Vahdet üzerine sayısız makaleler kaleme alınmıştır. Bu makalede onlardan yalnızca biri olmaya adaydır. Ne var ki ben bu makalede vahdet üzerine konuşmak kaygısında değilim. Çünkü Anadolu’da güzel bir tarif vardır: “Lafla peynir gemisi yürümez” diye. Vahdet üzerine yazmaya mı yoksa vahdeti oluşturacak atraksiyonlara mı ihtiyacımız var? Bu atraksiyonlar yazmadan da olabilir mi? Bir Çin atasözü: “Anlatırsanız unuturum, gösterirseniz hatırlarım, yaptırırsanız anlarım” der. Kur’an en iyi anlatma yolunun şahitlik olduğunu vurgular. Öyleyse yazmadan daha çok yaşamaya ihtiyaç duyduğumuz bir şeyi burada yine kaleme almış bulunuyoruz.
Modern hayat kuşkusuz bizi çepeçevre kuşatmış durumda. İşimiz, ilişkilerimiz, evliliğimiz, yaşam tarzımız tamamen modernitenin işgali altındadır. İnsanın zihni işgal altında olunca kuşkusuz vahdeti konuşmak çok lükstür. İnsan varlık bilincine sahip değilse öncelikli sorun kişinin varlığının bu dünya düzleminde neyi ifade ettiğini fark edememesinde yatar. İnsanın yaratılış amacı Allah’a kulluktur. İnsan bu görev için donatılır. Ona eşyanın ismi öğretilir, halife tayin edilir. Beraberinde kitap ve peygamberler gönderilir. İnsana varlık bilincini hatırlatacak onlarca hatta yüzlerce milyonlarca işaret verilir. Vahiy insana bilinç, seçme ve yaratma duygusunu verir. İman etmesi için bilinçli olması şarttır, bilinçli olan bir insan ancak hayatı hakkında seçim yapabilir. Ayrıca Allah’ın sünnetullahını keşfeden insan aletlerden yeni bir şeyler oluşturabilmeyi becerir ki buna bir nevi cüzi yaratma diyebiliriz. Bizim tercihlerimiz bilinçli bir seçmeden kaynaklanmadığı için adanmışlıktan yoksundur. Adanmışlıktan yoksun bir iman kişinin kendisini inşa etmesinden çok uzaktır. Batılı düşünce egoist bireyler inşa ederken İslam şahsiyetli bireyler inşa eder. Ona şahsiyet olarak yüklenilen şey malını ve canını cennet karşılığında feda edebilmesidir. Yani kendinden ve dünyevi anlamda değer verdiklerinden daha aşkın değerler uğruna vazgeçebilmektir. Böylesine varlık bilincine sahip bir birey için kendisi yoktur. Kendisini var kılan sebepler vardır ve o sebepler uğruna yaşar ve ölür. Vahdet dediğimiz şey işte bu varlık bilincine sahip adanmış kimseler için değerlidir ve anlamlıdır. Oysa batılı zihin kodlarına sahip, modernitenin tutsağı olmuş kimseler için vahdet ancak sohbet ortamlarının konusu ve dergilerin kapaklarını süsleyen bir jargon olmaktan öte bir şey değildir.
Öyleyse burada sorun olarak duran şey bireyin zihninin hangi kodlarla kuşatıldığıdır. Kişinin kendine yabancılaşması meselesi ciddiyetle masaya yatırılmalıdır. Kur’an kendisine iman eden insanın hayatını sil baştan inşa eden bir kitaptır ki ilk inen ayetlere baktığımızda geneli emir cümlesinden ibarettir. Arapçada emir kipi inşa cümlesinden ibarettir. Vahiyle tanışan birey yeniden inşa olmaktadır ya da olmak zorundadır. Fakat modernite öyle bir virüstür ki birine sirayet ettiğinde sirayet ettiği kişinin bütün kodlarını bozmaktadır. Modernitenin tahribatına uğraya kimse reel politik davranmaya başlamaktadır. Allah’a güvenmek hususunda ciddi endişeler doğmakta ve günün şartları neyi nasıl gerektiriyorsa o şekilde davranmayı kendine mübah kılmaktadır. Geçim sıkıntısı, toplumsal baskı, toplum dışına itilme korkusu vs. kişinin benliğine işlemekte böylece olması gerekenden uzaklaşarak olmaması gerekene yaklaşmaktadır. Haliyle insan bilincini toplum zindanına kurban etmiş olmakta kendine yabancılaşmaktadır. Kendine yabancılaşan insan köleliğe razı olmuştur. Kendisi köle olan birinin başkasını kurtarması zaten mümkün değildir. Çağın insanı buna Müslümanlık iddiasında bulunan çoğunluk da dahil olmak üzere bu kölelikten kendini kurtarabilmiş değildir. Köleler efendilerinden izinsiz bir şeyler yapamayacakları gibi onlara rağmen de bir şey yapamazlar. Çünkü efendileri onları ücret konusunda ve yaşam şartları konusunda tatmin ettiğinde onların başkaca bir istekleri kalmaz. Oysa Bilal fiziki olarak köledir lakin zihni anlamda kölelik zincirlerini çoktan kırmış şahsiyet sahibi bir insandır. Çünkü o Kur’an’la hayatını yeniden inşa etmiş ve zalimlere karşı mümin bir tavırla durmuş tüm zulüm sistemini tek başına şahitliği ile çökertmiştir. Modernitenin köleleştirdiği kimseler ise fiziken özgür olduklarından zihin coğrafyalarının işgalinden habersiz bir şekilde kendilerini bir şahsiyet sahibi olarak tanımlamaktadırlar. Sorunu kendi inanışlarında algılamadıkları için problemi hep karşıda görmekte ve eğer bir vahdet oluşmuyorsa bunun sebebi kendi dünya algıları değil de ötekinin dünya algısından kaynaklandığını iddia etmektedirler.
Vahdeti düşünmeden önce insanın kendi içindeki birliği konuşmak gerektiği kanaatindeyim. Biz kendi içimizde yaşam ve ruh dünyamızdaki birliği sağlamaktan uzağız. Çünkü modernite bizim kutsal ve derin ruh bağlarımızı koparmaktadır. Dünün barbarları kelleyi gövdeden ayırıyordu ama bugünün barbarları olan müstekbirler insanı fıtratından koparıp ayırmaktadır. Bugün modernite ve post modernite insanın içine sığınabildiği iman gibi, takva gibi tüm sığınakları insanın başına yıkıyor ve onu tarumar ediyor. Dünün barbarları elbiseyi insan bedeninden çıkarırken bugünün barbar medeniyeti insanı kendi hüviyetinden, takva elbisesinden soyup dışarı çıkarmaktadır. Öyleyse en ciddi mesele insan meselesidir. İnsan meselesi hallolmadan vahdetin sağlanması hayaldir. En başa dönüp insan meselesini masaya yatırmamız gerekmektedir. Beşerden insana geçiş ve insanın vahiyle yeniden inşasını konuşmalıyız. Aksi takdirde vahdet insanın çok uzağında olan bir menzil olarak kalacaktır.
Kendine yabancılaşmış kimse henüz beşer olmaktan kurtulamamıştır. Biz modernitenin inşa ettiği bir nesiliz. Arızalıyız doğal olarak. Hayat tercihlerimizi Allah’ın belirleyiciliğinden çok makam, para ve şöhret belirlemektedir. Adanmışlıktan çok rahatımızı bozmayacak kadar bir imanı tercih ediyoruz. Kur’an sohbetlerimizde dahi kardeş olmaktan daha çok mesafeli arkadaşlar olarak kalmayı tercih etmekteyiz. Bizim dünyamızdan çook uzaklardaki olaylar için omuz omuza yürüyebiliyoruz da kendi içimizdeki yabancılaşma için bir masanın etrafında bile birlikte olmaya tahammül edemiyoruz. Kendi yaralarımızı sarmaktan aciziz. Yaralarımızı iyileştirmekten korkuyoruz çünkü daha fazla sorumluluk alacağımızı biliyoruz. Daha fazla sorumluluk ise bizi konforumuzdan uzaklaştıracaktır. Mehdi’nin geleceğine teoride inanmayız ama çağımızın Mehdi’si olmayı da arzu etmeyiz. Çünkü imanlarına şirk bulaştırarak yaşamayı tercih edenlerden oluruz. Bir yandan nefsini ilah edinip diğer yandan Allah’ın vahdetinde buluşmak mümkün müdür! Allah İbrahim için “O tek başına bir ümmetti” buyurur. Ümmet olmak her zaman sayıya bakmaz. Şahsiyete bakar. Eğer adanmış bir yürekle iman etme ve vahiyle kendini inşa ederek yalnızca Allah’a güvenen kimseler olursak vahdete uzanan yolda bir adım olabiliriz. Kendimle başlayan bir değişim, kendimi yabancılaşmaktan koruyan bir bilinç ve bu bilincin kattığı bir özgüvenle her şeyi yaratan rabbin adıyla okuma cesareti beni İbrahim gibi tek başına bir ümmet yapacaktır. Biz İbrahim olmaya niyet edersek inancı için ateşe atılmayı göze alırsak susuz çöllerde bizim için İsmailler yetiştiren Hacerlerimiz, inancı için kurban olmayı göze alan İsmaillerimiz ve onlardan türeyen Yakuplarımız, Yusuflarımız olacaktır. İşte o vakit ümmet olmanın ne kadar değerli ve ne kadar güvenli olduğunu görme kıvancına ereriz.