-Yiğit Kral, cömert ve merhametli yönetici, kahraman ve amansız asker, akıllı ve ileri görüşlü adam, sevgili babam…
-Söyle tatlı dilli evlat.
-Babacığım, sen bu toprakların tek Kralısın ve ben senin biricik oğlunum değil mi?
(Kral tebessüm ederek kafasını aşağı yukarı sallar)
-Bir tek emrinle yıllardır çalışan; heykellerimizi yapmaya çalışan şu ustalar, kalfalar, işçiler, askerler senin halkın değil mi?
(Kral yine cevap vermez; kafasını sallar)
-Şu ucu görünmeyen dağlar taşlar, vadiler ovalar, dereler tepeler, kurtlar kuşlar senin değil mi?
-Evet, der Kral.
-Öyleyse neden hala bakar dururuz, her sabah, her gün… Yılmadan, bıkmadan, yaz kış… Kendimi bildim bileli… Şu doğan güneşe neden bakarız?
-Ufku merak ederim evlat, arkasında ne var acaba?
-Ne olacak baba! Tabi ki dağ, taş…
-Oranın da bir ufku ve Kralı olmalı, acaba oranın arkasında ne var?
-Yine dağ, taş ve Kral…
-Oranın arkasında?
-Yine dağ, taş ve Kral…
-Oranın arkasında?
-Baba, devam eder gider böyle işte.
-Nereye kadar gider? Bir yerde son bulmalı, bir sonu olmalı. Yoksa güneş battığı yerden doğuyor olmalıydı; ama her gün olan şey ne? Güneş, bir taraftan doğuyor; karşı taraftan batıyor. Bu mantıksız!
-Bunlar ne anlama geliyor baba? Ne demek istiyorsun?
-Sevgili oğlum, üzerinde yaşadığımız şey, hani adına dünya dedikleri şey; yuvarlak ve kendi etrafında dönen bir şey olabilir?
Oğlu güler;
-Güzel sözlü baba, neler diyorsun sen? Öyle şey olur mu hiç? Boş ver bunları; gel hadi gidelim, geç kalmayalım. Biliyorsun, bugün misafirlerimiz var; nişanlım ve ailesi gelecekler huzurunuza.
-Evlat, keşke kral yerine bir kartal olsaydım, işte o zaman ufkun arkasını, hatta ötesini bile görebilirdim.
…
…