımızın değil, daha çok bizim sorunumuz.
Milli Gazete / Mücahit Gültekin