İslam isminin önüne ve sonuna başka kelimeler ekleyerek onlarca terkip elde edildiği bir gerçektir. İslamî düşüncede ortaya çıkmış çok sayıdaki mezhep, meşrep ve fırkalar da, bir biçimde İslam adını kendi adlarına iktiran ederek kullanmışlardır.
Rasulullah’ın irtihalinden çok uzun olmayan bir süre içerisinde Müslümanlar arasında birtakım mezheplerin oluştuğu bir gerçektir. Mezhep, “İnanç, ibadet ve insanlar arası muameleler konusunda, dinin aslî ve kesin kuralları dışında, birbirinden farklı düşünce ve yorumlarla, bu düşünce ve yorumları benimseyen fertler ve sosyal gruplar”ı ifade etmektedir.[1] Nihle (çoğulu: nihal) kelimesi fırka ile eş anlamlı kullanılmıştır.[2] Bölmek, bölünmek anlamındaki ‘f-r-g’ fiilinden türemiş olan fırka (çoğulu: fırak), kendilerine has siyasî ve itikadi düşüncelere sahip topluluklar anlamında kullanılmıştır. Fırka ismi daha çok siyasî-itikadi fırkaları ifade için kullanılmış olup, fıkıh mezheplerinden büyük ölçüde ayrılmıştır.[3]
Peygamber’e atfedilen, Yahudilerin 71 (ya da 72), Hristiyanların 72, kendi ümmetinin de 73 fırkaya ayrılacağı rivayetleri,[4] adeta fırkalara bölünmenin meşruiyeti gibi işlev görmüştür.[5] Oysa Rasulullah’ın (sav), ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını bildirmiş olması, ne kadar ihtimal dâhilindedir? Nitekim, İbni Hazm gibi,[6] ‘yetmiş üç fırka’ hadislerini reddeden âlimler olmuştur.
İslam’ın ilk asrında ortaya çıkan mezhep ve fırkaların ötesinde, günümüzde İslam ismine birtakım sıfatlar bitiştirerek bazı yeni ‘dinî’ isimler elde edilmektedir. Bu terkipler genellikle, ya İslam-siyaset ilişkisinden hareketle, ya da İslam’ın toplumlar nezdindeki algılanışından hareketle sosyolojik bir kategori olarak üretilmektedir. Birinci kategoriye, ‘euro İslam’, ‘liberal İslam’, ‘ılımlı İslam’, ‘Amerikancı İslam’, ‘Anadolu İslamı’, ‘Türkiye İslamı’, ‘Türkiye Müslümanlığı’, sivil İslam, siyasal İslam gibi terkipleri, ikincisine de ‘Halk İslam’ı’ ve ‘yüksek İslam’ terkiplerini örnek verebiliriz.
Ilımlı, liberal ve euro sıfatlarıyla anılan ‘İslamlar’, çağın egemen güçlerinin İslam üzerindeki siyasal hesap-kitaplarının açık tezahürüdür. Yani bu tür ‘İslamlar’, “İslam olsun ama hayatta etkin olmasın” politikasının uzantılarıdır. ‘Euro İslam’ (Suriye asıllı Prof. Bessam Tibi’nin icat ettiği sanılmaktadır), çoğulculuk, demokrasi gibi ‘değerler’ ve batı kültürüyle İslam’ın uzlaştırılması olarak kurgulanmıştır. Nuray Mert bunu, Bessam Tibi’nin, yaşadığı toplumla barışık bir İslam formülü arayışı olarak ifade etmektedir.[7]
Euro İslam’ın en gözde isimlerinden Tarık Ramazan[8], Avrupa değerlerine ters düşmeyen bir Müslümanlık öneriyor ve şöyle diyor: “Eğer Avrupa değerlerine ters düşmeden Müslüman olunabileceğini kanıtlayabilirseniz, zoru başarırsınız.”[9]
Liberal İslam, Din [İslam] ile çağdaş anlayışı birleştirmek amacıyla bazı dinî gelenekleri değiştirmeyi ve dinde yenileşme yapmayı savunan ‘özgürlükçü’ bir din anlayışı demektir.[10] Ilımlı İslam, İslam’ın sert/katı bulunan, uzlaşmasız yapısını daha esneterek, yumuşatma ve ılımlılaştırma, çağın demokratik/çoğulcu anlayışıyla uyumlu hale getirme çabasıdır.[11] ‘Anadolu İslamı’ tabiri, Yunus Emre, Hacı Bektaş, Ahmet Yesevi, Celaleddin Rumi gibi Anadolu’da yaşamış düşünür ve sufilerin ortaya koyduğu; sonrasında Said-i Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan, Abdülhakîm Arvasi, Hüseyin Hilmi Işık, Mehmed Zahid Kotku (son versiyon olarak Fethullah Gülen)in sürdürdüğü,[12] Anadolu’ya özgüleştirilen, bir tür ‘kurulu düzen’ İslam’ıdır. Anadolu İslamı, modernleşmeye elveren; sekülarizm ve İslam’ın eriyerek birleştiği ya da sekülarizm ve İslam’ın birbirleriyle etkileşim halinde olduğu bir kültür olarak açıklanmaktadır.[13] Liberal İslam’ın ya da Amerikancı İslam’ın bir versiyonudur. Anadolu İslamı ya da Türkiye Müslümanlığı, Selçuklu ve Osmanlı’dan beri süregelmektedir. Osmanlı Anadolu’sunda halk Kur’an yerine Ahmediye, Muhammediye, Kara Davut gibi kitapları okuyordu,[14] Müslümanlığını Kur’an değil, bu kitaplar belirliyordu.
‘Türkiye müslümanlığı’ ile aslında, “hem laik düzene bağlı hem de dininden haberdar” bir kent dindarlığı, Türkleştirilen bir müslümanlık[15] kastedilmektedir.
Mucidi merhum Seyyid Kutub olarak bilinen ‘Amerikancı İslam’ terimi, diğerleriyle karşıt bir içeriğe sahiptir. Önceki kavramsallaştırmaları ‘oryantalistik’ olarak nitelemek caizse, buna da ‘oksidentalistik’ demek isabetli olur. Çünkü bir doğulu tarafından, -doğuyla birlikte- batının İslam’a yönelik tasarımlarına ışık tutmaktadır. Kutub, ‘Amerikancı İslam’ tabiri ile, ABD’nin küresel hegemonyası için tehdit olmaktan çıkartılmış, ılımlı bir din anlayışını kast ediyordu.
Günümüzde, bir şahsın ismi etrafında şekillenmiş kimi ‘dinî’ gruplar da, ismen ve cismen İslam’dan inhirafın timsalleri olarak görülmeye elverişlidirler. Bu gruplar, isimlerinde İslam kelimesine yer vermeyerek, belki bir ‘risk’ten uzak durmayı amaçlamış olabilirlerse de, kendilerini ‘kurtulan’ değil, yegâne ‘kurtarıcı fırka’ olarak gördükleri, gayet açıktır. Bu zihniyete verilecek en iyi iki örnek, Nurculuk ve ‘neo-nurculuk’tur.[16]
***
Elbette İslam bir tektir; İslam’ın İslam’dan başka bir adı yoktur. Bu ismi, İslam’ın yegâne vaz edicisi Allah vermiştir. (5/Maide, 3; 3/Âl-i İmran, 19, 102; 2/Bakara, 132; 10/Yunus, 72). Biz İslam’ın sadece muhtevasına değil, ismine de tam bağlı kalmakla mükellefiz. Allah’ın emri gereğince, İslam’dan başka bir din aramamız nasıl kesin olarak memnu ise (3/Âl-i İmran, 85), onun ismini, bilhassa mahiyetine/özüne müdahaleye yol açacak biçimde, birtakım ön ve son ekler ekleyerek değiştirmemiz de memnudur.
Bununla beraber, günümüzde önemli bir sorunla karşı karşıya bulunmaktayız. Bazı durumlarda ‘İslam’ derken nasıl bir ‘İslam’ kastettiğimiz, tam olarak anlaşılmayabilmektedir. Şu bir gerçektir ki, Rasulullah (sav) aramızda bulunmamaktadır. Din, İslam, Kur’an deyince herkesin sadece bir tek kişiye yüzünü döndürdüğü bir günde değiliz. Rasulullah’ın irtihali üzerinden geçen süre zarfında, neredeyse İslam’ın müntesipleri sayısınca din anlayışı zuhur etmiştir. Mübalağayı bir tarafa bırakarak söyleyecek olursak, günümüzde, birbirinden farklı birçok fırkanın varlığı bir gerçektir. Ayrıca bu fırkalardan da sürekli yeni fırkalar doğmaktadır. İlaveten siyasî partiler, örgütler, belirli bir vakıf bünyesinde ya da bir şahıs (hoca, hocaefendi, şeyh, abî v.b) etrafında kümelenen öbeklerin her biri mutlaka İslam’la ilgili farklı bir yorum geliştirmekte, yeni görüşler icat etmekte, yeni fikirler ortaya atmaktadırlar. Bütün bu sosyal gruplar kendilerine mezhep demeseler de, her birinin diğerinden en az bir meselede ayrıştığı ve hem de kendisini belki de İslam’ın yegâne doğru adresi olarak takdim ettiği (30/Rum, 32) bir gerçektir.
İslam’ın mistik yorumu olduğu iddiasında bulunan ve sosyal alanda ‘tarikat’ adıyla organize olan toplulukların nicelik ve nitelik olarak çeşitliliklerini de buraya dâhil etmek gerekir.
Demek istiyorum ki, yaşadığımız hayatta, birden fazla ‘İslam’ın olduğu; İslam’ın değil, ‘İslamlar’ın olduğu bir realitedir. Zaten bütün bu mezhep, meşrep, cemaat, grup, fırka, hizip, ekol, tarikat v.b’nin, kendilerini İslam olarak adlandırdıkları halde (her biri, İslam’la bağının olmadığını değil, olduğunu iddia etmektedir), birbirleriyle bir uyum ve ittifak sağlayamamaları, İslam’ın değil de, ‘İslamlar’ın olduğu görüşünü teyid etmektedir.
Hâsılı, Nebî (sav) zamanında -doğal ve bilmecburiye- olduğu gibi, bir tek İslam değil, ‘İslamlar’ mevcuttur fakat bu ‘İslamlar’ hak mıdır? Diğer bir ifade ile soracak olursak: bu ‘İslamlar’ İslam mıdır? Bu soruya şu şekilde cevap verebiliriz: Ortada, ‘hangi İslam?’ diye sormayı icap ettirici tarzda birden fazla İslam’ın olması kuşkusuz ‘hak’ değildir. Fakat bunların ‘hak’ olmaması, hepsinin de küfür olduğu anlamına gelmez. ‘İslamlar’ın hiçbirisi tek başına İslam’ın yerine ikame edilemez, İslam’la özdeş kılınamaz. Fakat bu farklı din anlayışlarından, İslam sınırları dâhilinde kabul edilecek olanlar ve olmayanlar vardır.
İslam, vaz edicisi Allah olan bir Din’dir. İslam’ın kaynağı bellidir. Akidesi, ibadetleri, ahlakı, dünya görüşü, ahiret telakkisi gayet sarihtir. Kendini İslam’a nisbet eden herhangi bir akım, İslam’ın bu açık hükümleriyle tartılır. ‘İslamlar’ın İslam yerine ikame edilemeyeceği kaziyesi, tekfircilik olarak anlaşılmamalıdır. Zaten mesele tekfir meselesi değildir. Mesele şu ki, hadiste geçtiği şekilde 73 değil, nice 73 fırka kendisini İslam’la alakalandırmakta, hatta kurtulan fırkanın (fırka-i Naciye) da kendisi olduğundan emin bulunmaktadır.
Kendilerini İslam’a nisbet eden grupları/fırkaları tekfir etmemekle birlikte, yetmiş üç’lerce fırkanın hepsinin din anlayışının İslam olmayacağı açıktır. Peygamber (a.s), ümmetinin 73 fırkaya ayrılacağını ve yetmiş ikisinin cehennemlik olduğunu bildirmiş midir, bilemeyiz ama böyle bir rivayet -ister peygambere ait olsun, ister onun adına uydurulmuş olsun; ki uydurulmuş olması büyük ihtimaldir- aslında ‘tekfirci’ bir rivayettir. Zira ümmetin 73 fırkaya ayrılacağı ve sadece birinin kurtulan fırka olduğu rivayetinin yanında, bunun tam tersini, yani ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağı ve bunlardan yetmiş ikisinin cennete, sadece birinin cehenneme gideceğini haber veren hadisin de mevcut olduğu ve bu hadisin sened yönünden diğerinden daha mevsuk olduğu ileri sürülmektedir.[17]
Allah, Din’de tefrikaya düşmekten bizi şiddetle uyarmakta, fırkalaşmanın önüne geçmemiz için, Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı tutunmamızı (3/Âl-i İmran, 103); fırkalaşarak dinlerini param parça edenlerin kötü örnekliğinden ibret almamızı istemekte (30/Rum, 32; 2/bakara, 213; 3/Âl-i İmran, 19; 42/şura, 13-14) iken, fırkalaşmak, mezheplere bölünmek, birbirlerine, kafirlere göstermedikleri düşmanlığı gösterecek denli fikir ayrılığına saplanmak Allah’ın asla razı olmayacağı bir durumdur. Birçok dinî grup arasında, kıyamete kadar kapatılamayacak kadar derin ihtilaflar var. Bu ihtilaflar, ilgili gruplar arasında adeta derin birer ateş çukuru (3/Âl-i İmran, 103) oluşturmaktadır.
“Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin diye Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi Allah size de din kıldı. Fakat kendilerini çağırdığın bu (din), Allah’a ortak koşanlara ağır geldi. Allah dilediğini kendisine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.” (42/Şura, 13).
“Onlar kendilerine ilim geldikten sonra, sadece aralarındaki taşkınlık yüzünden ayrılığa düştüler (fırkalaştılar). Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitaba varis kılınanlar da onun hakkında derin bir şüphe içindedirler.” (42/Şura, 14).
“İşte onun için sen davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma ve de ki: Ben Allah’ın indirdiği Kitab’a iman ettim ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum. Allah bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, sizin işledikleriniz de sizedir. Aramızda tartışılabilecek bir konu yoktur. Allah hepimizi bir araya toplar, dönüş de O’nadır.” (42/Şura, 15).
Şura suresinin 13. ayetinde, Muhammed (a.s)’ın davet ettiği İslam’ın, kendilerine gelen İslam’ı tahrif etmiş bulunan müşrik kavimlere ağır geldiği bildirilmektedir. Bu ayet sadece 1400 sene önceki ehli kitabın durumunu mu açıklamaktadır? Yoksa günümüze de bir mesajı var mıdır? Elbette ayet bugünü de aydınlatmaktadır. Yani, kendileri İslam’a davet edilen kimselere bu davet, tıpkı ehli kitap müşrikleri gibi ağır gelmektedir.
Ehli kitap gibi, bugünün ‘İslamî’ fırkaları da, kendilerine ‘İlim’ (Kur’an) gelmişken, aralarındaki taşkınlık yüzünden fırkalaşmışlardır. Bütün bunlara rağmen Rabbimiz, Kur’an’la İslam’a davet etmeyi ve yan yollara sapmaksızın, emrolunduğu gibi dosdoğru olmayı, onların heveslerine uymamayı Peygamberine bir görev olarak yüklemiştir. Biz müminler de bu göreve dahiliz.
15. ayetteki “festeqım” emri, Peygamber’e, hanif dini İslam’a davet etmede, tevhid akidesi üzere olmada yalpalamaması, dimdik durması uyarısıdır.[18] Hemen peşinden Peygamber, “onların hevalarına uyma!” diye uyarılmakta ve “Allah’ın indirdiği Kitab’a iman ettim” demesi emredilmektedir. İşte İslam’ın bütün karakteristiği bu kısa cümleciklerde muhtevidir. İslam budur. ‘Kur’an İslamı’ da budur. Kur’an’ı aralarında bin bir türlü pazarlığın konusu yapan, kendilerine “İslamî ehli kitap” diyebileceğimiz zümreler, kendi hevalarını İslam olarak lanse edebilmekte, ‘Kur’an İslamı’ diyenleri de bu hevalarına çağırabilmektedirler.
Rabbimizin çağrısı da işte budur.
İslam’dan İnhirafın Sebepleri
İslam’dan inhirafın ve din’de fırkalaşmanın belli başlı sebepleri vardır.
1.İlk başta gelen sebep, Allah’a yeterince iman etmemek olsa gerektir. Bu, Kur’an’ın, “Allah’ı gereği gibi takdir edememek” (6/En’am, 91; 22/Hac, 74; 39/Zümer, 67) diye tanımladığı bir bilinçsizlik halidir. Şüphe yok ki, her fırka kendisini Allah’a iman etmiş saymaktadır. Bu fırkaların, yaratıcı, rızık verici bir Allah’a inandıkları da bir gerçektir. Ama işte asıl sorun da burada yatmaktadır: Allah’ın varlığına ve birliğine inanmakla, hakkıyla iman etmek ayrı şeydir. Bir din olarak seçimini İslam’dan yana yapmak, yani teslim olmakla, iman etmiş olmak farklı şeylerdir. Bunu Kur’an söylemektedir. Kur’an, imanın kalbimize girmesi gibi bir keyfiyetten bahsetmektedir. (velemma yedhulil imanu fî qulûbikum). Teslim olmakla, iman kalbe girecek şekilde mü’min olmayı birbirinden ayrı tutmaktadır. (49/Hucurat, 14). Bu ayete göre, cemaatini/mezhebini/grubunu dinleştiren bir fırka, Kur’an’ın nazil olduğu dönemdeki bedevilere tekabül etmektedir. O gün, biraz çıkar hesabıyla, biraz da sosyal şartların zorlamasıyla İslam’a ‘evet’ diyen, demek durumunda kalan bedevilerin ‘müslümanlığı’, onların çağdaş varisleri tarafından sürdürülmektedir. Ortak nokta, imanın kalbe yerleşmemiş olmasıdır.
Kur’an, sadece sorunu tespit edip orada durmaz, çözümü de gösterir. Çözüm bellidir: (kendini İslam’a nisbet eden, istisnasız herkes) Allah’a ve Rasulüne iman edecek, iman ettikten sonra hiçbir kuşkuya düşmeyecek; malıyla ve canıyla, başkalarının / başka ülkülerin değil, Allah’ın yolunda cihad yapacaktır! (49/Hucurut, 15). Eğer kendini Müslüman sananlar Allah’a değil de, Allah biz insanlara Din’ini öğretecekse, bu böyledir! (49/Hucurat, 16). Hiç kimsenin Müslüman olması bir lütuf ve Peygambere karşı bir minnet vesilesi olamaz; lütuf, Allah’a aittir ki, biz kullarına arı-duru İslam’ı din olarak tensip etmiş (49/Hucurat, 17), İslam’ı seçip beğenmiştir. Rızası İslam’dan yanadır. (5/Maide, 3).
Allah’a gereğince iman eden, O’nu gereği gibi takdir edebilen insanlar, Allah’tan hakkıyla korkarlar (3/Âl- İmran, 102), Allah’ın dininde taşkınlık yapmazlar (4/Nisa, 171; 5/Maide, 77), haddi aşmazlar, kulluk mevkiinden ilahlık mevkiine geçmeye yeltenmezler. (26/Şuara, 29; 28/Kasas, 38). Aslında her insan, kendisinin kul, Allah’ın da Allah olduğunu bilir, iman eder ve imanında kuşkuya düşmezse, dindeki bu sapmalardan beri olur.
2.İkinci önemli sebep, insanların Kur’an’a yaklaşımlarında yatmaktadır. Kendilerini İslam’a nisbet eden toplulukların ekseriyetinin Kur’an’la ilişkisi sorunludur.[19] İnsanlar Kur’an’ı tedris ederek Müslüman olmakta değildirler. ‘Ekserunnâs’a, kendilerinin Kur’an’ı anlayamayacakları, onu ancak havassın anlayabileceği, kendilerinin de o büyük alimlere tabi olmaları gerektiği fısıldanmaktadır. Kitleler, daha çok, içinde Kur’an, Allah ve Peygamber gibi lafızların geçtiği söylemlerin cazibesine(!) kapılarak ‘müslüman’ olmaktadırlar. Çağrı İslam’a ‘gibi’ görünse de, gerçekte ya bir şeyh efendiye, ya bir hocaefendiye, ya bir ağabeye, ya bir üstada, ya bir kanaat önderine, partiye, tarikata, cemaate, vakfa, derneğe v.b. yapılmaktadır. Davet edilen namzet, davetten şöyle bir mesaj almaktadır: Sen gel, sana ne kadar Allah, ahiret, günah-sevap, haram-helal, namaz, oruç, hayır-hasenat, tevbe, namaz v.d. gerekiyorsa, onu biz vereceğiz! Sen tek başına neyin ne kadar gerektiğini asla bilemezsin! Bizim pirimiz/şeyhimiz/hocamız/liderimiz bunun için vardır. Kişiden, gassalın önündeki cenaze gibi, ilgili yetkin kişiye (bir beşer rabbe) teslim olması istenmektedir.
Kur’an bu gerçeği, hahamların ve rahiplerin (9/Tevbe, 31) rab edinilmesi; sâdât ve kuberâya (büyükler/ulular/efendiler) (33/Ahzap, 67) tabi olunması, körü körüne itaat edilmesi olarak tanımlamaktadır. Bazen de körü körüne tabi olmuşları ‘zayıflar’ (duafâ), tabi olunanları da ‘müstekbirler’ (ellezîne istekberû) diye tanımlamaktadır. Fakat cehennemdeki çekişmelerinin tasvir edildiği bu kıyamet sahnesinde, müstekbirlerin verdiği cevap çok önemlidir: “Allah bizi hidayete erdirseydi, biz de sizi hidayete erdirirdik!” demektedirler. (14/İbrahim, 21). Demek ki, halk nazarında ‘din büyüğü’, ‘derin hoca’, ‘büyük alim’, ‘naz ehli’ olarak bilinen kimseler belki de hidayetten hiç nasibini almamış, cahil kimselerdir.
Bu ülkede Kur’an, daha ziyade bir uğur nesnesi olarak evde bulundurulan, geçmişlerin ruhu için okunması son derece elzem bir kitap olarak algılanmıştır. Asırlar var ki Kur’an, bir ‘hayat nizamı’ kitabı olarak değil de, ölülerin ruhu için okunmuştur.[20]
Fazlurrahman’ın şu tespitine katılmamak mümkün değildir:
“İşte böylece insanı sarsan ve inkılâpçı bir özelliği olan Kur’an gibi dinî bir kitap, gramer ve hitabet süprüntüleri altında gömülü kalmaya mahkûm edilmiştir. Çok gariptir ki Kur’an, bizzat kendi başına hiçbir zaman medreselerde tedrisat konusu olmamıştır. Herhalde Kur’an’ın bu şekilde incelenmesinin, sadece öğrenimle ve kelamla ilgili durumu değil, mevcut toplumsal düzeni dahi değiştirmesinden korkulmuştur.”[21]
Fazlur Rahmân’ın çizdiği bu tabloyla günümüzü karşılaştırdığımızda, mensubu olduğumuz toplumda bir ‘devrim’ yaşandığını söyleyebiliriz. Çünkü her türlü eksikliğine ve birtakım olumsuzluklarına rağmen artık Kur’an, indiriliş gayesine münasip bir ilginin odağı olmaya başlamıştır. İslam güneşi yeniden parlamaya başlamıştır.
Ama unutulmamalıdır ki hala yeryüzü, İslam’ı din olarak benimsemişse de, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamaz!” eşiğini aşamamış, her türlü şirk inancının taşıyıcısı olmaya namzet, İslam’ın izzetine münasip bir yaşam tarzı tutturamayan zümrelerle doludur.
Demek ki çözüm bellidir: Kur’an’ı mutlaka bileceğiz, tedris edeceğiz ve iman edeceğiz.
3.Üçüncü olarak, Peygamber’in / peygamberliğin yeterince anlaşılmadığını düşünebiliriz. Bu konuyu -inşaallah- müstakil olarak ele alacağımız için, burada sadece atıf yapmakla yetiniyoruz.
Sözün özü: ‘Kur’an İslamı’ ile kitabımız Kur’an’da Allah tarafından vaz edilen, Muhammed (sav)’e inzal edilmiş ve kendisinin tebliğ ettiği, yaşayarak bizim için örneklendirdiği Din’i/İslam’ı kastediyoruz. Konuyu belki birazcık geniş tutarak, bu tabirle ne demek istediğimizi anlatmaya gayret edeceğiz. Tevfik Allah’tandır. O’na tevekkül ediyor, O’ndan yardım diliyoruz.
Not: ‘Kur’an İslamı’ konusunun birkaç yazı ile sürmesi planlanmaktadır. Dolayısıyla, konunun sadece bu yazıdaki kısmıyla değerlendirilmesinde acele edilmemelidir.
DİPNOTLAR___________________________________________________
[1] Mustafa Öz, Başlangıçtan Günümüze İslam Mezhepleri Tarihi, İst-2011, s.33-34, 41.
[2] Mustafa Öz, a.g.e. s.42.
[3] Mustafa Öz, a.g.e. s.41.
[4] Tirmizi’nin yer verdiği, Ebu Hureyre’den gelen rivayette şöyle denmektedir: “Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: Yahudiler 71 yahut 72 fırkaya ayrıldılar. Hristiyanlar da keza böyledir. Benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır.” (Tirmizi, 38/İman, 18, hadis no: 2640, V/25). Tirmizi’nin tahric ettiği, Abdullah İbni Amr’dan gelen rivayette ise şöyle denmektedir: “…İsrail oğulları 72 millete ayrıldı. Benim ümmetim ise 73 millete ayrılır. Bunların biri hariç, hepsi ateştedir. O nedir ya Rasulallah dediler, şöyle dedi: Ben ve ashabımın üzerinde bulunduğumuz (millet)tir.” (Tirmizi, aynı yer, hadis no: 2641).
Ebu Hureyre hadisine Ebu Davud da yer vermiştir. Ebu Davud, Abdullah b. Amr hadisini Muaviye b. Ebi Sufyan’dan tahric etmiştir. (Ebu Davud, Sunen, 39/Sunne, 1, hadis no: 4596 ve 4597, V/4-5).
[5] Ahmet Keleş, Türkiye’de Cemaat Dindarlığının Oluşumunda Hadislerin Rolü, İslamiyat, V/4, Ekim-Aralık 2002, s. 129-132.
[6] Ahmet Turan, İslam Mezhepleri Tarihi, Samsun-2000, s,8.
[7] Nuray Mert, ‘Avrupa İslamı’, Radikal, 27.12.2001.
[8] Çünkü Hasan el-Benna’nın torunu olarak, batıda yaşıyor ve demokratik dille konuşuyor.
[9] Akif Emre, Tarık ramazan’ın ‘Avrupa İslamı’ Bitti mi?, Yeni Şafak, 20.08.2009.
[10] M. Ali kirman, Din Sosyolojisi terimleri Sözlüğü, İst-2004, s. 141.
[11] Bkz. Mehmed Durmuş, Ak Parti: Muasır Ilımlı İslam Seviyesi, Fikret Başkaya (Editör), AKP Ilıklı İslam Neoliberalizm, Ank-2013 içinde, s.166-205.
[12] Bülent Keneş, İslamî Olana Karşı Siyasal İslamcılık, Zaman, 25.01.2014.
[13] Şerif Mardin, Türkiye, İslam ve Sekülarizm, İst-2011, s. 173-176.
[14] Şerif Mardin, Neşe Düzel’in Röportajı, Taraf, 10-11.10.2011.
[15] Mehmet Altan, Kent Dindarlığı, İst-2010, s. 61 ve 87.
[16] Bu hususta Said Nursi ve Fethullah Gülen’e ait tek bir örnek bile, kendilerine yakıştırdıkları ‘kurtarıcı’ sıfatını anlamaya yeterlidir. Said Nursi şöyle demektedir: “Gözümde ne cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’anımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa cennet’i de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selamette görürsem, Cehennem’in alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.” (Gülen, Fikir Atlası, (Fasıldan Fasıla-5), İst-2006, s. 112; Ümit Burcu, (Kırık testi-4), İst-2004, s. 95-96; Prizma-4, İst-2004, s. 257)
“…şahsıma değil bir makam, şan u şeref ve şöhret vermek ve uhrevi ve manevi bir mertebe kazandırmak, belki bütün kanaat ve kuvvetimle ehli imana bir hizmet-i imaniye yapmak için, değil yalnız dünya hayatımı ve fani makamatımı, belki -lüzum olsa- ahiret hayatımı ve herkesin aradığı uhrevi baki mertebeleri feda etmeği; hatta cehennemden bazı biçare ehli imanları kurtarmağa vesile olmak için -lüzum olsa- cenneti bırakıp cehenneme girmeği kabul ettiğimi hakiki kardeşlerim bildikleri gibi…” (Nursi, Tarihçe-i Hayat, Sözler y. İst-2004, s.516, 538)
Gülen pîrine nazire yaparken, usturuplu bir şekilde onu bir adım geçmiş gibidir: “Gözümde ne cennet sevdası, ne de cehennem korkusu var; milletimin imanını selamette görürsem cehennem alevleri içinde yanmaya razıyım.” “…vücudumu o kadar büyüt ki cehennemi ben doldurayım, başkalarına yer kalmasın.” (F. Gülen, Ruhumuzun Heykelini Dikerken, İzmir-2008, s. 87)
[17] Ahmet Turan, a.g.e. s,7.
[18] Zemahşerî, Keşşaf, IV/216.
[19] Zaten Kur’an, genel geçer bir gerçeklik olarak insanların ekserisini (ekserunnâs) iman ve amel bakımından sorunlu bulur. (11/Hud, 18; 12/Yusuf, 103; 13/Ra’d, 1; 18/Kehf, 89; 2/Bakara, 243; 6/En’am, 116; 7/A7raf, 187 v.b.).
[20] Anadolu İslamlaşırken, türbeleri bekleyen kişilerin, ölünün ruhen istirahat etmesi için gece-gündüz Kur’an okuması temin edilmiştir. Bkz. Ömer Lütfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler, Vakıflar Dergisi, 1942, C.II, s.279-304.
Anadolu’nun İslamlaşmasında en önde gelen aktörler, Ahiyân-ı Rum (Fütüvvet), Bâcıyân-ı Rum, Abdâlan-ı Rum gibi mistik fikirleri olan teşkilatlardı. Geniş bilgi için bkz. Fuad Köprülü, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Ank-1999.
[21] Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, Terc. Alpaslan Açıkgenç-Hayri Kırbaşoğlu, Ank-1990, s. 117.