Önce Peygamber kelimesi üzerinde kısaca duralım. Peygamber, farsça bir kelimedir. Kur’an’daki Resul ve Nebî kelimeleri yerine, Türkçede çoğunlukla kullanılan peygamber kelimesi; haberci, elçi anlamlarına gelir. Bu karşılık Kur’an’daki anlamlarıyla da uyumludur. Kuranda resul, elçi anlamına gelir Nebî ise haber getiren haberci anlamına gelmektedir. Tabi bugünkü konumuz Kur’an’da Peygamber denince Peygamber inancı değil, Hz. Muhammed’e Kuranda nasıl bir rol biçildiği, onun nasıl anlatıldığı, Müminler için nasıl bir Peygamber inancı ortaya konulduğu ele alınacaktır.
PEYGAMBER ÖNCESİ MEKKE
Öncelikle Hz Peygamber’in doğduğu ve Peygamber olduğu toplumun özellikleri üzerinde kısaca duralım. Peygamber’in doğduğu toplumu esasen tanımıyoruz. Çoğunlukla edebiyatlara geçmiş bazı bilgiler bizim zihnimizde yer kaplıyor ama bunların çoğu doğru değil.
Hz. Peygamber’in Peygamber olduğu toplumun en ön plana çıkan özellikleri nedir? Bunlar üzerinde kısaca duralım. Hz İbrahim tarafından inşa edilen beyt, ev, mabed Mekke’de bulunmakta ve önemi çok fazladır. Arap yarımadasında yaşayan bütün Araplar için kutsal bir mekandır. Hac ve umre geleneği taa Hz. İbrahim’e dayanmaktadır. Kaynaklarda Hz. İbrahim’in M.Ö. 1800lü yıllarda yaşadığı belirtiliyor ve Hz. Muhammed ile arada yaklaşık 2500 yıllık bir süreç var ama sanki 100-200 yıllık bir süre varmış gibi bahsediliyor.
Peki bu bize neyi gösteriyor? O kadar yıl içerisinde Hz. İbrahim’den bir şeyler kalmış olduğunu, Arapların hac yaptığını ve “lebbeyk” dediğini görürüz. Allah adına kurban kesimlerine devam etmişler ve hatta Maun suresinde de geçtiği gibi, bir kısmı sâlât etmekte idi ama sâlâtlarında gafil idiler. Belki de tarihte eşi görülmedik biçimde muhafazakârlıkları vardır Arapların. Yani öyle bir toplum ki, 2500 yıl boyunca bu dini çok az değiştirmişler. Öyle ki İslam’a ve Kur’an’a baktığımızda o cahiliye Arabının inandığı din üzerinde çok az ufak tefek tesviyeler yapılarak yola devam edilmiş gibi görülüyor. Bundan yola çıkarak ateistler falan bu dinin neresi devrim neresi yeni? Hepsi eskide olan şeyler; oruç, namaz, hacc, kurban hepsi vardı diyorlar.
HANİFLİK
Bir başka konu ise haniflik konusudur. Yine klasik siyer kaynaklarına baktığımız zaman Hz. Peygamber’in geldiği toplumda hanifler adı altında bir grubun olduğu varsayılır ve birkaç rivayet delil olarak getirilir. Ve önde gelenleri olarak sayılan Varaka bin Nevfel, Zeyd bin Amr, Ümeyye bin Sadr, bunlara baktığımız zaman kimi rivayetlerde Hıristiyan oldukları Tevrat’ı, İncil’i, Arapça olarak yazıp okudukları gibi çelişkili bilgiler gelmektedir. Hanif kelimesi Kur’an’da tekil olarak 10 yerde, çoğul olarak da iki yerde geçer ve bütün bunlarda müşrik veya şirk kelimesinin zıddı olarak kullanılır.
Yani esasında haniflik, muvahhit kelimesine karşılık gelir. Bunun dışındaki iddialar ise çoğunlukla insanlar tarafından oluşturulmuş hikâyemsi tarih ürünüdür. Bunu destekleyen hiçbir Kur’an ayeti yoktur.
VAHİYDEN ÖNCE MUHAMMED ?
Kur’an’da geçen, “Seni dalalette bulup hidayete erdirmedi mi ?” ve “ Sen kitap nedir iman nedir bilmezdin, böylece biz sana vahyettik “, “ Sen sana vahyedileceğini ummazdın!” gibi ayetlerden şunu görüyoruz ki birincisi Peygamber, Peygamber olmadan önce kavminin dini üzereydi. İkincisi; O’nu Kur’an onu dâl(delalette) olmakla vasfediyor. Yasin suresi 6. Ayette “Sen ataları uyarılmamış bir toplumu uyarmak için geldin” diyor. Yine bununla ilgili Kasas suresi 46. Ayeti örnek göstrerebiliriz.
Kur’an’ın hiçbir ayeti, Peygamber gelmeden önceki cahiliye toplumunu küfürle itham etmiyor dalaletle itham ediyor. Bir toplumun daalde olması, kâfir olduğu anlamına gelmiyor. Peygamber gelmedikçe mesajla karşı karşıya kalmadıkça bir toplum küfürle itham edilmiyor. Akıllara şu soru gelebilir. Onlar daha önceden de müşrik idi. Allah’tan başka diğer varlıkları istimdad ediyorlar da nasıl kâfir olmuyorlar? Şundan dolayı kâfir olmuyorlar; dalalette olmaları ne yapacaklarını bilmemelerinden dolayıdır. Ne zamanki bir resul geliyor, işte o zaman onların dalaletten mazeretleri kalmıyor. Ne yapacaklarını öğreten bir resul ve kitap geldikten sonra; müşrik, kâfir, fasık olarak nitelendiriliyorlar. İşte bu noktada baktığımız zaman, Hz. Peygamber’in vahiyden önceki konumuyla ilgili biraz daha zihinlerimiz açılıyor. Yani Hz. Peygamber vahiyden önce kâfir değil dalalette idi. Peki bize sunulan siyer anlayışı ne diyor? Peygamber doğuştan itibaren Mü’min idi ama Kur’an böyle söylemiyor.
BEŞER BİR PEYGAMBER ve NUR-U MUHAMMEDİYE İNANCI ?
Hz. Peygamber’in beşer olması ve beşer olan insanlara bir elçi olarak gelmesi hepimizin malumudur. Beşer ve insan kelimesi insan için kullanılan iki kelimedir. Beşer kelimesi daha çok maddi yönüne taalluk eden bir kelimedir. Allah Resulünün beşer olma vurgusu, daha çok insanın ruhi yönlerine değil de, maddi yönüne atıfta bulunuyor. Müşrikler ne diyor, nasıl bir resul istiyorlar;
“Ne oluyor bu elçiye de, yemek yiyor ve çarşılarda dolaşıyor? Ona bir melek indirilse ve onunla birlikte uyarsa ya” Furkan 7
Kendi aralarında dolaşan bir Resul istemiyorlar. Peki Rabbimiz onlara cevaben ne diyor;
“Eğer onu bir melek yapsaydık, görünüşünü adam gibi yapardık. Onlar şüpheye düştükleri konuda yine onları şüpheye düşürürdük.” Kehf 110
Bu vurgulardan şunu anlıyoruz; Peygambere beşer üstü bir sıfat yüklemek isteyenler elbette ki olmuştur. Bu konunun öncüleri de Peygamber’in mesajını ve o inancı ekarte etmek isteyen kafirlerdir. Kafirler, Peygamberi insanüstü bir beklentiyle reddetmişler. İkinci grup ise, peygamberi kabul edip onu yüceltme adına, diğer peygamberlerle yarıştırmak adına kendi peygamberlerini insan üstü vasıflarla donatmışlardır.
Hıristiyanlar İsa (as)’ a Allahın oğlu diyorlar. Peki Müslümanlar bağımsız mı kalmış? Allah bizleri uyarmak için bu ayetleri getirmiştir. Buna rağmen Müslümanlar’da da sapmalar olmuştur. Hıristiyanları kınadıkları halde, Hz. Muhammed’i yarıştırırcasına insanüstü şeylerle vasıflandırmışlardır. Mesela bir Nur-u Muhammediye inancını İslam’a sokmaya gayret etmişlerdir. Bugünkü toplumun Peygamber inancı biraz kurcalandığı zaman bu olduğu ortaya çıkar. Şöyle ki;
“Muhammed normal bir beşer değildir. Allahın ilk yarattığı şey Muhammed’in nurudur. Diğer bütün varlıklar bu nurdan yaratılmıştır. O Allahın sevgilisi, habibidir. O olmasaydı, hiçbir şeyi yaratmazdı. ”
Hatta bu kutsi formundaki bir hadisede konu olmuştur ki, bu hadisin senedi dahi çoğu kaynakta yoktur. Bunu hakikatin kaynağı olarak göstermeye çalışırlar.
Yine burada önemli bir yanlış anlamaya konu olacak bir mevzu ‘Hz. Peygamber’in alemlere rahmet olması’ meselesidir. Enbiya suresi 107. ayette;
“Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” buyrulmaktadır.
Şimdi alem şu şekilde tefsir edilir; varlık grupları olarak hayvanlar alemi bitkiler alemi gibi. Şimdi enbiya 107’yi okuyan birisinin kafasında soru işaretleri oluşacak. Hz Peygamber Jüpiter gezegenine nasıl rahmettir? Andromega galaxisine nasıl rahmet olabilir? gibi. Bu sözün içini doldurmak için insanlar kağıdı kalemi eline alıyor, sayfalar dolusu yazıyor. Ama Bakara 47 ve 122’de;
“Ey israiloğulları benim size olan nimetimi hatırlayın ben size nimet vermiştim ve sizi alemlere üstün kılmış idim.” Bakara 47
“Allah alemlerin sadrında olanı en iyi bilici değil midir?” Ankebut 10
Demek ki biz kendi kafamızdan anlamlar vererek alem kelimesini her gördüğümüz yerde aynı anlamı vererek işin içinden çıkamayız. Kur’an’ın kendi bir bütünlüğü vardır. Kur’an’ın kendi kavramlarını kendi içerisinde anlamlandırır. Bu şekilde yaklaştığımızda alem kelimesinin anlamı çok açıktır ki, yaşayan insan gruplarıdır. Bütün peygamberler de, nebiler de hepsi alemlere rahmettir. Ulaşabildikleri insanları uyarırlar.
BEŞİR VE NEZİR BİR PEYGAMBER
Beşir; müjdeleyici, sevdirici. Nezir; korkutucu ve uyarıcı anlamına geliyor. Şahit kavramı ise biraz daha geniştir. Aynı zamanda Mü’minler için de kullanılmaktadır.
“ Ey Nebî biz seni şahit, müjdeleyici ve nezir olarak gönderdik Allahın izniyle Allaha davet eden ve aydınlatıcı bir kandil olarak.” Ahzab 45-46
“ Biz seni Şahit Beşir ve Nezir gönderdik.” Fetih 8
“Allah yolunda hakkıyla cihad edin sizi o seçti din konusunda size bir zorluk kılmadı. Atanız İbrahim’in dinine uyun. Allah sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da Müslüman diye isimlendirdi ki Peygamber size şahit(örnek) olsun siz de insanlara şahit(örnek) olasınız. Artık namazı dosdoğru kılın, zekatı verin ve Allah’ a sarılın o sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ne güzel yardımcıdır!.” Hac 78
“Allah’ a ve Peygamberlerine iman edenler var ya işte onlar sıddıklardır ve Allah katında şehidlerdir.” Hadid 19
Görüldüğü gibi sıddık olmanın veya şehid olmanın başka bir şartı yoktur. Allah yolunda öldürülmek şartı yoktur. Kur’an’ın hiç bir ayetinde böyle bir şart yok zaten. Biz ne biliyoruz? Allah yolunda öldürülenler şehittir. Hayır, bütün Mü’minler ve Resuller şehittir ve şahittir.
Peki, Allah yolunda öldürülmenin ayrı bir değeri var mıdır? Elbette vardır. Allah yolunda savaşmanın değeri vardır. Allah, canlarıyla mallarıyla savaşanları oturanlara üstün kıldı. İki kişi Allah yolunda savaşa gitse; ikisi de can siperhane savaşsa ve birisi ölse, diğeri 50 sene daha yaşasa bu ikisi arasında bir fark olur mu?
SALAT-I RASUL KAVRAMI
Bir başka mesele de, ‘üsve-i hasene’ yani çokça kullandığımız şekliyle ‘Sünnet’tir . Sünnet kavramı üzerinde kısaca durursak; sünnet Arapçada yol, adet, çığır açmak gibi anlamlara geliyor. Fakat burada konumuz Prygamber’in sünnetidir. Bu kavram Kur’an’î midir? Kur’an’a baktığımızda sünnet hangi anlamda kullanılır? ilk başta sunnetullah olarak kullanılır. Kısaca açıklarsak; sünnetullahı sosyolojik yasalar olarak çevirmek doğru olmaz. Çünkü sosyolojide vahyin yeri yoktur. Sosyoloji, sebepler sonuçlar zincirini inceler. Peygamber olduğunu iddia edenleri inceler ama Mümin zihni, Peygamber iddiasında bulananlara inanır. Fark budur. Sünnetullah sosyolojik biyolojik fiziksel yasalar değildir. Şöyle açıklayabiliriz; Allahın toplumlara uyguladığı ilahi kanunlardır, diyebiliriz bu da eksik bir tanımlama olabilir ama en azından diğer yanlışlardan kurtulabiliriz. Kur’an’da; Ahzab-38, Ahzap- 62, Fatır-42, Fetih-23 gibi ayetlerde sunnetullah lafzı geçmektedir. Bir başka kullanımla, Sünnet’il Evvelin Kehf 17-77, Ali İmran-137, gibi ayetlerde kullanılmıştır. Bu kullanımların hepsi sunnetullah ile yakından ilişkilidir. Hiç birinde sünnet kelimesi uyulması gereken bir yol anlamında kullanılmaz.
Peki “Sünnet-i Rasul” yerine Kur’an’da kullanılan bir kavram var mıdır?
Sünneti Rasül yerine Kur’an’da “Üsve-i Hasene” kavramı kullanılır. Ancak bu kavram sadece Hz.Muhammed için kullanılmaz. Hz.İbrahim ve yanındaki ashabı için de bu ifadenin kullanıldığını görürüz. Ayrıca, Kur’an bu günlerde nazil olmuş olsa idi ve bizlere Hz.Muhammed ve arkadaşlarının tevhid mücadelesinden bahseden ayetler gelecek olsa idi, muhtemelen Muhammed (a.s.)’ın yakın arkadaşlarından da Kur’an Üsve-i hasene olarak bahsedecekti. Ancak Hz. Muhammed zamanında yaşamış olanları örnek vermesi durumunda, “Sizin örneğiniz ancak sizsiniz” demek olacağı için, onların örnekliği Üsve-i Hasene içine katılmamıştır. Aşağıda geçen ayetlerden anlayacağımız gibi Kur’an’da Üsve-i Hasene kavramına açıklık getirilmiştir.
Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır. Ahzap 21
İbrahim’de ve onunla birlikte bulunanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine, “Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve nefret belirmiştir” demişlerdi. Yalnız İbrahim’in, babasına, “Senin için mutlaka bağışlama dileyeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez” sözü başka. Onlar şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Ancak sana dayandık, içtenlikle yalnız sana yöneldik. Dönüş de ancak sanadır.” Mümtehine 4
Andolsun, onlarda (İbrahim ve beraberindekilerde) sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü arzu edenler için güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse bilsin ki, Allah her bakımdan sınırsız zengindir, övülmeye lâyıktır. Mümtehine 6
Ancak, Sünnet-i Resul kavramı, Kur’an’da tanımlanmamış bir kavramdır. Şuanda halihazırda 3 farklı sünnet tanımlaması kullanılmaktadır. Birincisi çok meşhur olan Ehli Hadis’in sünnet tanımlamasıdır ki; zihinlerdeki sünnet kavramı çoğu kez bununla açıklanır. Geleneksel din algısında, Sünnet = Sahih Hadis = Vahy gibi bir anlayış oluşmuştur. Hadisler de, Hz.Peygamber’e atfedilen söz, fiil ve takrirlerdir.şeklinde tanımlanagelmiştir. Ancak bütün ümmet bu tanımlamada ittifak etmiş değildir. Fıkıh Usulcülerine göre sünnet, Ef’al-i Mükellefin(farz, vacip, müstehab, mekruh..v.b.) içerisinde bir bölümdür. BU da ayrı bir sünnet tanımlamasıdır. Üçüncü tanımlama ise bid’at’ın karşılığında kullanılır. Bu da “Ehli Sünnet” anlayışını benimseyen kimseler için kullanılır ve karşıt görüşlülerine de Ehli Bid’at veya Ehli Delalet denir. İmam Malik’in Muvatta’sında veya İmam Ebu Hanife’nin eserlerinde daha farklı bir sünnet anlayışı ile karşı karşıya kalırız. Ancak bizlere verilen intiba, sanki ümmet sünnet tanımında ittifak etmiş ve bu çağrı kabul edilmezse Allah ve Rasulü’ne karşıt bir durumu benimsemiş olunacağı şeklindedir. İman ehli bu durumda; “Ya benim söylediğim sünnet anlayışını kabul edeceksin, ya da se Allah ve Rasulüne karşı çıkıyorsun” şeklinde bir ikilemle karşı karşıya kalmaktadır. Ancak burada cevapsız bir sürü soru vardır; Söz konusu Sünnet’in tanımı nedir? Hangi sünnet anlayışı? Kimin sünnet algısından bahsedilmektedir?” Bu soruların net bir cevabı yoktur.
SÂLÂT-I RASUL KAVRAMI
Bu kavramı da öğrenmek için, önceki bildiklerimizi unutarak Kur’an’a bakmalıyız. Kur’an okuyan birisi, zihnini önceki bildiklerinden ne kadar arındırırsa, Kur’an’ı anlama konusunda o kadar istidat sahibi olabilir. Aksi halde, “Bu ayette böyle yazıyor ama (benim bildiğim kadarı ile) bu böyle olmaması gerekir.” zihniyetine bürünmüşüz ve biz Kur’an’a yön veriyoruz demektir. Aslolan, Kur’an’In bizim düşündüklerimize yön vermesidir. Buna razı olan neredeyse yoktur. Suyun vahyin belirlediği mecrada akması gerekir. Birileri, inandıkları dininin kaybolup gitmemesi için, vahyin kendi belirledikleri mecrada akmasına izin verir hale gelmişlerdir. Mevcut (cari) İnandıkları dinin yıkılmaması için, (güya fitne çıkmaması için) kendilerini bu dinin bekçileri gibi görerek Kur’an’a müdahele etme gereği duyar olmuşlardır. Bunun bir çok örneği vardır.
Kur’an’da salat kavramı için de 3 tane sık tekrarlanan ayeti inceleyecek olursak;
“Allah ve Melekleri Rasûlü’ne sâlât ederler. Ey iman edenler siz ona salat edin. Ona bir teslimiyetle teslim olun. ” Ahzâp 56
Sâlât kavramına örnek verebileceğimiz ve genellikle bizlere pek okunmayan ayet ise Ahzap 43’tür;
“Allah ve Melekleri, sizi karanlıklardan nura çıkarmak için size(Müminlere) salât eder. Allah, müminlere karşı çok merhametlidir.” Ahzâp 43
Onların mallarından kendilerini temizleyen ve tertemiz yapan bir sadaka al ve onlara sâlât et! Muhakkak ki, senin sâlâtın onlar için sekînettir. Allah işitendir, bilendir. Tevbe 103
Birinci ayette, Allah ve Melekleri Peygambere, ikinci ayette Müminlere ve üçüncü ayette de Peygamber Müminlere sâlât etmektedir. Zaten bu üç ayete baktığımız zaman, hiçbir söze gerek kalmadan bu ayetler sâlât kavramı ile ilgili kafamızda her şey yerli yerine oturtmaktadır. Buna ilaveten Maide 55’i de dikkate almak gerekir;
Sizin veliniz; Allah’tır, Rasülü’dür ve iman edenlerdir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektirler. Maide 55
Ayette bu sayılanların aralarında güçlü bir velayet bağı vardır ve birbirlerine dua ederler. Peygamber Müminlere, Müminler Peygambere ve Melekler de Müminlere ve Peygambere dua ederler. Dua, sâlâtın içerisinde bir bölüm olsa da, doğrudan sâlât kelimesini karşılamaya yetmez. Sâlât, çok daha kapsayıcı, insana çok daha ağır sorumluluk yükleyen bir emirdir. Sâlât ile ilgili daha fazla detay öğrenmez için Araf 157’ye bakabiliriz.
“… Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır.”
İşte sâlât budur. Ve burada ağır sorumluluklar vardır. Peygamber’e iman edeceğiz, onu destekleyeceğiz (örneğin hayatta iken onunla savaşa gitmemek onu desteklemek olmayacaktır), ona maddi-manevi yardım edeceğiz ve ona indirilen nura ittibâ edeceğiz. Dikkat edersek ayette, iman ederler dememekte; ittiba ederler demektedir. Yani; onun ardından giderler, yolunu izlerler demektedir.
Diyanet Vakfı mealinde Ahzap 56 ayeti, “Allah ve melekleri Rasulüne salavât getirirler” şeklinde çevrilmiştir. Bize sunulan Sâlât anlayışı işte budur… Lafzen; Allahümme Salli alâ Seyyidenâ Muhammedin ve alâ âli seyyidenâ Muhammed “ demenin Sâlât kavramını karşılayacağı düşünülmektedir. Böyle bir kolaycılık Kur’an’da yoktur. Akşama kadar bir kimse, 5000 salavât çekiyor olsa; ancak Allah tarafından Rasulüne indirilen nura karşı isteksiz, onu desteklemeye veya yardım etmeye yanaştığı yoksa burada sâlâttan bahsetmek mümkün müdür? Böyle bir Sâlât yoktur. Zaten müminler Sâlât’ı duaya indirgedikleri için bu halde gelmiş bulunmaktayız.
TAFDİL-İ RASÜL MESELESİ
Bakara Suresi 285. ayette, “ … Müminler şöyle dediler: “Onun peygamberlerinden hiçbirini (diğerinden) ayırt etmeyiz.” diye geçmektedir. Gerçekten de peygamberler arasında bir ayrım yapamayız. Bunu ancak Yahudiler ve Hristiyanlar yapmışlar ve Hz.İsa’ya Rasül dememişler, Muhammed (a.s.)’a Rasül dememişlerdir. Hristiyanlar da Muhammed’i kabul etmemişlerdir.
Ancak Rasüllerin birbirinden üstünlüğü ile alâkalı Bakara 253 ve İsrâ 55 ayetlerini örnek gösterebiliriz.
“Şu Rasüllerden kimini kiminden üstün kıldık. Allah, onlardan kimiyle söyleşmiş, kimini de derecelerle yükseltmiştir….” Bakara 253
“Rabbın göklerde ve yerde olanları daha iyi bilendir. Andolsun ki; Biz, nebilerden bir kısmını bir kısmına üstün kıldık, Davud’a da Zebur’u verdik.” İsrâ 55
Ancak Kur’an’da, bu üstünlüğün hangi Peygamber’de olduğu ile ilgili hiçbir bilgi yoktur. Bunu bilebilecek olan sadece Allah’tır. Müslümanların bazıları, her nasılsa Hz.Muhammed’in diğer Rasüllerden üstün olduğunu iddia etmiş ve hatta bu üstünlüğü “Ahirette bazı Nebilerin Hz.Muhammed’den medet isteyecektir.” diyebilecek kadar ileri götürmüşlerdir. Bu konu ile ilgili Buhari’de bile hadis(!) vardır. Ontolojik olarak dahi bir üstünlük arayışına girilmiş, onun normal bir insan olmadığı Allah ile kullar arasında bir geçiş varlığı gibi anlaşılmıştır. Onun en üstün Peygamber olduğuna dair yerleştirilmek istenen bu düşünce bid’attır.