İnanmak kelimesi Türkçe, iman kelimesi ise Arapçadır. İnanmak kelimesinin anlam-bilim açısından iman’la aynı anlama geldiği ileri sürülebilir; bunun sadece inanmak sözcüğünün, ait olduğu kültür ve toplum düzeni içerisinde geçirdiği evreler, içinden geçtiği koşullar icabı fakirleştiği v.b. iddia edilebilir. Fakat sebebi her ne olursa olsun, iman etmek, inanmaktan çok daha ileri mevkide durmaktadır. Zaten Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde de inanmak: “bir şeyi doğru olarak benimsemek” diye tarif edilmektedir. Benim de işaret etmek istediğim ince ayrım tam da budur işte: Bir şeyi benimsemekle, iman etmek birbirinden çok farklıdır. İman etmek, iman edilen şeyin benimsenmesinden öte, bütünüyle ona katılmak, adeta kendisiyle iman ettiği şeyi özdeşleştirmek, nimetine olduğu gibi ve hatta daha fazla külfetine razı olmak, uğrunda hayatını ve malını feda etmeyi göze almak anlamını tevlid etmektedir. İman etmek, kesin olarak emîn olmaktır.
Kur’an’ın teslim olmakla iman etmeyi birbirinden tefrik etmesi, inanmakla iman etmek arasındaki farka ışık tutucu niteliktedir.
***
Bugün yeryüzünün değişik bölgelerine yayılmış bulunan Müslüman toplulukların dramatik hikâyesi aslında Kur’an’a inanmakla, iman etmek arasındaki o ince çizgide düğümlenmektedir.
Biz Müslümanların sorunlarımız aslında çok derinlerdedir ama izahı çok kolaydır. Bizler İslam ümmeti olmaktan tard edileli, tarumar edileli, asırlarla ifade edilecek bir zaman dilimi geçmiş bulunmaktadır.
Biz Müslümanlar elan, şu veya bu yöntemlerle, şu veya bu oyunlarla İslam’dan kopartılmış; şu veya bu sebeplerle kendi inisiyatifimizle İslam’dan uzaklaşmış, İslam’ı sadece bir ‘inanç unsuru’na indirgemiş; İslam’la ilişkisi sadece aroma kıvamında kalmış bir toplumun/toplumların içerisinde yaşamakta olan acınası kimseleriz. Bize, ‘inancımıza saygılı’, bazı ‘kulluk vazifelerimizi’ yapmamıza olanak veren, camilerimizin kapalı tutulmadığı bir ‘özgürlük ortamı’nda bir hayat lütuf olarak verilmekte; dolayısıyla bunun da kıymetini bilmemiz gerektiği her fırsatta hatırlatılmaktadır.
Şu anda toplum olarak, kaç(ın)mamıza asla izin verilmeyen yığınlarca sorun içerisinde boğuşturulmak zorunda bırakılmış bulunmaktayız. Bu anlamda durumumuz maatteessüf, hayvan boğuşturanların tertipledikleri boğuşturma sahnesini andırmaktadır
Biz bu zillete düşmeyecektik…
Başımız bu kadar eğilmeyecekti…
Şerefimiz bu kadar zedelenmeyecekti…
Ama maalesef olanlar oldu ve bu haldeyiz.
Olanlardan dolayı illa bir suçlular listesi oluşturmamız gerekmiyor. Önemli olan, öncelikle, bu acı gerçeği kabullenmektir. Daha henüz bunu kabullenmekte bile anlaşamıyoruz. Kur’an, ahirette mustaz’aflarla müstekbirlerin yüzleşmelerini tanıtırken, suçu ne bütünüyle müstekbirlere yüklüyor, ne de bütünüyle mustaz’aflara. Herkesin bir biçimde bu suçta payı bulunmaktadır. Halil Cibran, ‘Ermiş’e söylettiği “Nasıl bir yaprak, ancak bütün ağacın sessiz bilgisi ve isteği olmadan sararmazsa, suç işleyen de topunuzun gizli isteği olmadan o suçu işleyemez.” sözü ile bu acı hakikate ve ezeli hikmete bizi yöneltmektedir.
Şu halde ‘suç’ hepimizin; suçlu ise hepimiz. Önemliolan, ‘suç’u iyi tespit etmek ve canımızı acıtacaksa da, varsın acıtsın demektir; kendi tespit ve teşhisimizin canımızı yakması, kâfirin karşısında başımızı yere eğme zilletinden daha kahredici değildir.
***
Bizim ezelî sorunumuz, Kur’an’la olan bağımızı kopartmamızdır. Kur’an, tarafımızdan bizlerin, her türlü gelenek, töre; siyasi, ahlakî görüş, düşünce, duyuş, algılayış, yaklaşım ve yaşam biçimimizin tasdik edicisi bir şemsiye müessese olarak muamele görmektedir. Kur’an’ın bütün bunları onayladığını zannetmekteyiz. Herkes, her türlü görüş, düşünce, tavır ve tutumunu bir şekilde Kur’an’la ilintilendirmektedir. Hiç kimse hiçbir sorgulamaya gelmemektedir. Her türlü sapkınlığa en -ikna edici değil ama- susturucu cevaplar verilebilmektedir.
Biz Müslümanların yegane meselemiz, Kur’an’a iman etme meselesidir. Kur’an’a evet, yeniden, en baştan iman etmeliyiz. “İman etmiştik” diyorsak, imanımızı gözden geçirmeliyiz. Kur’an’a iman etmekle inanmak farklı şeylerdir. Şayet iman etmiş olsaydık Kur’an, hayatımızın öznesi olurdu, oysa Kur’an hayatımızda tamamen bir nesnedir; Kur’an nesneleşmiştir.
Cami cemaatinden kafe gençliğine; müfessirinden müzisyenine, en dindarımızdan en seküler olanına kadar, kendisini Müslüman olarak tanımlayan bütün kesimler Kur’an’ın nesneleşmesinde bir şekilde bir pay sahibiyizdir.
Şu halde önemli olan, yeniden Kur’an’a iman etmemizdir. Kur’an’dan araştırmalar yapmak, Kur’an kelime ve kavramları üzerine ilmi tedkikler yapmak, Kur’an içerikli konferanslar, paneller, sempozyumlar düzenlemek, radyo ve televizyonlarda Kur’an sohbetleri irad etmek Kur’an’ı tanımak ve anlamak yolunda mutlaka önemi olan çabalar ise de, bütün bu çabalar Kur’an’ın nesneleşmesinin önüne geçmek için yeterli değildir. Bilakis bu çabaların ekserisi, Kur’an’ın nesneleşmesi sürecine çok mühim katkılar da sağlayan etkinlikler olmaktadır. Kur’ansız bir hayat, Kur’an kutsanarak pekala meşruiyet kazandırılabilmektedir.
Ve Kur’an’a iman etmek bütün bunlardan öte bir keyfiyettir. “Bunca Kur’an araştırması yapıyoruz, demek ki Kur’an’a iman etmişiz” denemez. Çünkü müsteşrikler başta olmak üzere, nice Kur’an araştırmacısı (uzman)ın Kur’an’a iman etmemişliğini açıkça müşahede etmekteyiz.
***
Kur’an’a iman etmek, hayatımızı Kur’an’ın tanzim etmesine iman etmektir. Hayatımızı Allah’ın boyası ile boyamaktır. Tevhidden başka değer tanımamamızdır. Kur’an’a iman etmek, akidemizi yüzde yüz Kur’an’a dayandırmaktır; ahlakımızı Kur’an ahlakı ile, onun mücessem örneği olan Rasulullah Muhammed (sav)’in ahlakı ile inşa etmektir. Ahlakı, akideden daha değersiz sanmamaktır. Kur’an’a iman etmek, Allah’ı yegâne ilahımız ve tek Rabbimiz bilmektir. Allah’a inanmakla, iman etmenin de birbirinden tefrik edilmesi gerektiğine işaret etmiştik. Bir müminin, evrenin hâkimi bir büyük güce ‘inanan’ bir deistten bir farkı olmalıdır; o fark da, Allah’a imandır.
Allah’ın yegâne ilahımız ve yegâne Rabbimiz olması, Allah’ı hayatımıza müdahale ettirmek demektir. Allah’ın çağrısına “Lebbeyk Allahım!” diyerek icabet etmektir. Kur’an’a iman etmek, sırat-ı mustakiimin o şerefli kadîm yolcuları, yolumuzun fenerleri ve son Elçi Muhammed (sav)’i yegâne örnek edinmektir. Eğer bütün bunlar hayatımızda söylemden ziyade bir yaşam tarzına dönüşseydi, bugün, Mekke’nin Lat, Menat, Hubel ve Uzza’sına benzeyen beşer ilahlara tapınır olmayacaktık ve Kur’an’a iman etmişliğimiz inandırıcı olacaktı. Oysa bugün, hayatımıza yön veren bu beşer-ilahlara iman etmekte, Allah’a ise inanmaktayız. Muhammed (sav)’i olağanüstü şekilde yücelten sıfatları eklemeden adını anmıyoruz ama onu sadece, yine hayatımıza yön veren beşer-ilahların otoritesini pekiştirmek için bir binek taşı gibi kullanıyoruz.
İçimizden birileri, Kur’an’ın öne çıkartılmasından anlaşılmaz bir biçimde rahatsız olmaktadırlar. Bu biraz, Allah tek olarak anılınca surat asan, şeriklerle birlikte Allah ismine de yer verilince yüzleri gülenlerin durumuna benzemiyor mu?
***
Şu an çok ciddi sorunlarla bizi boğuşturduklarına değinmiştik. Zaten yüz yıllardır bu sorunlardan hiç başımız kurtulmadı. Bizim asıl sorunumuz burada tespit etmeye çalıştığımızdır. Bu hayati sorunumuzla yüzleşmediğimiz müddetçe, hiçbir çabamız ciddi bir sonuç doğurmayacaktır. Etrafımızın bin bir türlü sorunla kuşatılıp, asıl sorunumuzu göremememiz, idrak edemememiz, görüp idrak etsek bile, onu aciliyeti olmayan, ertelenmesi gereken tali bir sorun olarak algılayıp, başımıza örülen çoraplarla boğuşmaya devam etmemizin sağlanması da, küresel kâfirlerin bir hesabıdır. Bizler ise bu hesabı bozucu ve “Allah’ın da bir hesabı var!” demeyi hak edici bir ‘oyun’ bilincine sahip değiliz. Oyun kurucu olan bizler değil, işte o küresel kâfirlerdir.
Bizler biliyoruz ki yeni bir Peygamber gelmeyecektir. Fakat her bir mümin, bir Peygamberin yapacağı işlerle kendisini vazifeli bilip, adım atmakla mükelleftir.
Kur’an’ı anlama biçimleri bin bir türlü ise de, Kur’an tektir ve yeniden iman edilmeyi, yeniden anlaşılmayı, yeniden kendisiyle cahiliye toplumunun İslam’a davet edilmesini beklemektedir. Kur’an ve Rasulullah’ın güzel örnekliği, kendisiyle yeniden bir İslam toplumu inşa edebileceğimiz tek kaynağımızdır.
NİDA Dergisinin Ekim-Kasım-Aralık 2015 sayısında yayınlanmıştır.