Din’in yozlaştırılması, İlahî Mesajın görünürdeki yaygınlığının aksine, etkisinin yok olması, Peygamber’in hayatın ve tarihin dışına gönderilmesi deyince, Muhammed ümmetinin aklına hemencecik İsrailoğulları ve “biz Nasarayız” diyenler gelmektedir. İnsan nefsinin en çok hoşlandığı işlerden biri de, suçu hep başkalarında aramaktır.
Oysa geçmişte Musa’nın ve İsa’nın başına gelen bütün bu tahrifat, şimdi de son Nebî Muhammed (sav)’in ismi etrafında cereyan etmektedir. Arada elbette çok önemli bir fark var ki, o da şudur: Tevrat’ın ve İncil’in başına getirilenler Kur’an’ın başına getirilememiştir; Kur’an tahrif edilememiştir. Bu, biz mü’minler için memat değil, hayat meselesidir. Bu hayat meselesi nedeniyle, çokça sevinmeli, umutsuzluğu ve karamsarlığı ebediyen kovmalıyız yanımızdan.
Şu var ki, Kur’an’ı Tevrat’a ve İncil’e benzetemeyen geleneksel düzen, intikamını Kur’an’ın etrafını dolanarak almak istemiş gibidir. Ama Kur’an sayesinde, her türlü fitne ve fesadı bertaraf etme, her türlü tahrifatı, çürümeyi ıslah etme imkânına pekâlâ sahip bulunmaktayız. Rabbimiz de bu uğurda bütün müminlerin yardımcısıdır.
‘Kutlu Doğum’ Sapkınlığı
Kur’an, onu insicamsız, tutarsız bir anlam demeti olarak göstermek isteyenlerden [Esed’in çevirisi] bahseder. (15/Hıcr, 91). Kur’an’ı anlamsız, tutarsız, insicamsız bir kitap haline getirmek isteyenler hiç kuşkusuz, Mekkelilerdi. Fakat bugün bu değersizleştirme, kendisini Kur’an’a nisbet eden bir toplumun eliyle yapılmaktadır. Böylece Kur’an, hayata müdahil; insanı, toplumu ve hayatı yeniden yeniden inşa edecek dipdiri, sapasağlam bir Kitap olmaktan çıkartılmaktadır. Bunun yerine, Kur’an dışı alternatif bir dinin doğrulatılması için o, bir referans mercii olarak kullanılmaktadır.
Son yıllarda ‘kutlu doğum’ denilen İslam dışı bir geleneğin, ölümcül bir hastalık gibi, adeta bütün bir ümmete sirayet ettiğine bizzat tanık olmaktayız. ‘Kutlu doğum’a gösterilen ihtimam her sene bir öncekini aratmaktadır. Modern bir sapkınlık, her sene biraz daha içimize içimize sokulmaktadır. Nisan ayı bir nevi ‘kutlu doğum festivaline’ ya da Noel yortusuna dönüşmüş durumdadır. Artık bu festival, ‘kutlu doğum olimpiyatları’na doğru bir seyir izlemektedir. Klasik ve modern müzik aletleriyle, yine klasik ve modern danslar, müzikler, Peygamberi tanrılaştıran abuk-sabuk naatlar eşliğinde tam bir eğlence programı icra edilmektedir. Bu ucube kutlu doğum festivallerinde, nefsin/arzuların/heva ve hevesin aradığı her şey bulunmaktadır, derde devadan gayrı.
İzleyenlere trans hali yaşatan danslar, eğlence programlarının vazgeçilmezidir. Birçok dinde tapınma, danslarla yapılır. Profan Cumhuriyet idaresinde, resmi kutlama/eğlence programları dansı ‘folklor gösterileri’ olarak sürdürmüştür. Kutlu doğum festivallerinde ise dans olarak, Celaleddin Rumi’nin bıraktığı en büyük heva ü heves mirası olan sema gösterileri icra edilmektedir. Artık muhafazakârların düğünlerinin de vazgeçilmezi olan sema dansı, kutlu doğum etkinliklerinde ilk sıraya oturmuştur. Kadın semazenler ise bu cahiliye festivalinde belki de en önemli boşluğu doldurmuş durumdadır… Sözde, ‘paralel yapı’ya savaş açmış bir iktidarın Milli Eğitim bakanlığının yönettiği okullarda kutlu doğum etkinliklerinde masum çocuklar, sema gösterileriyle İslam dışı bir pagan kültüre adım attırılmaktadır.
Bu paganlaştırmayı, haşhaştan şikâyetçi görünen bir iktidarın yürüttüğüne bilhassa dikkat edilmelidir…
Bir neslin ifsadına, kavramların imhasına, tevhidin kirletilmesine, bir Din’in tahrifine bütün bir ümmet olarak tanık olmaktayız; kameralar bu anları saniye saniye kaydetmektedir…
Nasıl Bir Peygamber?
Biz bu noktaya nasıl geldik? Bizi kim bu kadar sefihleştirdi? Nasıl bu kadar Yahudileştik ve Hristiyanlaştık? Dinimizi neden bu kadar arzularımıza uydurduk? Kitabımızı niçin bu denli terk ettik? Peygamberi nasıl olup da böylesine tehcir ettirdik yanımızdan?
Bu neden, niçin ve nasılların cevaplarının birkaç cümle değil, birkaç kitaplık ancak cevaplarının olduğunu biliyor ve o niyetle soruyorum. Ve çok önemli olduğuna inandığım bir şey daha söylemek istiyorum: Mısır’da, Suriye’de, Orta Afrika’da, Filistin’de ve dünyanın her neresinde bir Müslüman katliamı varsa, Allah rızası için, onlardan daha ziyade, bütün ümmetin felahı için, öncelikle bu nasıl ve niçinlere kafa yoralım diyorum! Çünkü bu soruların cevabını vermeden, yani geçmişle, hatalarımızla yüzleşmeden, Mısır’da, Suriye’de, Filistin’de yaşadığımız dramların da doğru dürüst çözümünü bulamayacağız. Bulduğumuzu sandığımız çözümler asla gerçek çözüm olmayacaktır. Anlık mesafeler kat etsek bile, ölümcül hastalıklarımızın üzerini örtmeden (küfür) kurtulamayacağız.
Şunu çok açık ve net olarak söylememiz gerekiyor: İslam’ın, ‘kutlanacak’ bir Peygamberi yoktur. Peygamberlik, kutlanmak için değil, yaşamak içindir. Kulluğun beşer-elçi modelinin, her çağda, her dönemde, her coğrafyada yeniden yeniden inşası yerine, semalarla kutlanması, Peygamber’e Kureyş’in yapamadığını yapmak gibidir. Şeytanın, insanları Allah ile -ve de Peygamber ile- aldatması da galiba böyle bir şeydir.
Muhammed Rasulullah’tır. (Allah’ın salat ve selamı ona olsun). O, nebilerin ilki değildir ama son peygamberdir. O, Hristiyan amentüsünde olduğu gibi, Allah’ın oğlu değildir. Rasulullah Muhammed’in ruhunun, Âdem’den de önce yaratıldığını, onun nurunun Âdem, diğer peygamberler, İbrahim-İsmail-Abdülmuttalib-Abdullah-Amine silsilesiyle kendisine intikal ettiğini iddia etmek kafirlikten başka bir anlam taşımaz. Bu bir küfürdür: Kur’an’ın, Muhammed’in son rasul, kendisinden önceki rasuller gibi bir rasul olduğunu, Allah’ın elçiliğini en mükemmel şekilde ifa ettiğini ve fakat her fani gibi onun da, ölümü tadıcı olduğunu bildiren beyanlarını örtmektir.
Muhammed (sav) evet, bir Nebî-Rasul’dür. Her Nebî-Rasul niçin irsal edildiyse, o da onun için irsal edilmiştir. Mekke cahiliyesi Muhammed’i, “o bizim gibi bir beşer, bizden ne farkı var?”, “o bizi büyülüyor”, “o bir mecnundur; cinlerle irtibatı var”, “Kur’an Allah tarafından inzal edilmekte değildir, Muhammed onu uyduruyor” gibi saldırılarla değersizleştirmeye çalışıyordu. Bugünkü cahiliye ise, Muhammed’i insanüstüleştirerek, onu adeta göklerde Allah’ın sağ yanına yerleştirerek çizgi dışına çıkarıyor. Muhammed (a.s) ölümlü bir Nebî değil, olimpiyat eğlencelerine gelen, film setlerine inen, muhafazakâr-demokrat müşriklerin rüyalarına girdirilip, her türlü mistik ve politik hezeyan kendisine söylettirilen, Olimpos tanrılarından bir tanrıya dönüştürülmüştür.
Neden Peygamber peygamberleştirilmemektedir de, ısrarla tanrılaştırılmaktadır? Kur’an başımızı çatlatırcasına, Nebî’nin bir beşer elçi olduğunu açıklarken, gelenek neden ona aynı yoğunlukta, tanrısal bir sıfat yakıştırmaktadır? Bunun, anlayabildiğim kadarıyla bir tek izahı vardır, o da şudur: Peygamber, örnek edinilir biri olmaktan çıkartılmalıdır! ‘Biz’im İslam’a değil de, İslam’ın ‘biz’e uydurulması için bu elzemdir. İslam’ın ilimsiz, ta’akkulsüz, tefekkürsüz, tezekkür ve tedebbürsüz ‘ekser’ müntesipleri, yapılanların iyi bir şey olduğunu zannederek, bu şerikleştirmelere gözü kapalı atlamaktadırlar.
Kur’an tahriften korunmuş, sapasağlam önümüzdedir. Peygamber’in hayatı da sahih şekilde bilinmektedir. İşte bu, ‘ekserunnâs’ için sıkıntı doğurmaktadır. Bu durumda Peygamber’i, hayatta örnek edinilemez hale getirmek gerekmektedir. Bunun da en etkili yolu, onu ulaşılamaz, erişilemez biri yapmaktır; adeta sekr halindeki bir aşıkın, dumanlı kafasındaki hayalî maşuku gibi bir hayale dönüştürmek suretiyle, hayatımızdan çıkarmaktır. Peygamber’e sembol olarak gül’ün seçilmesi, hep ‘sevgili’ ve benzeri sözcüklerle tavsif edilmesi, rüyalarla birlikte anılması tesadüfî değildir. Süleyman Çebeli’nin, Allah’ı âşık yaptığı Peygamber (“gel habîbim sâna müştâk olmuşam”), artık ‘insanların ekserisi’ dilinde bir aşk fenomenidir.
Örnek Nebî
Muhammed (sav) 632 yılının 8 Haziran gününde, her fani gibi dar-ı bekaya intikal etti. O şu anda yaşamıyor. Her beşer gibi o da kıyamet gününde diriltilinceye kadar, dünya dediğimiz bu âlemle irtibatını yitirmiş durumdadır. Bu konuda söylenecek bir söz, tartışacak bir mesele yoktur. Burada bir ‘mesele’ oluşturmak, Allah’ın yasasına burnumuzu sokmak anlamına gelir ki bu, hiçbir kulun cüret edemeyeceği bir iştir.
Peygamber (as)’ın vefat ettiği gün, Ebu Bekir (r.a)’ın Âl-i İmran suresinin 144. Ayetini okumasındaki isabetlilik ve gereklilik, tam bir mü’min ferasetidir. Biz işte bu ayetin tanımladığı Peygambere iman ediyoruz. Bu, bizim gerçek peygamberimizdir. Bizi hidayete erdirecek olan, Âl-i İmran, 144’teki Peygamber’in elçiliğidir. Bu elçilik bizi Allah’a götürmekte, Allah’ı işaret etmektedir. İşte bu, Kur’an Peygamberidir, İslam Peygamberidir. İslam Peygamberlerinin sonuncusudur. İslam risalet müessesesinin son mümessilidir. Rasulullah’tır, hâtemünnebiyyiin’dir.
Bu Peygamber bir melek değildir, insanüstü, eşi-benzeri olmayan bir varlık da değildir. Allah’ın oğlu hiç değildir. Tıpkı bizim gibi bir beşerdir.
Bu Peygamber bizim üsvetün hasenemizdir. Yani bizim için en güzel/örnek müslümandır, İslam’ın en ideal model insanıdır. Bu, -vahiy almasının dışında- kendisi gibi olunabilir bir örnekliktir. Biz ancak beşer bir Nebî’yi örnek edinebiliriz. Peygamber’i sıradan insanlardan ayıran en temel özellik, vahiy almasıdır. Bunun dışında Peygamber de gaybı bilmez, gelecekten haber veremez, bir zamana ve mekâna bağlı olarak, iki insanın görüşmesi gibi Allah’la baş başa görüşemez; dağlara, taşlara, ağaçlara hükmedemez. Hiçbir Peygamber, Allah dilemedikçe, kendiliğinden bir ayet (mucize) gösterme gücüne de sahip değildir. Diğer insanlardan farklı olarak, sadece kendisinin üzerinde bir bulutun sürekli gölge yaptığı, ağaçların kendisine secde ettiği, sırtında veya başka yerinde nübüvvet mührü taşıyan hiçbir Peygamber de olmamıştır.
Peygamberlerin beşer oluşları üzerinde titizlikle durulmalıdır. Peygamber’in beşer oluşuna sureta “elbette!” deyip, ardından, onu her türlü beşerî sıfattan soyutlamak ve tanrı tahtına yükseltmek, müslümanca bir akide değildir. İsa Nebî’nin tanrılaştırılması örneği, gözümüzün önünde durmaktadır. İsa’nın Allah’a oğul yapılmasına tepki gösterip, Muhammed’in (sav) ezeli ve ebedileştirilmesine sessiz kalmak da müslümanca bir tutum değildir.
Peygamber, Allah’ın elçisi ve kulu olarak, biz kullar ne yapmamız gerekiyorsa onları yapmıştır. Müslümanca bir hayat ancak Peygamber’in yaşadığı gibi yaşanır. Onun yaşamında, bizim vüs’atimiz üstünde hiçbir iş yoktur. Ama şurası da kesindir ki, onun gibi yaşayabilmek için, onun kadar iman etmek, onun kadar teslim olmak, onun kadar davaya adanmak gerekir.
Kutlu doğum festivallerinin portresini çizdiği Peygamber bizim peygamberimiz değildir. Bizim peygamberimiz, Kur’an’da bütün hatları çok belirgin şekilde çizilen, beşer bir elçidir. O, İslam’ı, bizim gibi beşerlerle birlikte yaşamış, İslam’ı onlara ve onlarla birlikte tebliğ etmiş, onlarla Allah’ın kelimesi en yüce olsun diye mücadele vermiş, hayatını bu davaya feda etmiştir. Kendisini davasına adamıştır. Davasını hiçbir pazarlığın nesnesi yapmamıştır. Kâfirlerle uzlaşmamış, küfre ve şirke saygı duymamıştır. Bizim gibi beşer olan kardeşlerimiz (hayırlarda yarışmış olan o ilk nesil mü’minler: sahabe) de tıpkı Rasulullah gibi kendilerini davalarına feda etmişler, bu uğurda öldürmüşler ve öldürülmüşlerdir.
Neden Kutlu Doğum?
Hiçbir Peygamber, kendisinin doğumunu ‘kut’lu saymamıştır. Peygamber çocuğu peygamberler, babalarının doğumlarını kutlamamışlar, kendilerinin doğumlarını kutlamayı çocuklarına vasiyet etmemişlerdir. İbrahim Nebî’nin çocuklarına vasiyetini bilmeyen mü’min var mıdır? Doğum günü kutlama sapkınlığını yavrularımız henüz masumken, onların saf zihinlerine ve kalplerine biz zerk ediyoruz. Kola partileriyle, hristiyanî bir tasarımla doğum günü kutlayan bu yavrularımız, sanki doğmak tamamen kendi maharetleriymiş gibi “iyi ki doğdun” diye tempo tutmaktadırlar. Oysa bu çocukların, “Rabbim beni yarattığın için sana şükrediyorum” diye bir İslami bilince sahip kılınmaları gerekmez miydi?
Neden Peygamber, ‘kutlu doğum’ adı altında mitleştiriliyor? Çünkü her türlü İslam dışı sapkınlığa karşı durmanın en önemli unsuru hiç kuşkusuz peygamberdir. Peygambersiz İslam olamaz. Peygamberi devreden çıkarmak da, onu tanrılaştırmak kadar büyük bir sapmadır.
İslam’ın asırlardır hayattan kovulmuşluğu malumdur. Kutb-u azamlar, muhafazakâr-demokrat partiler ve sivil toplum örgütleri (STK) eliyle oluşturulmak istenen ‘İslamsız bir İslam’ projesinin yolu, öncelikle peygamberi devreden çıkarmakla olabilir. Müslümanlar nazarında Peygamber, doğrudan hedef alınarak devre dışı bırakılamayacağına göre, Peygamber’in birtakım yalan-yanlış, hezeyan türünden ve hatta münafıkça söylemlerle platonik bir aşk kahramanına dönüştürülmesi icap etmektedir! Yani Peygamber, sınırları belli, hareketleri ayan-beyan, siyasî duruşu, akidesi, namazı, haccı, savaşları, infakı, kardeşlik anlayışı, dostluğu ve düşmanlığı; sözün özü, A’dan Z’ye her türlü İslamî tasarrufu açık ve seçik, arı ve duru olmaktan çıkartılırsa, maksat hâsıl olacaktır.
Nübüvvet bu şekilde sulandırılınca, herkesin peygamberlik anlayışı kendine göre olmakta; Peygamber’e yaptırılmayacak hiçbir fiil, onaylattırılmayacak hiçbir akide kalmamaktadır. Kısacası karşımızda, hiçbir sabitesi olmayan, toplumda irili-ufaklı ne kadar grup/fırka/hizip/mezhep/meşrep/tarikat/fraksiyon varsa, hepsinin de kendisini rahatlıkla(!) atfedebildiği bir Peygamber motifi inşa edilmektedir. Dikkat buyrulsun: bu, Allah’ın değil, zikrettiğimiz fırkaların ihdas ettiği, Noel’e benzetilen Peygamberdir!
Aslında Peygamber’in doğumu ‘kut’lanırken, herkes kendi kafasındaki peygamberi kutlamaktadır. Daha doğrusu, herkes kendi dağarcığındaki din anlayışını ‘kutlu doğum’ programında görücüye çıkarmakta, nasıl bir din tasavvur ediyorsa onun provasını yapmaktadır.
Hastalıklarımızın tamamında olduğu gibi, bu hususta da şifa kaynağımız hiç tartışmasız Kur’an’dır. Dalaletten kurtulmamız, ölünceye kadar sırât-ı mustakiim üzerinde yürümemiz, cahiliye bataklığına batmamamız ancak Kur’an’la mümkün olabilir. Ümmet olarak Kur’an’ı mehcur bıraktık ama artık ona dönmenin vaktidir. Yitirdiğimiz izzetimizi Kur’an’la yeniden kazanabiliriz.
Yegâne şifa kaynağımızın Kur’an olduğunu söylemek, Rasulullah Muhammed (sav)’i hesaba katmamak sanılmamalıdır. Onu hesaba katmamanın ne anlama geldiğine yukarıda değindik. Herkes bilir ki, Muhammed (sav) yepyeni bir İslam toplumunu Kur’an’la inşa etti.
Bütün gücümüzü, bugünkü insanlığı Kur’an’la tanıştırmaya hasretmeliyiz. İnsanlığın Kur’an’a çok ama çok ihtiyacı var. Doğudan batıya, güneyden kuzeye, modern cahiliye bataklığında debelenen günümüz insanlarının, bir gün yakamıza yapışıp, neden kendilerini Kur’an’la tanıştırmadığımız için bizden hesap sormalarından korkmalıyız.
Peygamber’i göklerden, bulutların üstünden yeryüzüne, evimize, sokağımıza, şehrimize indirmeli, onun elçiliğine kalbimizi ve zihnimizi açmalıyız.