İnsanlığın var olduğu günden bu yana süregelen hak-batıl mücadelesinin farklı versiyonlarını yaşıyoruz. Her zaman olduğu gibi bugün de İslam aleminin içinde bulunduğu mevcut şartlarda dost ile düşmanı ayırt etmenin yolunun ancak Allah’a ve Resulüne bağlı kalma bilincinin oluşturulmasıyla mümkün olacağını bilmemiz gerekir.
Allah’ın ifade buyurduğu gibi bile bile hakkı batılla karıştırıp hakkı gizlemeye çalışanların (2/Bakara, 42) oluşturmaya çalıştığı puslu havanın dağılması, hak ile batılın aynı safta bulunma ihtimalinin olmadığının olamayacağının anlaşılması için gücümüz yettiğince çaba harcamak her zaman gündemimiz olmalıdır.
Bu itibarla Meseleyi daha iyi anlayabilmek, derdimizin ne olduğunu iyice idrak edebilmek için evvela intisab ettiğimiz islam’ın ne olduğunu bilmemiz gerekmektedir.
Asırlardır üzerimizde karabulut gibi dolaşan yanlış okuma korkusu bizleri öyle bir dehlize düşürmüş ki besmeleyi bile çekmekten korkar olmuşuz. Öyle öğretmişler, öyle yetişmişiz. Böyle buyurmuş büyüklerimiz. Bu yüzden İslam’ın yanlış anlaşılması korkusuyla İslam hiç araştırılmamış ya da yüzeysel bir bilgi ile yetinilmiştir. Yanlış anlama korkusu ve yanlış okuma korkusuna karşı hiç okumamayı daha ehven gören tek milletiz desek abartmayız. Bunun elbette siyasi sebepleri vardır, işin o boyutu başlı başına bir konudur. Ancak insaf edilsin İslam’ın ne olduğu, neyi içerdiği, neyi içermediği neyi kuşattığı konusunda en azından küçük bir bilgi kırıntısını elde etmeye dahi karşı tavır almak büyük bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. İşte bu nokta üzerinde yoğunlaşıp ulaşabildiğimiz tüm insanlara İslam’ın ne olduğunu Allah resulünün anlattığı gibi anlatabilmeliyiz.
Bilinmeyen şey konuşulmaz diye bir söz vardır. Yıllardır İslam gibi ilahi bir yasayı görmezden gelmek, onu bilmemek ve onu yok hükmündeymiş gibi görmek kadar acı bir şey olabilir mi? Evet olmayan şey konuşulmaz ve İslam’ın aslı da yüzyıllardır bu topraklarda konuşulmadı, anlaşılmadı, bilinmedi. Sanki yokmuş gibi… Belli ki anlatılan ve anlaşılan Din’de İslam diye ya bir mezhebin fıkhı, ya bir tarikatın akideleri ya da bir cemaatin görüşlerinden başka bir şey olmamıştır. Bu ise bizi İslam’ın kaynağına; Kur’an ve Allah resulüne götürmemiştir.
Şu tespiti gayet yerinde yapmamız icap eder ki, İslam’ı kaynağından öğrenmeme gibi bir sorunla karşı karşıyayız. Yüzyıllardır olduğu gibi günümüzde de anlatılan İslam, kendi cemaatinin, meşrebinin, mezhebinin, tarikatının ya da iktidarının bekası için uyarlanmış İslam’dır. Bu durum ise karşı/diğer cemaatler tarafından anlatılan İslam’la çelişki arz etmektedir. Çünkü her biri kendi çıkarlarına yönelik bir İslam anlatmaktaydı. İnsanlar ise bu tür anlatımların neticesinde farklı farklı İslam ile karşı karşıya kaldı. Tıpkı körlerin Fil’i tarif etmesi gibi. Hatırlarsak;
Körlerden biri Fil’in hortumunu tutmuş demiş ki:
-Bu Fil dediğiniz şey ince uzun bir şey olsa gerek.”
Diğeri: gövdesini tutmuş:
-“Fil dediğiniz şey kocaman yumuşak bir kayadır” demiş;
Ötekisi kuyruğunu tutmuş:
-“Yılanın aşağıya doğru sarkması” demiş…
Bu hikâyeyi uzatmak mümkün ama meselemiz anlaşılsın diye bu kadarı ile yetinelim. İslam’ında şu yaşadığımız dünyada bir Filden farkı yok ve herkes tuttuğu yeri İslam diye değerlendirip servis etmektedir. Bu öyle farklılık arz etmektedir ki özellikle İslam düşmanlarını sevindirir mahiyette. Kimine göre yobaz, kimine göre gerici vb; kimine göre ışid, kimine göre El Nursa, kimine göre İran vb; kimilerine göre de mezhebine, meşrebine, fıkhına göre değişen İslam’la karşılaşıyoruz.
O halde gerçekte İslam nedir? Dersek İslam, Kuranın tarifiyle kısaca, kitabın içinde ki her şeydir. Şu halde yapacağımız şey bu kitabın içindekileri şüphesiz kabullenmek ve bundan sonra ki yol haritamızın bu kitap olduğuna karar vermektir. Bu kararı verdikten sonra kitabın içinde ne varsa, ne yazıyorsa onu olduğu gibi kabullenmektir. Hiçbir şekilde seçme hakkı olmadan iman etmek, karşımıza çıkan her türlü iyilik ya da musibeti; her hangi bir engeli, bir fikri, helalleri, haramları, ibadetleri, itaatleri, siyaseti, ticareti kısaca hayata dair ne varsa hepsini bu kitaba göre değerlendirmektir. Aynı zaman da bu davranış biçimi Allah’a olan sorumluluklardır. Kim bu sorumluluklarını savsaklıyorsa onda maraz vardır, güven, samimiyet yoktur.
Kur’anı yanlış okumaktan korkan ve ondan uzaklaşan insanların tevhid ilkesini bilmeme sorunu da vardır. Tevhidi bilmemek hakkı bilmemek demektir. Hakkı bilmeyen insan rüzgarın insafına kalmış yaprak misali rüzgar nereye götürürse oraya gitmekten başka çaresi yoktur. Kur’an-ı Kerim geçmiş toplumların başına gelen helaklerin sebeplerini bizlere öğüt ve ibret için anlatır. Onların haddi aşmalarını, rablik taslamalarını, şedit ve şirk üzere bir hayat inşa ettiklerini bizlere hatırlatır. Bu hataya düşmemek için uyanık olmamızı elçilerle bir olmamızı ve kitabı okumamızı öğütler
O halde Müslümanların vahyi tanımaları ve onu okumaları farzdır. Yanlış okumaktan korkmamalı okudukça doğruyu bulacağına inanmalıdır. O’nu tefekkür bilinciyle okumalıdır; sorunlara çare bilinciyle okumalıdır; Mekke’den hayata bakarak okumalıdır; Medine’yi okumalıdır, orada yaşanılan olayları Allah resulünün de içinde olduğunu düşünerek okumalıdır. Sonra Nuh’u, Şuayb’ı, Hud’u; İbrahim’i, Musa’yı, Yusuf’u okumalı evet hepsini okumalı, Zekeriya’yı; Yahya’yı, İsa’yı… ve onların azgın kavimlerinin tutumlarını yaşadığımız hayat ile güncelleyerek okumalıdır. İşte o zaman korkuyu yeneceğiz ve bizi korkutanlara korku salacağız.
Bir not: Unutmayalım sevap için okunan vahyin hayata katacağı hiçbir şey yoktur. Olsaydı şayet bugün İslam toplumu güllük gülistanlık olmaz mıydı?