Her insanın hayatı değerli midir?
Haksız yere öldürülen her insan, acaba, bütün insanlığı öldürmek gibi midir?
Haksız yere akan her kan, acaba, aynı değerde mi algılanır, yorumlanır ve aynı toplumsal infiale/duyarlılığa sebep olur?
Bazı akan kanların politik değeri varken, bazı akan kanlar “sıradan bir adli vaka” muamelesi mi görür?
Bu sorular hemen her gün bir cinayet vakasıyla sarsıldığımız ülkemizde ve dünyada tartışılması gereken sorulardır.
Çünkü her cinayet bizi aynı şekilde sarsmıyor. Her cinayet toplumsal bir infiale sebep olmuyor. Her cinayetin mahkeme süreci aynı şekilde ilgi görmüyor. İşlenen bazı cinayetlere devletin/uluslararası kurumların en üst organlarından bile tepki gelip, mahkeme süreçlerine müdahil olunurken, bazı cinayetler üçüncü sayfaya haber olup, unutulmaya terk ediliyor. Hatta bazı cinayetler “namus cinayeti” gibi, kendine özgü bir kavramsal sisteme, akademik literatüre, politik katmana yerleştirilirken, diğerleri “isimsiz” bir torbaya atılıp sadece bir “sayıya” dönüşüyor.
Mesela niçin bazı cinayetler (ya da şiddet vakaları) işlendiği “mekânla”, failin ya da kurbanın ait olduğu “sosyal çevre”, “kültür”, “dünya görüşü” ve “yaşam biçimiyle” birlikte sorgulanırken, diğerleri için bu yapılmıyor? Başka bir ifadeyle bir cinayet (tecavüz ya da farklı düzeylerdeki şiddet türleri) neden bazen politik bağlamda toplumsal bir sorunsala dönüştürülürken, bu, diğerleri için söz konusu olmuyor? Acaba neden, bazı yaşam biçimlerinin sorgulanmasına, cinayetlere sebep olmuş olsa bile, izin verilmiyor? Dahası böylesi bir sorgulama çabası bile, neden hemen “ayrımcılık” olarak damgalanıyor?
Kısacası, akan bir kan ne zaman toplumsal bir simgeye dönüşür, ne zaman politik değer kazanır? Medyanın diliyle söyleyecek olursak, ne zaman “Bütün Türkiye/Dünya…. cinayetini konuşuyor”a dönüşür?
Bunu kim ya da ne belirler?
*
Malala Yusufzay ve Vlada Dzyuba…
Biri 2012 yılında Pakistan’da, öğrenci otobüsünde başından vurularak yaralanmıştı. Diğeri ise Çin’de katıldığı bir defilede öldü. Bu olaylar yaşandığında her iki kız da 14 yaşındaydı.
Haberler Malala’yı “Batı yanlısı görüşleri nedeniyle” Taliban’ın vurduğunu söylüyordu. Vlada’nın ölüm haberi ise 2017 yılının Ekim ayında gazetelerde “Genç model fazla çalışmaktan öldü” başlığıyla duyurulmuştu; dikkat edin “çalıştırılmaktan” değil, çalışmaktan. Dahası, yapılan otopsi sonucunda vücudunda “zehir” bulunmuştu. Dzyuba’nın öldürülmüş olma ihtimali vardı.
Dzyuba’ya yeniden döneceğiz. Önce, yaralanmasıyla birlikte küresel bir simgeye dönüş(türül)en Malala’nın hikayesine bakalım.
Malala vurulduğu tarih olan 9 Ekim 2012 tarihinden itibaren dünya gündemin ilk sıralarına oturdu. New York Times, The Guardian, BBC, CNN, NBC olayı haberleştiren medya devlerinden bir kaçıydı.
Malala’nın hayatı, vurulduğu günden itibaren filmlere konu olacak bir şekilde (oldu da zaten) bütünüyle değişti. İlk olarak Pakistan’dan hemen İngiltere’ye getirildi, tedavisi “Kraliçe Elizabeth Hastanesi’nde” yapıldı.
Dünyaca ünlü Foreign Policy dergisi olaydan yaklaşık bir ay sonra yayınladığı, Bill Gates, Hillary Clinton, Robert Kagan, George Soros, Slavoj Zizek gibi isimlerin de yer aldığı 100 kişilik “Küresel Düşünürler” listesinde, Malala’yı ilk 10’a aldı.
Olayın üzerinden henüz 10 gün geçmemişti ki, Angeline Jolie, Hollywood çevreleri tarafından yakından takip edilen Daily Best’te bir yazı kaleme aldı ve Malala’nın Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesini istedi.
İngiltere eski Başbakanı James Gordon Brown ise, 9 Kasım tarihini, Malala’nın vuruluşunun üzerinden bir ay geçmiş olması sebebiyle “Malala Günü” ilan etti. Bu arada Malala’nın Nobel adaylığı için dünya çapında bir imza kampanyası başlatıldı. Time Dergisi’nin 1927’den beri düzenlediği “yılın kişisi” yarışmasına o yıl gösterilen 40 adaydan biri de Malala oldu. 2013 Nisan’ında “Dünyanın En Etkili 100 İnsanı” başlığıyla çıkan Time dergisi kapağına Malala’yı taşıdı.
Malala kısa bir süre içinde küresel bir ikon haline geldi. Bir kaç yıl içinde dünya çapında 50’den fazla ödül aldı:
Kasım 2012’de Rahibe Terasa ödülü, Aralık 2012’de Roma Barış ve İnsani Eylem Ödülü, Ocak 2013’de Küresel İngilizce Araştırması En İyi İsim Ödülü, Ocak 2013’te Simone de Beauvoir Ödülü, Mart 2013’te Memminger Freiheitspreis 1525 Ödülü, Mart 2013’te Index on Cencorship Ödülü, Mart 2013’te İngiltere Ulusal Öğretmenler Birliği Ödülü, Nisan 2013’te Global Trailblazer Ödülü, Haziran 2013’te OPEC Uluslararası Gelişim Ödülü, Eylül 2013’te Uluslararası Af Örgütü Vicdan Elçisi Ödülü, Haziran 2013’te Observer Etik Ödülü, 2013’te Uluslararası Çocuk Barış Ödülü, 2013’te Clinton Vakfı Küresel Vatandaşlık Ödülü, 2013’te Avrupa Parlamentosu Sakharov Düşünce Özgürlüğü Ödülü, 2013’te Glamour Dergisi Yılın Kadını Ödülü, 2013’te Uluslararası Eşitlik ve Ayrımcılık Yapmama Ödülü…
Yaralandığı tarihten tam bir yıl sonra, Ekim 2013 tarihinde ABD Başkanı Barack Obama tarafından Beyaz Saray’da kabul edildi. Ardından Kraliçe Elizabeth Buckingham Saray’ında Malala’yı misafir etti.
2014’te ise Malala’ya “Philadelphia Özgürlük Madalyası” verildi.
Ama şüphesiz ödüllerin en büyüğü Nobel’den gelecekti; 2014 Nobel Barış Ödülü’nün sahibi Malala oldu.
En iyi belgesel dalında Oscar ödülü olan Davis Guggenheim’in yönetmenliğini yaptığı “Adımı Malala Koydu” belgeseli Eylül 2015’te yayınlandı.
National Geographic Malala adına özel bir site yayına soktu. Site farklı dillerde yayınlandı. “Benim adım Malala” ismiyle sitenin Türkçe versiyonu da hazırlandı. Aynı isimle yayınlanan kitap “Little, Brown and Company” tarafından basıldı. Kitap aynı kapak tasarımıyla Türkçe’ye çevrildi. Kitap, Ekim 2013’e gelindiğinde 40’tan fazla dile çevrilmiş, bir milyondan fazla satılmıştı.
Britannica Ansiklopedisi’ne “Malala Yousafzai maddesi” eklendi. Maddeyi ansiklopedi editörlerinden Naomi Blumberg kaleme aldı.
Yusufzay TV programlarında, üniversitelerde söyleşilere katıldı; BM Genel Kurulu, Dünya Ekonomik Forumu gibi uluslararası kuruluşlarda konuşma yaptı. Dünya Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşmada kendisini dünyanın dört bir yanında kadınlara yönelik konuşan bir “feminist” olarak tanımladı. Malala, HeForShe ve MeToo gibi hareketlerin de bir parçası oldu.
Nobel Ödülü’nden sonra Oxford Üniversitesi’ne “öğrenci” olarak kabul edilen Malala, hâlâ orada okumaya devam ediyor.
“Malala ismi” -kendisi olmasa da- bugün bir simge olarak bütün bir dünyayı dolaşmaya devam ediyor.
*
Malala’yı Pakistan’ın Svat Vadisinden çıkarıp, Beyaz Saray’a, Buckingham Palas’a, Davos’a, BM Genel Kurulu’na alıp götüren, bu “peri masalı”nı var eden şey nedir?
Gerçekten de Malala’nın kanı niçin bu kadar ilgi görmekte, önemsenmektedir? Niçin akan milyonlarca kan içinden Malala’nın kanı yukarıda saydığımız kurumlar ve kişiler tarafından “kutsanmakta” ödüllere boğulmaktadır?
Neden yukarıda saydığım bütün Batılı kişi ve kurumlar bir Müslüman’ın kanını, Vlada’nınkinden daha kıymetli görüyor?
Bunun bir kız olmasıyla, 14 yaşında olmasıyla filan ilgisi olmadığını biliyorsunuz. Beyaz Adam’ın bu coğrafyada kandan nehirler yaptığını söylemek gereksiz.
Şüphesiz bu, Malala’nın kanından politik bir inşa yapmanın mümkün olmasıyla ilgili bir şey. Malala’nın kanı sadece Malala’nın kutsanmasına değil, o kanın dökülmesine sebep olan coğrafyanın, kültürün, zihniyetin aşağılanmasına, mahkum edilmesine imkân verdiği için değerlidir. Taliban’ın da burada bir “simgeye” bir “göstergeye” dönüştüğünü akıldan çıkarmamak gerekir.
O yüzden Malala’nın kanı “politik katmana” taşınıp en yüksek değerden işlem görür.
Ama Vlada’nın kanı öyle değildir. Vlada’nın kanı ancak adli vakaların yer aldığı üçüncü sayfalara konu olabilecek cinsten bir kandır. Zehirlenme ihtimalinin peşine düşülmez. Niçin öldürülmüş olabileceği sorgulanmaz. Konu bir türlü uluslararasılaşamaz.
Çünkü Vlada “podyumda” ölmüştür. Günde 3 saat çalışması gerekirken, onu 13 saat çalıştıran moda devi Esse firmasının ellerine bulaşmıştır Vlada’nın kanı. O yüzden, temizlenmesi, saklanması, yıkanıp görünmez kılınması gereken bir kandır onunki.
Vlada’nın ölüm haberi “Genç Manken Çok Çalışmaktan Dolayı Öldü” şeklinde verilir gazetelerde. 14 yaşındadır ama “çocuk değil” gençtir. Üstelik Esse firmasından hiç bahsedilmez. Esse’nin ellerini gizlemek gereklidir. Vlada’nın kanı ise “Esse’nin ellerini” de konuşmak demektir.
Sadece Esse’nin mi?
Hayır.
Esse’nin ellerine bulaşan kandan bahsetmek;
“Modellerin %54’ü 16 yaşında veya daha küçükken işe başlıyor. Ajanslar 13 yaşında işe almaya başlıyor.”,
“Tahrik etmek modanın dili. Ve trilyonlarca dolar hasılat elde ederken neden endüstri değişmeli? Çünkü çocuklar zarar görüyor.”
Diyen Jennifer Sky’ın da vurguladığı devasa bir sektörün ve o sektörü var eden zihniyetin sorgulanması anlamına gelecektir.
Bu sebeple, Vlada’nın kanı değersiz olmasının ötesinde “tehlikeli bir kan”dır. Unutulması, kurtulunması, silinmesi gereken bir kan.
*
Peki ya bizim kanımız?
O da günün birinde “politik katmanda” işlem görür, değer kazanır mı?
Bu, tamamen koşullara bağlıdır; Müslüman olmanıza, Hıristiyan olmanıza, Batılı ya da Doğulu olmanıza, Şii olmanıza, Sünni olmanıza, Kürt ya da Türk olmanıza, popüler olmanıza, sıradan olmanıza, çarşaflı ya da mini etekli olmanıza, Türkücü ya da Rock’çı olmanıza, erkek ya da kadın olmanıza, çocuk ya da yaşlı olmanıza hatta insan ya da hayvan olmanıza bağlı değildir sadece.
Bugün bunlardan bazıları, diğerlerine göre “daha değerli” görülüyor olabilir. Ama şimdilik böyledir. Yarın kimin kanının daha değerli olacağı belli değildir. Kimi zaman stratejik koşullara, kimi zaman da taktik koşullara bağlı olarak değişebilir.
Bu, kanımızın hangi değerleri inşa ettiğine, hangi çıkarları beslediğine bağlıdır. Sabit bir şey değildir bu, çıkarlar değiştikçe kanın politik değeri de değişir.
Bazen öyle olur ki, damarlarda dolaşırken hiç bir değeri olmayan kan, biri tarafından akıtıldığında değer kazanır.
Batılı uluslararası kurumlar, uluslararası STK’lar ve onların yerel bileşenleri kendi menfaatlerini sulamayan, kendi çıkarlarını hukuklaştıramayacakları, kendi dünya görüşlerini politika haline getiremeyecekleri kanı “adlileştirir”, emilmesi için gazetelerin üçüncü sayfalarına havale eder.
İslami Analiz / Mücahit Gültekin