Giriş
Bütün Kur’an talebeleri bilir ki, Din’de ikrah yoktur. Allah, yarattığı kullarını iman etmeye zorlamamakta, küfrü seçenlerin bu seçimlerine de, cebir yoluyla engel olmamaktadır. İlahi yasa oldukça açık ve nettir: “De ki: hak Rabbinizdendir. Dileyen iman etsin, dileyen küfretsin! …” (18/Kehf, 29).
Kur’an ayetleri genel itibariyle bu şekilde açık ve kolay anlaşılırken, bazı ayetlerde insanın iman ya da küfür tercihi, biraz daha ‘zorlu’ şekle bürünmektedir. Bu konu ilim disiplinleri arasında kelam alanına girmektedir. Fakat bu yazının amacı kelamî bir tartışma olmayıp, Kur’an’ın konuyla ilgili açıklamalarını anlama gayretinden ibarettir.
İman ya da küfür bizzat kişinin kendi iradesi ile gerçekleşirken, pek çok Kur’an ayetinde küfür, şirk, hidayete erme ya da dalalete düşme doğrudan Allah’a nispet edilmektedir. Bu minvalde Allah’ın dilemesine, istemesine atıf olarak da -ekseriya- ‘meşîet’ terimi (şâe fiili ve türevleri) kullanılmaktadır. Bu tür ayetlerin zahirinden ilk bakışta, iman ettirenin de, küfür ettirenin de sanki Allah olduğu anlaşılmaktadır. Ayetlerin bu şekilde anlaşılması birçok sorun doğurmaktadır. İman ettiren de, küfür ettiren de Allah ise, o zaman kulun sorumluluğu nedir? İnsan ahirette neden dolayı hesaba çekilecektir? İnsan bütün eylemlerini iradesi ile yapmakta değil midir? İnsanın kazancı karşısında rehin olması ne anlama gelmektedir? Hâsılı, kişi mü’min veya kâfir olduğunda özne kendisi midir, Allah mıdır? Allah mı insanın kâfir ve müşrik olmasını sağlamaktadır?
Bu konu Kur’an’da büyük yer tutmaktadır. Pek çok ayette “Allah dilediğini hidayete erdirir, dilediğini dalalete düşürür” buyrulmaktadır. Bu ayetleri “Allah dilediğini…” değil de, “Allah dileyeni…” diye çevirmenin hiçbir ciddiyeti olmadığı gibi, bilakis meselenin anlaşılmasını ötelemekten başka bir işlevi de yoktur. Çünkü ilgili ayetleri bu şekilde çevirsek bile, Allah’ın, bazı insanların kalbini mühürlediği türünden beyanları bu çeviriyle telif edemeyiz.
Biz bu yazıda, işaret ettiğimiz çok geniş konunun sadece küçük bir kısmını, “kalplerin mühürlenmesi” keyfiyetini inceleyeceğiz. “Hatemallahu alâ qulûbihim” ayeti, konumuzun eksenini oluşturmaktadır. Allah’tan gönlümüze inşirah vermesini, ilmimizi artırmasını niyaz ederiz.
“Kâfirler İnanmazlar”
Hicretten sonra ilk inen sure olduğu bildirilen
[1] Bakara suresi, müminlerden övgü ile bahseden bir girişten sonra, altıncı ayetten itibaren uzunca bir pasaj halinde (yirmi ayet) kâfirlere ve nifak ehline ilişkin tahliller yapmaktadır. Altıncı ve yedinci ayette şöyle denmektedir:
“Gerçek şu ki kâfir olanları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, iman etmezler.”
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerine de bir perde gerilmiştir. Onlar için büyük bir azap vardır.” (2/Bakara, 6-7).
“Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürledi, gözlerine perde gerildi” ihbarına paralel açıklamalar bilhassa 15-17. ayetlerde devam etmektedir.
Konumuzla doğrudan alakalı olmasa da belirtmeliyiz ki, Allah’a iman etmekten imtina eden ve bununla da yetinmeyip, İslam cemaati aleyhinde her türlü ikiyüzlülüğe teşebbüs eden, akıllarınca Allah’ı, peygamberi ve müminleri aldattıklarını zanneden, kendilerini ‘uyanık’ sanan insan tiplemesi, bu pasajdakinden daha güzel ve etkileyici biçimde anlatılamazdı. Bu da mucize Kur’an’ın bir îcazıdır.
Yukarıdaki ayete dönersek, ayet Peygambere, nasıl olsa iman etmeyecekleri için, kâfirleri inzar edip etmemesinin müsavi olduğu uyarısında bulunmaktadır. Gerekçe şudur: Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiştir!
Sözün hemen burasında, “aceleden yaratılmış” insan zihnine bazı sorular üşüşmektedir:
-Kâfirler madem inanmazlarsa, o halde peygamberler neden tebliğle memur edilmişlerdir? Peygamber’den sonraki müminlerin de uyarıp-uyarmamaları müsavi olan kimseler olacak mıdır?
-Kâfirlerin inanmayacağını Allah biliyor fakat Peygamber bilmiyordu. Hatta bu ayetler dahi Peygamber’e kişi isimleri vermemekte, bunun yerine genel özelliklerini zikretmekte ve adeta, “ben söylüyorum sen anla” demektedir. Sırf bu ayetlere dayanarak Peygamber (a.s)’ın tebliğ yapmaktan kesin olarak vazgeçtiği kimseler olmuş mudur?
-Peygamber aramızda olmadığına göre, kimlerin kalbinin mühürlendiğini bizler nasıl bileceğiz, ya da bilmemiz gerekiyor mu?
-Bakara suresinin 6 ve 7. ayeti o günkü Medine’de belli bir kesimi mi kapsıyordu, yoksa bütün kâfirler için geçerli umumi bir ilke midir?
-Allah’ın kalbini ve kulağını mühürlediği, gözlerine perde çektiği kâfirler, ilahi bir cebirle mi karşı karşıyadırlar?
Bu sorulara cevap aramak, yazının hacmini epeyce genişletecektir.
Kalplerin Mühürlenmesi
Bakara suresinin 7. ayetinin, Rasulullah Medine’ye hicret edince, Yahudilerin ve Hristiyanların inkârda ileri gitmeleri üzerine indiği rivayeti
[2]çok inandırıcı değildir. Çünkü “ellezîne keferû” tanımlaması Kur’an’da daha çok müşrik Araplar için kullanılır. Ayette Allah’ın, kâfirlerin kalplerine ve kulaklarına mühür vurduğu, gözlerine perde çektiği bildirilmektedir: “Hatemallahu alâ qulûbihim ve alâ sem’ıhim ve alâ ebsârihim ğışâveh” Bu ayette iki anahtar kelime bulunmaktadır mühür (hatm) ve perde (ğışaveh). Mührün kalb ve kulaklar için kullanılması, gözlere ise perde sembolünün atfedilmesi manidardır. Bu durumda öncelikle kalbe mühür vurmanın mahiyeti üzerinde durmamız gerekmektedir.
Ha-te-me fiili bir şeyi damgalamak, mühürlemek; bir şeye mühür basmak, üzerine mühür koymak anlamına gelmektedir. Bir işi bitirmeye, yani işin sonuna gelmeye de hatm denir. “Hateme’l-amele”, “işi bitirdi”; “hateme’l-kitab”, kitabı okuyup bitirdi demektir.
[3] Kur’an’ı baştan sona okumaya ‘hatim’ denir. Muhammed (a.s), nübüvvetin sonu (bir anlamda mührü) olduğu, yani onun gelmesiyle nübüvvet tamamlandığı için ‘Hâtemu’n-Nebiyyîn” olarak anılmıştır. (33/Ahzap, 40).
[4]
Bir şeye, ona ulaşılmasını, muttali olunmasını engellemek, örtmek, muhafaza altına almak için mühür vurulur.
[5] Kitap ve kapı gibi eşya mühürlenir. Böylece, mühürlenmiş yerde bulunan eşyaya başkalarının erişmesi mümkün olmaktan çıkar; oraya başka bir şey de girdirilmez.
[6] Günümüzde elektrik, su, doğalgaz sayaçları, seçim sandığı gibi nesneler, ya bunların kullanımını engellemek, ya da güvenliğini sağlamak maksadıyla mühürlenmektedir.
Hatm kelimesi ile tab (et-tab’u), ketm (el-ketmu) ve hatta reyn (râne: “kellâ bel râne” 83/Enfal, 14) kelimeleri anlamdaştır.
[7] Hateme ve tabea’nın anlamı, bir şeyi örtmek, gizlemek; hiçbir şey oraya girmeyecek şekilde emniyet altına almaktır. Râne fiili galebe çalmak, elde etmek demektir. Ayette kâfirlerin işledikleri kötülüklerin kalplerini kuşatmasını ifade eder.
[8]
Sütre, örtü, kılıf, güneşlik anlamlarına gelen ‘kinân’ (çoğulu ekinne) kelimesi de, Peygamberi dinlemek bile istemeyen kâfirlerin kalplerine konulan bir ‘engel’i bildirir. ‘el-Kinnu’, içinde bir şey muhafaza edilen, ev, elbise gibi, kendisiyle bir şeylerin örtüldüğü bir cisimdir.
[9]İnançsızların kulaklarına konulan ‘engel’ bazen ‘ağırlık’ anlamına gelen ‘vakr’ sözcüğü ile ifade edilir. (17/İsra, 46; 18/Kehf, 57). Kulaktaki ağırlığa ve eşek ve katıra yük yüklemeye ‘vakr’ (el-vakru) denir.
[10]
Kalbin mühürlenmesi zarfın mühürlenmesine, kulağın mühürlenmesi kapının mühürlenmesine benzetilmiştir.
[11]
Taberî’nin dediği gibi, bazı kaplara, zarflara, paket ve ambalajlara mühür vurmak anlaşılır bir şeydir fakat kalplere mühür vurmaktan ne anlamak gerekir? Kalplere nasıl mühür vurulur? Taberî bu soruyu şöyle cevaplamaktadır: kulların kalpleri, kendilerine ilimlerin doldurulduğu kaplardır; işlere (umûr) dair bilginin oluştuğu zarflardır. Kalbin üzerine ya da işitilenlerin kendisiyle idrak olunduğu ve gayb haberlerinin hakikatine onunla ulaşılan işitme hassasına (kulağa) mühür vurmanın anlamı, diğer kaplara ve zarflara mühür vurmanın bir naziresidir.
[12]
Mühür vurmanın mevzuu olan kalbin, bu adla anılan organ olmadığı açıktır. Kalp’ten kasıt, akıldır. Kur’an’da kalp, akıldan kinaye olarak kullanılır. Aynı şekilde, her şeyin özüne (lübb) ve en halis olanına da ıtlak olunur. Sem’ (es-sem’u) ile kastedilen ise kulak denilen organ değil, ‘işitme’, daha doğrusu ‘kulak verme’ hassasıdır. Ebsar ile de, şekilleri, renkleri algılayan gözler kastedilmektedir.
[13]
Süleyman Ateş’in “kalplerden maksat düşünmedir” tespitini
[14] “akletmek” olarak anlamak mümkündür. Bu anlayışı A’raf suresinin 179. ayeti daha bariz bir şekilde açıklamaktadır. Ayette, cehennemi dolduracak bazı cin ve insanların, oraya atılmayı hak ediş gerekçeleri şu şekilde açıklanmaktadır: onların kalpleri var fakat o kalplerle fıkhedip kavramazlar; gözleri var, onlarla görmezler, kulakları var, onlarla işitmezler. İşte bu insanlar ayette hayvanlara benzetilmekte, hatta hayvandan daha aşağı sayılmaktadırlar.
Mecaz mı, Hakikat mi?
Kalpleri mühürlendiği bildirilen insanların kalp organlarına, mühür denebilecek bir nesne ile herhangi bir işlem yapılmadığına göre, kalbe mühür vurmanın mecaz olduğu açıktır. Ancak tefsir kitaplarında konu üzerinde yığınlarca mütalaa yürütülmüş olması pek anlaşılır değildir. Anlaşılan bir şey varsa o da, Mutezile’nin görüşünün bu tartışmada belirleyici olmasıdır.
“Allah kalplerine mühür vurdu” sözü ile kâfirlerin kalplerinin mühürlenmesi işlemi bizzat Allah’a isnat edilmiştir. Fakat bu sözden kesinlikle cebre dair bir anlam çıkartılamaz. Allah, bazı insanlar henüz daha iman etme fırsatları varken veya iman edip etmeyecekleri bilinmezken kalplerini mühürlemiş de, onların iman etmelerinin önüne geçmiş, kâfir kalmalarını irade etmiş değildir. Aksi olsaydı, insanın irade sahibi olmasının ve Allah tarafından hesaba çekilmesinin izahı yapılamazdı.
Kâfirlerin kalpleriyle (akıllarıyla) hiçbir hakkı kabul etmez, hakka hiç yer vermez oluşları,
[15] kalbin hiçbir şey anlamaması, hiçbir şeyi akıl edememesi, kalpten hiçbir şeyin sadır olmaması, kalplerinin mühürlenmesi demektir.
[16] Şimdi bunun nasıllığını biraz daha açalım.
Öncelikle geleneksel din anlayışında konunun nasıl çözümlendiğine bakmak gerekmektedir. Tefsirlerde iki genel bakış açısı öne çıkmaktadır. Birincisi, Mutezile’nin görüşü olarak belirginleşen, bilhassa Zemahşerî’nin tefsirinde somutlaşan görüş, diğeri de ‘ehli sünnet’ anlayışı diyebileceğimiz ve hemen hemen tüm tefsirlerde makes bulmuş olan yaklaşımdır. Zemahşerî özetle şöyle demektedir:
Kalplere ve kulaklara mühür vurulması hakiki değil,
mecaz anlamındadır. Bunu istiare ve temsil olarak okumamız da mümkündür. İstiare olduğunu varsaydığımızda şu inceliği yakalarız: Mühür vurulmuş kalbe, haktan yüz çevirmesi, hakkı kabul etmeye ve ona itikad etmeye karşı kibirlenmesi nedeniyle hak o kalbe nüfuz edemez, kalbe girecek bir menfez bulamaz, aklına/vicdanına ulaşamaz.
[17] Temsil olduğunu varsayarsak, kişi kalbiyle, kendisiyle sorumlu tutulduğu şeyler, uğruna yaratıldığı amaçlar alanında faydalanmak istemez. Böyle olunca, kalbi ve gözüyle, bunların işlevi arasında, hatm ve tağtıye (ğâşıye) şeklinde bir perde gerilmiş olması temsilî olarak anlatılmış olur.
[18]
Zemahşerî, mühürleme fiilinin Allah Teâlâ’ya isnad edilmesindeki hikmeti kavramak için şöyle demektedir: mührün O’na isnadı, (kâfiri) hakkı kabul etmekten ve ona götüren yollarla hakka ulaşmaktan men etmeye delalet eder, bu da kabihtir (çirkin). Allah Teala ise kubhun kubuh olduğunu bilmesi ve kubuhtan müstağni olması sebebiyle kabih fiilden münezzehtir, yücedir, büyüktür. Bu bağlamda Zat’ını tenzih için “Ben asla kullara zulmedici değilim” (50/Kaf, 29); “Biz onlara zulmetmedik fakat onlar kendileri zalim kimselerdir.” (43/Zuhruf, 76); “Allah asla kötülüğü emretmez” (7/A’raf, 28) buyurmuştur.
[19] Zemahşerî’ye göre kalbi mühürleme ile kastedilen, kalbin sıfatıdır. Kalp, sanki üzerine mühür vurulmuş gibi olmuştur. Mühür neden Allah’a isnad edilmiştir? Çünkü bu anlatımda, inkârcılık sıfatı kalpte ileri derecede yer ederek sabit kadem hale gelmiş, sanki sonradan kazanılan (araz) değil de, yaratılıştan gelen bir özellikmiş gibi bir uyarı bulunmaktadır. Kâfirlerin kötü sıfatlarını ve çirkin hallerini haber veren bunca ayet varid olmuş, kendilerine yürek burkan azap vaad edilmişken, sanki Allah zoraki onların iman etmelerini engellemiş gibi bir anlam çıkartılamaz.
[20] “Hatemallahu…” sözünün olduğu gibi alınması gerekir, bu da Allah’ın kalplere mühür vurması gerçeğidir. (Arap dilinde) bu tarz ifadenin benzerleri vardır. Mesela birisi helak olunca, “vâdî onu akıttı” (vadi aldı götürdü) denir. Bir kimse uzun süre ortalıktan kaybolup görülmeyince, “anka onu aldı götürdü” denir.
[21] Oysa ne vadinin ne de anka’nın kişinin helakinde ya da uzun süre kaybolmasında bir rolü yoktur. Haktan uzak duran, arasına mesafe koyan kimselerin kalpleri, Allah’ın mühür vurduğu kalpler olarak tanımlanmıştır. İşin aslında Allah’ın, onların haktan uzak durmalarında bir fiili (etkinliği/dahli) yoktur. O bundan aşkındır (müteal). Mühür Allah ismine mecazen, başkalarına ise hakiki olarak isnad edilir. Fiilin faile isnadı hakikattir. Diğerlerine (mef’ulun bih, masdar, ismi mekân v.b.) isnadı, istiare denilen mecaz yoluyla olur.
[22]
Diğer tefsirler, Zemahşeri’nin (dolayısıyla Mutezile’nin) yorumuna göre bir vaziyet belirlemiş görünmektedirler. İbni Kesir gibi, Zemahşeri’nin beş açıklamasının tamamını ‘cidden zayıf’ bulanlar
[23] olduğu gibi, zımnen de olsa doğruluk payı verenler de bulunmaktadır.
Taberi mühürlemenin keyfiyetini şöyle açıklamaktadır: bir günah işlendiği zaman kalpte siyah bir nokta oluşur. Sahibi tevbe ederse kalp yine parlar, etmez de aynı günahı yeniden işlerse o leke büyür ve adeta bir sertlik (gılıf) halinde kalbe sirayet eder. “Hayır! Bilakis işlemekte oldukları kötülükler kalplerini kirletmiştir.” (kella bel râne alâ qulûbihim) (83/Mutaffifin, 14) ayetindeki
reyn’in anlamı da budur. Kalbin mühürlenmesi işte böyle bir şeydir.
[24] Mühür vurulanlar, o mührü/bağı çözmedikçe kalplerine iman giremez.
[25]
Taberi konuyla ilgili rivayet edilen hadise
[26] atıf yapmakta ve şöyle demektedir: Rasulullah’ın haber verdiğine göre, günahlar sürekli işlendikçe kalbi işgal eder ve neticede Allah tarafından mühürleme gerçekleşir; artık ne kalbe imanın girebileceği bir yol, ne de küfrün kalpten çıkmasına bir imkân kalmıştır. Allah’ın haber verdiği mühür ve damga işte budur. Bilindiği gibi kaplar (ambalajlar) ve zarflar üzerine mühür vurulur ki, o mühür bozulmadıkça kabın içindekine ulaşmak mümkün olmaz. Tıpkı bunun gibi, Allah Teâlâ’nın, kalplerine mühür vurduğunu bildirdiği kimselerin kalplerine de -Allah o mührü açmadıkça- iman girmez.
[27]
Fahreddin Razi, Mutezile’nin mühürlemenin keyfiyetine ilişkin görüşünü kaale almazlık edememiş, Kadı Beyzavî gibi o da, on maddede Mutezileyi özetleme gereği duymuştur. İnkar, Kâfirlerin adeta yaratılıştan gelen doğal özellikleri haline gelince Allah, kendi küfürleri sebebiyle kalplerine mühür vurmuştur. (4/Nisa, 155). Allah’a verdikleri sözlerine aykırı davranmışlar, yalan söylemişler, Allah da onların kalplerine nifak sokmuştur. (9/Tevbe, 77).
[28] Yani bu temsili bir anlatımdır.
[29] Allah onlara sebepsiz bir işlemde bulunmamıştır. Bilakis kazandıkları şeyler kalplerine galebe çalmış, kalplerini kaplayıp bürümüştür. (83/Mutaffifîn, 14). Mühür, önsel olarak Allah’ın onlarda yarattığı bir ‘engelleme’ değil, bilakis kendi kesbleri/kazançlarıdır.
Mutezile demiştir ki, mühürleyen kâfirin bizzat kendisi ya da şeytan olsa da, onlara kudreti veren kendisi olduğu için Allah, mühürleme işlemini kendisine isnad etmiştir. Kâfirler düşünmekten imtina ettiler. Allah onlara delillerini gösterdi ama delillere ve Kur’an’a kulak vermediler. Yeni bir sure indiğinde, “bu hanginizin imanını artırdı?” diyerek alay ettiler, küstahlaştılar. Oysa o sure müminlerin imanını artırıyordu. Kalplerinde hastalık (maraz) bulunanların ise pisliklerine pislik katıyordu. (9/Tevbe, 125)
[30]
Endülüslü müfessir Ebu Hayyan, “öncekilerden nakledilmiştir” diyerek, mühür vurmayı hakiki anlamda okumakta ve bunu da, kalbin büzülmesi, toplanıp kasılması gibi bir durumla açıklamaktadır. Onun “öncekiler”inden birinin Mücahid olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü kişi günah işledikçe kalbinde bir büzülme olacağını o ortaya atmıştır. Bunu anlatırken serçe parmağını, sonra da sırasıyla diğer parmaklarını bükerek kalbin böyle büzüleceğini örneklemiş, mührün (hatm, tab’ ve reyn) de böyle anlaşılması gerektiğini ileri sürmüştür.
[31]
Ebu Hayyan, mührün, her şeyin yaratıcısı olan hakiki faile, Allah’a
isnad edilmesini ‘doğru bir isnad’ saymaktadır, çünkü mühürle kast edilenin kalpte bulunan, meleklerin (Kâfirleri) müminlerden ayırt edip tanımalarını sağlayan zehir gibi bir madde olduğu görüşüne de haklılık payı tanımaktadır.
[32]
Ebu Hayyan bir de şöyle bir yorum getirmektedir: “Hatemallah sözü Allah Teâlâ’dan bir ihbar, onlara bir bedduadır. ‘Kalplere mühür vurma’ deyimi ile kalplerin hiçbir hakkı kabul etmeyişleri, hakka yer vermeyişleri kinaye olunmuştur. (Bir başka deyişle) mahsûs (hissedilir) bir şeyle ma’kûl (akledilir) bir şey mecazen benzetilmiştir. Şöyle de denebilir: üzerine mühür vurularak, başkalarının oraya girmeleri engellenmek suretiyle içindeki muhteviyatı korunan bir kalp temsili verilmiştir. Birincisi istiare mecazı, ikincisi temsil mecazıdır.
[33]
Reşid Rıza’ya göre, “hatemallah” sözü, kendilerini imanın delillerini ve güzelliklerini araştırmaya ve tefekküre sevk edecek olan yol ve yordamı yitirecek şekilde küfrü kalplerinde sağlamlaştıran kimselerin temsilidir. Bu kimselerin kalplerine, orada kökleşmiş olan küfürden başkasının giremeyeceği açıktır.
[34] “Kulaklarına mühür vurmak” da hakeza, Allah’ın münzel ayetlerini teemmül ve tefakkuh ederek dinlemekten uzak oluşlarının temsili anlatımıdır.
[35]
Kalpleri Mühürlemek Egemenliktir
Bu ayetlerde aslında kâfirler, kibirli tavırlarına denk bir sertlikle azarlanmaktadırlar. Birçok müfessir bu inceliği fark etmiştir. Kâfirler Allah’ın mesajını kabullenmemeleri bir yana, büyük bir tekebbürle karşı koyuyorlar, şöyle diyorlardı:
“Şöyle dediler: Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda da bir ağırlık vardır. Bizimle senin aranda bir perde bulunmaktadır. Onun için sen yap, biz de yapacağız!” (41/Fussilet, 5).
[36]
Bu ayet kâfirlerin adeta meydan okumalarını gündeme taşımıştır. Bu, bir nebevî daveti kabul etmemenin ötesinde bir tavırdır; Peygamber’le (dolayısıyla Allah’la) restleşmedir. Bu meydan okumanın indi ilahide sessizlikle geçiştirilmesi beklenemezdi; hak ettiği bir dille cevap verilmesi gerekirdi. Aksi takdirde, Peygamber şahsında Allah’ın Dini küçük düşürülmüş, adeta Allah’a kafa tutan bir söylem zımnen onanmış anlamı çıkabilirdi. Söylemin sahipleri çok belirgin bir ‘ben’ diliyle konuşuyor, reddederken de bir egemenlik vurgusu yapıyorlardı. Egemen olan onlardı, Peygamber’e hiçbir şekilde kulak asmayacaklardı ve elinden geleni ardına koymamalıydı!
Her türlü saygı sınırını aşan bu müstekbir diklenme, kalplerinin ve kulaklarının Allah tarafından mühürlendiği, gözlerine perde çekildiği, yani egemen olanın kendileri değil, Allah olduğu, “Allah’a rağmen” iman etmelerinin zaten imkânsız olduğu şeklindeki bir cevapla ancak, hak ettiği muameleyi görmüş olurdu. Zaten bunun böyle olduğunu Kur’an’dan öğrenmekteyiz. Fussilet ayetinin cevabı İsra ve Kehf surelerinde gelmiş gibidir. Fussilet, 5.ayette “kalplerimiz bir örtü içindedir” diyenlere bu ayetlerde sanki, “hayır, kalplerinizi siz değil, biz örttük!” (17/İsra, 46; 18/Kehf, 57) cevabı verilmektedir.
Burada ileri derecede bir büyüklenme (tekebbür) söz konusudur. Kastettikleri, basit bir kalp ve kulak arızası olmadığı gibi, tevhidî daveti sıradan bir reddediş de değildi. Söz konusu olan, Peygambere karşı meydan okumaydı. Bu, iman etmemenin ötesine geçen bir durumdu. Bu durumda Elçi’ye iki yol kalıyordu: ya Allah’tan vahiy alan zat olarak, onların bu tepkilerine karşı gözlerini yere indirerek, bir tür yenilmişlik hissiyatı içinde, öfke ve hüzün karışımı bir yüz ifadesiyle onların karşısından çekip gidecekti, ya da onlara, anladıkları dilden, ses getiren bir ‘şamar’ indirecekti. Yapılan, bu ikincisidir. Yani özetle Allah, kâfirlerin bir beşer olarak “biz yaptık, biz ettik”, “biz iman etmedik”, “biz her şeye kadiriz”, “elinden geleni yap” restlerini beş paralık etmekte, bilakis sizin kalbinizi, kulaklarınızı Allah mühürledi, gözlerinize O perde çekti, her şey O’nun elindedir; O izin vermeden zaten iman edemezsiniz demiş olmaktadır. Böylece kâfirlerin, her şeye egemen oldukları mealindeki tafraları ortadan kaldırılmıştır.
Hidayet mefhumunu mülk’le birlikte düşünmezsek tam olarak anlayamayız. Mülk nasıl Allah’a aitse, hidayet de O’nun tekelindedir. Hidayetin yolu mutlak surette Allah’tan geçer. Allah’a rağmen hidayet olamaz. Dua da buna benzemektedir. Ateist bir insanla bir mü’min, aynı konuda aynı neticeleri alabilmektedirler. Hatta ateistin başarıları mümininkinden daha ileride de olabilir. Ama dua, öncelikle müminin, Allah’ı nazarı itibara almadan mü’min olunamayacağını gösteren, Allah’la ilişkisidir.
Allah’ın egemenliği o kadar mutlaktır ki, O, Peygambere de mecbur ve mahkûm değildir. Peygamber’in ‘ayetler’ dediği sözler, kâfirlerin zannında, kendisinin uydurmasından başka bir şey değildi. “Muhammed Kur’an’ı uyduruyor” diyorlardı. Allah onların bu ileri okumalarını(!), Peygamber üzerinden cevaplamaktadır: “…Allah dilerse senin de kalbini mühürler. …” (42/Şura, 24). Bu uyarıyla Allah, mülkün ortaksız sahibi olduğunu hatırlatmış oluyordu. Peygamberini bile, dilerse kalbini mühürlemekle uyaran Allah, kâfirlere neden bunun daha ağırını söylemesindi? Sözün özü Cenabı Hak, kudretinin sonsuzluğunu, izzetinin eşsizliğini, mülkte ortaksızlığını kavratmak için, kâfirlerin kalplerini mühürlediğini haber vermektedir. Ama unutmamalıyız ki kalplerinin mühürlenmesi şartlarını hazırlayan bütünüyle, o kalplerin sahipleridir.
“Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse, bunları size Allahtan başka hangi ilah verebilir?!” (6/En’am, 46) sorusu, mühürlemenin egemenlikle bağlantısını daha da aşikâr kılmaktadır.
Mühürleme ve Dinde İkrah
“Allah kâfirlerin kalplerini mühürledi” sözü, kâfirlerin küfre mecbur olduklarına delalet eder mi? Asla! Bu söz hiçbir şekilde, Allah’ın bazı insanları cebren imandan mahrum ettiği, onları bizzat kendisinin kâfir yaptığı, kalplerine imanın girmemesi için engeller koyduğu anlamını ifade etmez. Eğer Allah bunu yapsaydı, o zaman kâfirlerin Allah katında mazeretleri olur, kendilerini bizatihi Allah’ın kâfir kıldığı gerekçesine tutunurlardı. Zemahşerî’nin işaret ettiği gibi Allah bundan müteal ve münezzehtir.
Allah, Kitabı’nda “Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan iyice ayrışıp belli olmuştur. Kim tağutu reddedip, Allaha iman ederse, şüphesiz sapasağlam, kopmayan bir kulpa yapışmış demektir. Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.” (2/Bakara, 256) buyurmaktadır. Ayette hem dinde ikrahın olmadığı açıkça beyan edilmekte, hem de tağutu küfredip, Allah’a iman eden bir iradeye atıf yapılmaktadır. Bu her iki eylemi de bir insan eyleyecektir, bu da insanın, Allah’ın kendisine bir sınır koymaksızın, hür iradesinin olmasını gerektirir.
Bir başka ayette sanki bu konu biraz daha açıklanmaktadır:
“Ve de ki: Hak rabbinizdendir. Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen küfretsin! …” (18/Kehf, 29).
Benzer şekilde, “Şüphesiz insana yolu gösterdik; ister şükreden olsun, ister küfreden.” (76/İnsan, 3) buyrulmaktadır.
Çelişkiden münezzeh olan Allah’ın, demek ki kalplerin mühürlenmesi sözüyle farklı bir muradı olmalıdır.
Tekrar Bakara suresinin 6. ayetine dönecek olursak, kalbi mühürlenenler ismi fail olarak (kâfir) değil, fiil cümlesi olarak işaret edilmiştir: ellezîne keferû. Yani “küfür ettirilenler”, “kâfirleşmesi sağlananlar” değil, küfredenler/küfür fiilini işleyenler/kâfir olanlardan bahsedilmektedir.
Reşid Rıza der ki, ayet, Allah Teâlâ’nın onları zorla imandan men ettiğine delalet etmez. Allah, onların küfre karşı olan yumuşak meyillerine, küfre yatkınlıklarına işaret etmekte; kalplerinin mühürlenmesinin, işleye geldikleri amellerinin bir sonucu olduğunu açıklayan temsili bir anlatımdır.
[37] Çünkü bu insanlar önce iman etmiş, sonra küfretmişlerdir. Bunun sonucunda da kalpleri mühürlenmiştir. (63/Münafikûn, 3).
[38]
Kur’an’dan, kalplerin mühürlenmesini mucip sebepleri şu şekilde tespit etmemiz mümkündür:
-Küfretmeleri (Allah’ın ayetlerini) (4/Nisa, 155)
-Hiçbir ayet onları inandırmamaktadır! (6/En’am, 25)
-Kur’an’a eskilerin masallarıdır demeleri (6/En’am, 25)
-Verdikleri sözlerden bile bile dönmeleri (4/Nisa, 155)
-Peygamber’e büyülenmiş nazarıyla bakmaları (17/İsra, 47)
-Batıla yaslanarak, hakkı ortadan kaldırmaya çalışmaları (18/Kehf, 56)
-Allah’ın ayetleriyle alay etmeleri (18/Kehf, 56)
-Kendilerine Allah’ın ayetleri hatırlatılınca yüz çevirmeleri (18/Kehf, 57)
-Mü’minler cihada çıkarken, kadınlarla beraber geride kalmaya razı olmaları (9/Tevbe, 87)
-Nebileri haksız yere öldürmeleri (4/Nisa, 155)
-Kalplerimiz kılıflıdır demeleri (4/Nisa, 155)
-Hevalarını ilah edinmeleri (45/Casiye, 23)
Bu yazının asıl odak noktası olan Bakara suresinin 7. ayetinin siyakına dikkatlerimizi teksif ettiğimizde, kalbin mühürlenmesinin kriterlerine başka çıkarımlar da ilave etmemiz mümkündür. Buna göre, Allah’a ve ahiret gününe iman etmediği halde, “iman ettik” demek; üstelik bu yolla Allah’ı ve müminleri aldattığını sanmak vb. Böylesi kişilerin kalplerinde maraz (hastalık) vardır, Allah da marazlarını artırmıştır. Bu insanlar arzda (yeryüzünde/ülkede) bozgunculuk (fesat) çıkartmaktadırlar ama bunu da kabul etmemekte, kendilerinin ifsat değil, ıslah edici olduklarını iddia etmektedirler. İman eden müminleri sefih (aşağılık/beyinsiz/düşük) yerine koymaktadırlar. Müminlerin yüzüne karşı “biz de iman ettik” demekte; şeytanca dostlarıyla baş başa olduklarında ise kalplerindekini gizlemeyerek, “biz (müminlerle) alay ediyoruz” demektedirler. İşte bu insanlar hidayete karşılık dalaleti satın alan kimselerdir. (2/Bakara, 8-16).
Bu ayetler dikkatlice okunduğunda, mührü Allah’ın değil, kâfirlerin kendilerinin bastığı anlaşılmaktadır. Çünkü onlar, kalplerinin mühürlenmesi için gereken her türlü şartı yerine getirmiş, geriye sadece Allah’ın mühür basması kalmıştır. Allah’ın sünneti bunu gerektirir.
[39] Bu durumda Allah’ın, bu insanlara -haşa- diyalog ve hoşgörü mezhebi gibi aman-yaman etmesi, bir arada yaşama tecrübesinden, çoğulculuktan dem vurması, “aynı gemide gidiyoruz” edebiyatı yapması beklenmez. Allah, şanına yakışan bu olmalıdır ki, onların kalplerini mühürlediğini ilan etmiştir.
Anlatmak istediğimiz odur ki, Allah’ın mühür basması, sebep değil, sonuçtur; başlangıç değil, bitiştir. Zaten mühür insan hayatında ‘son’a basılır; bir meselede sona gelindiğine, nihai karara delalet eder. Peygamber’e de, ‘nebîlerin sonuncusu’ anlamında “hâtemu’n-nebîyyîn” (33/Ahzap, 40) denmiştir. Kâfirlerin de (tıpkı mü’minler gibi) kalpleri mevcuttur ama hakikati sezip düşünüp bulmaya, dinleyip işitmeye, hüsnü telakki etmeye istidatları kalmamıştır. Fıtrattaki selametlerini zayi etmişler, kötü alışkanlıkları ile onu örten bir tabiat kesb etmişler, bu kesbi (iktisabı) da Allah
infaz etmiştir.
[40] Hamdi Yazır’ın bu ‘infaz’ terimi, meseleyi en iyi açıklayan bir tespittir. Yüzde yüz adil olduğunu tasavvur ettiğimiz bir mahkemenin takdir ettiği bir cezayı infaz eden otorite, cezaya çarptırılan kimseye bir haksızlık yapmamış, bilakis layık olduğu akıbete onu duçar etmiştir. Kalplerin mühürlenmesi de aynen bunun gibidir.
Buna bugünün hayatından bir örnek de verebiliriz. Mesela, ülke genelinde yapılan önemli bir sınava, belirtilen saatte gelmemek, istenilen belgeleri vermemek, kimliğini ibraz edememek gibi sebepler yüzünden sınava alınmamayı hak eden bir kişi, bu sonucu tamamen kendisi oluşturmuştur. Onu sınava almama görevini ise, otorite -haklı olarak- infaz etmiştir.
Müfessir Hamdi Yazır kalpleri, maarif ilimlerinin zarfları olması bakımından, ‘saklama kaplarına’ benzetmektedir.
[41] Yazır her ne kadar, hatmin Allah’a isnadı mecaz-ı aklî değil, ehli sünnetin anladığı gibi hakikattir ve
cebir yoktur dese de, “Bu hatm-ü tab’ın kesbi ibaddan, halkı Allah’tandır.”
[42] sözleri meramı açıklayıcıdır. Müfessirin, “Bu nokta terbiye meselesinin sırrıdır. Şer’an bir günahta ısrar ile ademi ısrarın farkı da bundandır.”
[43] cümlesi, açıklamasını adeta taçlandırmaktadır.
“İnkarcıların duyuları üstüne çekilen bu perdeler, aslında onların kendi davranışlarından oluşmaktadır. Peygambere karşı hasedleri, hakka karşı kibir ve gururları, onların anlayış yeteneğini kapatır.”
[44]
Kötü Kalpler Mühürlenmektedir
Allah, kalbini mühürlediği kimseleri “belli bir ilme göre saptırır”; “(belli bir ilme göre) kulağına ve kalbine mühür vurur”, “gözüne perde çeker” (45/Casiye, 23).
Allah, “Hevasını ilah edineni gördün mü?” sorusuyla, adeta elimize bir mercek tutuşturuyor ve arkasından, sanki o merceği kullanma hususunda bizi cesaretlendiriyor, şöyle soruyor: “Sen ona vekil olabilir misin?” Sanki birisi bu soruya “evet!” cevabını verse, mührü kaldıracakmış hissine kapılıyorsunuz! Ancak nafile! Hevasını ilah edinene kim vekil olabilir?!
Hiçbir kâfirin kalbi sebepsiz yere mühürlenmemektedir. Kalbin mühürlenmesini en iyi açıklayacak terimlerden biri de, ‘maraz’dır. Kur’an’da on bir kadar ayette ve hemen hepsinde “kalplerinde maraz olanlar” (ellezîne fî-qulûbihim maradun) şeklinde kullanılmaktadır. Anlaşılacağı üzere maraz bir kalp hastalığıdır. Kalplerde (sadırlarda)ki marazın şifası ise hiç tartışmasız Kur’an’dır. (10/Yunus, 57).
Rağıb el-İsfehanî marazı, “insan bedeninin kendine has itidal durumundan çıkması” olarak tanımlamaktadır. Bedenin hastalanmasına ‘maraz’ dendiği gibi, cehalet, korkaklık, cimrilik, nifak gibi ahlakî kötü ahlaka da maraz denir.
[45] Bedensel hastalık nasıl ki, bedenin her zamanki normal hareketlerine mani olursa, nifak ve küfür gibi rezaletler de, faziletlerin tam idrak edilmesine mani olur. Bu sebeple nifak ve küfür hastalığa (maraza) benzetilmiştir.
[46]
Kâfirlerin kalplerinde maraz vardır, Allah da marazlarını artırmıştır. (2/Bakara, 10). Muhammed Abduh bu ayetin Yahudilerin münafıkları hakkında nazil olduğu kanaatindedir. Ayeti şu şekilde yorumlamaktadır: Muhammed (sav)’e vahiy inzal edilmeden önce de kalplerinde maraz vardı fakat onun gelmesiyle sarsıldılar, nefislerinde kıskançlık kabardı ve imana karşı azgınlaştılar. Peygamber (a.s)’ın getirdiği Kur’an onların gözlerine körlük oldu, kalplerindeki maraza maraz kattı.
[47]
Zannediyorum, “insanların kalplerindeki marazı Allah niçin artırır?” sorusunun cevabı üzerinde biraz daha durmamız gerekmektedir. Bu sorunun cevabı Kur’an’da mevcuttur. Şu örnek olay gibi: Allah, Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin, onlar birbirinin dostudur; onları dost edinenler onlardandır (5/Maide, 51) uyarısında bulunduğu halde, İslam cemaati arasında bulunan bazı kimselerin “Başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz” gerekçesiyle, Allah’ın dostluk kurmayı yasakladığı Yahudi ve Hristiyanların arasına koşuştuklarını yine Kur’an bildirmektedir. (5/Maide, 52). Bunlar, kalplerinde maraz bulunan kimselerdir. Allah men ettiği halde onlar adeta koşarak gitmişler, izzeti ehli kitabın katında aramışlardır. Kalplerindeki maraz artırılanlar işte bu gibi insanlardır. İkinci örneği Bedir’den verelim. Şeytan o gün Mekke ordusuna, “Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur, ben de sizin yardımcınızım” demiş, Mekkeliler kendilerine güvenip böbürlenmişlerdi. Mekke’den savaşmaya gelenlerle Bedir’de onların karşısına çıkan müminleri kıyaslayan bazı münafıkların/kalpleri hastalıklı olanların Müslümanlarla ilgili yargıları şuydu: “Bunları dinleri aldattı!” (8/Enfal, 48-49). Bedir gününde bu hastalıklı kimselerin kalplerindeki maraz, kâfirlerin aldatan cesameti, müminlerin aldatan azlıkları idi. İyice düşünürsek Allah, münafıkların kalplerine bir miktar daha ‘maraz’ koymamaktadır. Yarı aç yarı tok bir avuç mümini, Mekke’nin görkemli ordusu karşısına çıkartması ve müminlerin inanılmaz bir zafer elde etmeleri, mezkur kişilerin kalplerinde zaten var olan hastalığı tetikliyordu. Bu işte Allah’ın dahli de bu oluyordu.
Savaş ortamı, insanların değerini ortaya çıkartan gerçek bir ‘fitne’ (denenme, imtihan) günleridir. İslam cemaati cihad hakkında ayet indirilmesini temenni ettiklerinde belli ki içlerinde bulunan zayıf karakterli kimseler de onlarla beraber aynı temenniye katılmaktadırlar. Fakat ayet inip de, iş ciddileştiği zaman, bakışlar değişmekte, yüzlere ölüm korkusu yayılmaktadır. (47/Mümtehine, 20). Mü’minler cihada çıkarken, savaşa katılamayan kadın ve çocuklarla beraber oturmaya razı olan ikiyüzlülerin kalplerini Allah’ın mühürlemesi (tab) (9/Tevbe, 87) hak değil midir?
Tevbe suresinin 125. ayetine dayanarak, kalp marazının ‘rics’ anlamına geldiğini söyleyebiliriz. ‘Rics’ kelimesi pislik, kir,
[48] rezalet anlamlarına gelmektedir. Savaş emri, kalbinde hastalık bulunanların kalplerinde zaten var olan rics’lerine rics (murdarlıklarına murdarlık) katmaktadır. (9/Tevbe, 125). Bu ifadeden, Allah’ın onların kalplerine bir miktar ‘rics’ daha ilave ettiği anlamı çıkartılamaz. Allah’ın savaşla ilgili emri, müminlerin imanını artırırken (9/Tevbe, 124), aynı emir münafıkların kalp marazını (imansızlıklarını) artırmaktadır. Olayın müsebbibi tamamen, hastalıklı kalplerin sahipleridir.
Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn, Mute, Tebük gibi savaşlar, en zorlu denenme günleridir. Hendek savaşında hiziplerin dört bir yandan Medine üzerine akın ettiğini gördüklerinde yine kalplerinde hastalık bulunanlar, “Meğer Allah ve Rasulü bize sadece kuru vaadlerde bulunmuşlar” demişlerdi. (33/Ahzap, 12). Müminleri dinlerinin aldattığı vehmi zihinlerini bir kere daha kaplamıştı. Hastalıklı kalpleri onlara, “evlerimiz açık” gibi mazeretlere tutunarak mızmızlanmayı, “dönün gidin!” (33/Ahzap, 13) propagandasıyla müminlerin de moralini bozmayı telkin etmişti.
Kalplerinde hastalık olup, şüphe içinde bocalayanlar, aralarındaki anlaşmazlıkları Allah’a ve Rasulüne götürmeleri istenince yan çizerler. Oysa aynı çağrı müminlerin imanını bir kere daha artırmakta ki, “İşittik ve itaat ettik” teslimiyetini göstermektedirler. (24/Nur, 50-51).
Cehennem işlerine bakmakla görevli meleklerin sayısı bile, kalplerdeki marazı artıran bir deneme unsuruna dönüşebilmektedir. Cehennemi kasteden, “Üzerinde on dokuz vardır” (74/Müddessir, 30) ayeti, iman edenlerin imanını artırırken, kalplerinde maraz olanların ve kâfirlerin, “Allah bu misalle ne demek istedi?”
[49] (74/Müddessir, 31) sorusuna sebebiyet verebilmekte, dolayısıyla hastalıkları artmaktadır. Bu ayetin son cümlesi, konumuzu tam da açıklığa kavuşturmaktadır: “İşte Allah böylece dilediğini dalalete düşürür, dilediğini hidayete erdirir.” (74/Müddessir, 31).
Kalp marazı sadece savaş-korku ortamlarında değil, ahlakî alanda da ortaya çıkmaktadır. Kur’an’ın Peygamber eşlerini uyarmasına bakılırsa, bir mü’mine hanımın (çekici bir eda ile) konuşmasından tahrik olup, yanlış bir ümide kapılmak (33/Ahzap, 32); Peygamber’in hanımlarına iftira atmak, şehirde kötü haberleri yaymak da kalpteki marazın dışa vurumudur. (33/Ahzap, 60).
‘Maraz’ gibi ‘
zey’ (zeyğun) terimi de, kalbin mühürlenmesinin yegane müsebbibinin insan olduğunu kavramamıza katkı sağlamaktadır. ‘Zey’ kelimesi, “istikametten sapmak, eğrilmek” demektir.
[50] Kur’an’da bazı ayetlerde göz, bazılarında ise kalple birlikte kullanılmıştır. Âl-i İmran suresinin 7. ayetinde kalplerinde
eğrilik bulunan (fî-qulûbihim zeyğun) kimselerin, fitne çıkartmak ve tevil etmek (sözü anlaşılmaz hale getirmek) maksadıyla müteşabih ayetlerin peşine düşücü özelliklerine dikkat çekilir. (3/Âl-i İmran, 7). İlimde rusûh sahibi olanların tutumu ise, “iman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” sözleriyle ortaya çıkan, hastalıksız ve sapmamı bir kalbin teslimiyetidir. Bu kimselerin duası, sanki konunun önemini kavramamız içindir: “Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. (lâ tuzığ qulûbenâ). Bize tarafından rahmet bağışla. Lütfu en bol olan sensin.” (3/Âl-i İmran, 8). Demek ki hidayete erdikten sonra da, kalplerin eğrilmesi gibi bir ‘tehlike’ her zaman mevcuttur.
Tıpkı ‘maraz’ gibi, savaş ortamında bazı kimselerin kalpleri kayabilmektedir. (kâde yezîğu qulûbu ferîgun minhum) (9/Tevbe, 117).
Hasılı kalbde zeyğ olması, kişinin kalbinin bile bile haktan batıla doğru değişmesidir. Bu hususta son noktayı Saf suresinin 5. ayeti koymaktadır: “…Onlar sapınca Allah da onların kalplerini saptırdı. …” (felemmâ zâğû ezâğallahu qulûbehum) (61/Saf, 5). Kalpler sapmakta/eğrilmekte, Allah da bu sapmayı/eğrilmeyi
infaz etmektedir.
[51]
Kâfirler vahye o kadar uzaktırlar ki, Kur’an onlara kapalı gibidir ve sanki onlara uzak bir yerden sesleniliyor da, hiçbir şey anlamıyorlar. (41/Fussilet, 44). Kulaklarında bir ağırlığın olması (41/Fussilet, 44) bundan başka bir şey değildir.
Bakar-kör Gözler
Kâfirlerin gözlerine perde gerilmesi de tıpkı kalplerinin mühürlenmesi gibi, Allah’ın hidayeti ile ilişkilerini tümden kesmiş olduklarını anlatan beliğ bir ifadedir. Gözlere perde çekilmesi de, aynen kalbe mühür vurulması gibi mecazdır. Hiçbir inançsızın gözünde, maddi anlamda bir perde bulunmaz.
[52] Kur’an zaten gözlerin kör olmayacağını, asıl basiret gözünün kör olacağını bildirmektedir.
“Yeryüzünde hiç gezip dolaşmadılar mı? Dolaşsalardı elbette, kendisiyle akleden kalpleri, işitecek kulakları olurdu. Gerçek şu ki, gözler kör olmaz, lakin göğüslerdeki kalpler kör olur.” (22/Hac, 46).
Zemahşerî, gözlere perde çekilmesini şöyle izah etmektedir: Allah’ın arz edilmiş ayetleri ve apaçık ikame edilmiş delilleri o kişiye, ibret alanların, basiretle bakanların gözlerine tecelli etmesi gibi tecelli etmez. Sanki gözü, üzeri örtülmüş/perdelenmiş gibidir. Gözü ile idraki arasında bir engel oluşmuştur.
[53]
‘Ğaşıye’ fiili ‘örttü’ anlamına gelir. ‘Ğışave’, örtmeye yarayan şeydir.
[54] Ğışave’ tıpkı ‘isabet’ ve ‘imamet’ gibi şümullülük bildirir. Ayette, kalp ve kulağa ‘mühür’, göze ‘perde’ sembolünün kullanılması oldukça manidardır. Çünkü göz, zahiri anlamda ancak önüne bir perde gerilirse görme imkânını yitirir. Mühür ise gizli/örtülü (meknun-mestur) şeyler üzerine vurulur.
[55] ‘Gözlere mühür vurma’ anlamına gelecek bir deyim ne vahiyde, ne hadiste ne de Arap lügatinde bulunur. Başka bir ayette, benzer şekilde “ve hateme ala sem’ıhî ve qalbihî” denmekte; devamında da “ve ceale ala basarihi ğışaveh” buyrulmaktadır. (45/Casiye, 23)
[56] Bu ayette (Casiye, 23), kâfirin gözüne ğışave çekilmesinin, Allah’a izafe edilmesi, Bakara, 7. ayetinden daha belirgindir.
[57]
“Ve ala ebsarihim ğışâveh” sözü, “hatemallahu…” cümlesine atıftır. Gözleri perdelenenler, Allah’ın adeta gözlere girdirdiği, imana delalet eden ayetlerini idrak etmezler.
[58] Gözlerini gaflet, şehvet, nefsaniyet, hodgâmlık perdesi bürümüştür.
[59]
Mühürlü Kalplere Tebliğ
Bir kimsenin kalbinin mühürlü olduğunu söylemek, o kimsenin iman etmeyeceği, kâfir olarak öleceği anlamına gelen kesin bir hükümdür. Takdir edilir ki bu hükmü sadece ve sadece Allah verir. Allah’ın dışında hiç kimse, kimin kalbinin mühürlü olduğuna dair karar veremez. Çünkü gaybı sadece Allah bilir; kalplerin içindeki yalnızca O’na ayândır. (3/Âl-i İmran, 119, 154; 11/Hud, 5 v.d.). Kimlerin kâfir, kimlerin mü’min olduğunu -zahire bakarak- insanlar da bilir. Fakat hem insanlar yanılabilirler, hem de kalbi mühürlenenleri bilmek Allah’a mahsustur. Peygamber de, kimlerin kalbinin mühürlendiğine dair bir görüş belirtemezdi çünkü gaybı bilmezdi. (6/En’am, 50).
Kâfirler, Allah’ın ayetleri hatırlatılınca yüz çevirmelerinin sonucu olarak, kalplerine bir ağırlık, kulaklarına sağırlık konmasına binaendir ki, artık ebediyen hidayete eremeyeceklerdir. (18/Kehf, 57).
Kalbi mühürlü bir insana tebliğ yapmanın bir anlamı olmadığını, Bakara, 6. ayet dile getirmektedir. Ne var ki, kimin kalbinin mühürlendiğine biz karar veremeyeceğimiz için, tebliğden imtina etmek gibi bir hakkımız olamaz. Biz kulların, sırf kalbin mühürlenmesiyle ilgili ayetlerden hareketle, insanlar hakkında yargıda bulunmamız olacak iş değildir. İnsanların hakkında, kalbi mühürlü kimselerden olduğuna dair bir kanaatimizin oluşması, onlar hakkında ‘karar’ anlamına gelmez. Mühürlemeyle ilgili ayetler, indikleri dönemdeki kâfirlerin pratik tutumlarını tescil etmektedirler.
[60]
Ayetlerin nazil olduğu dönemde Rasulullah (sav), kimlerin kastedildiğini muhtemelen biliyordu. (Münafıklar konusu da böyledir). Bununla beraber, ayetlerin inanç ve davranış karakterlerini resmedip, kişi adları vermemesi, hem çok anlamlı, hem de Allah’ın tayin ettiği hikmetlerle doludur.
Hamdi Yazır, olaya bir başka açıdan bakarak, uyarmak ve uyarmamanın Peygamber için değil de, kâfirler için ‘müsavi’ olduğu kanaatine ulaşmıştır.
[61] Böyle de olsa, yine meselenin gaybî niteliği hem Peygamber’in (sav), hem de bizim önümüzü kesmekte, tebliği yapmama gibi bir hakkımızın olmadığını bize telkin etmektedir.
Bazı müfessirler, “kalbi mühürlenen, gözüne perde çekilen kimselerden ‘teklif’ kalkar mı?” gibi anlamsız sorulara da yer vermişlerdir. Fahreddin Razi, Mutezile’nin görüşlerinden harmanlayarak özetlediği satırlarında şöyle bir görüşü dile getirmektedir: “Ne var ki onlar, bu damgalama ve mühürleme cezası ile herhangi bir şeyi anlamaz hale gelince, maymuna dönüştürülen kimselerden sorumluluğun düşmesi gibi, bunlardan da teklif düşmüş olur.”
[62] Bu cümlede iki yanlış birden işlenmektedir. Birincisi, maymuna (ve de domuza 5/Maide, 60) dönüştürülmek -tıpkı kalplerin mühürlenmesi misali- gerçek anlamda değil, mecazidir. Hiç kimse insanken maymuna (ve de domuza) dönüştürülmemiştir. Bu, o insanların akidevi-ahlakî seviyelerini açıklayan bir ifade tarzıdır. İkincisi de, bir insanın kalbinin mühürlenmesi, ya da bu tür insanlara Allah’ın, “aşağılık maymunlar olun!” (2/Bakara, 65) demiş olması, o insandan sorumluluğu düşürmez, bilakis daha da artırır. Çocuğuna kızan bir ebeveynin, ona herhangi bir hayvan ismiyle hakaret etmesinin, çocuğun sorumluluğunu ortadan kaldırmaması gibi… İnsan aklını yitirmediği veya iradesini kullanmayı engelleyici ikrah, hapis gibi şartlarla malul olmadığı sürece sorumluluğu devam eder. Doğuştan bunak ya da ebleh olanlar sorumlu olmazlar.
[63]
Sonuç
Kalbin ve kulakların mühürlenmesi, gözlerin perdelenmesi temsili bir anlatımdır. Bazı insanların imana karşı ayak diremeleri temsil yoluyla anlatılmıştır. Kimlerin bu kategoriye girdiğini de mutlak manada sadece Allah bilir.
Allah hiç kimsenin sebepsiz yere, bu sonucu hak etmeden, kalbine mühür vurmak suretiyle, inançsız olmasını ve öyle yaşamasını murad etmez. Allah kullarına zulmedici değildir. Zulümden münezzehtir. Kalbin mühürlenmesi bir sonuçtur; kulların kötü yaşantılarının, hidayete götüren ayetlere kulak tıkamanın, hakkı görmek istememenin, kısacası küfrü inadînin, kişiyi getireceği son noktadır. Hatta kalbi mühürlenenler, Peygamber’in şahsında Allah’a kafa tutan kimselerdir. Allah, tabir yerinde ise, Allah’a karşı kendi safını belirleyen, yani Allah’ın karşısında kendini konumlayan kâfirin kalbinin mühürlemesini infaz etmiştir. Bu, kötü arzularına uyan, işi-gücü aşırılık olan bir kişidir ve kalbi, Allah’ı anmaktan gafildi; bunu hak ettiği için, kalbini gafil kılmayı Allah kendine atfetmiştir (18/Kehf, 28), olayın özü bundan ibarettir.
Kendini kendine yeterli görmekle insan, kendi zihni, aklı, kalbi, gözü ve kulağı etrafına kibirden, bencillikten, heva ve hevesten, dünyaya çakılıp kalmaktan v.d. oluşan bir çeper örmekte, ördüğü bu çeper onun, hakka karşı kalbinin mührü, kulağının ağırlığı ve gözünün perdesi olmaktadır.
Konuyla ilgili ayetlerde fiillerin hep Allah’a isnat edilerek, sözün “mühürledik”, “perde çektik”, “gafil kıldık”, “hidayete erdirdik”, “saptırdık” tarzında inşa edilmesi birçok Kur’an araştırmacısını tereddüde düşürmektedir. Oysa Kur’an’ın, “herkesin amelini boynuna doladık” (17/İsra, 13), “herkes/her nefis kazancı karşısında rehindir” (52/Tur, 21; 74/Müddessir, 38) gibi ayetleri böyle bir tereddüde mahal bırakmaz. Mühürleme fiilini Allah’ın üstlenmesi, O’nun egemenliği çerçevesinde düşünülünce ancak anlaşılabilir.
Bedir savaşında Mekke ordusundan yetmiş kişiyi öldüren Müslümanlara, “onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü onları”; “attığın zaman da sen atmadın fakat Allah attı” buyurmak suretiyle (8/Enfal, 17) Allah, her halde o gün oluşması muhtemel bir beşeri anlayışı tashih etmiştir. Bedir’de ok, mızrak v.b. atanların mü’min savaşçılar olduğunda hiç kuşku olmadığına göre, demek ki ilahi kelamın muradı daha başka bir şey olmalıdır. Bu ayetle, seküler bir algının oluşmasının önüne geçilmek istenmiştir. Allah’ın, savaşta da, barışta da, her an her yerde hayata müdahil olduğu, O’ndan bağımsız, O’na rağmen hiçbir olayın vuku bulmayacağı anlatılmak istenmiştir. Müminlere adeta, kerameti kendinizden bilmeyin, ‘keramet’ Allah’tandır; Allah’ın size olan yardımını, desteğini unutmayın mesajı verilmiştir. Bu gerçeği hem müminlerin, hem de kâfirlerin bilmesi gerekiyordu ki, müminlerin imanını, kâfirlerin de küfrünü artıran işte budur.
Sözün özü, Allah birilerinin kalbine mühür basıp da onu kâfir yapmıyor, birileri kâfir oldukları ve küfürde ısrarcı oldukları için mühür basıyor. Mühür basılanlar, iman etmeyeceği Allah tarafından bilinen kimselerdir. Allah’ın mühürlemesi, bu gerçeğe şahitlik gibidir.
[64] İnsanların iman etmemesi Allah katında -haşa- bir üzüntü vesilesi değildir. Tıpkı onlar ölünce göklerin ve yerin onlar için ağlamaması gerçeği gibi. (44/Duhan, 29). Kâfirlerin teslim olmayışları Peygamberde de üzüntü sebebi olamazdı. Onların iman etmesiyle ne İslam, ne Peygamber, ne arz, ne sema şeref kazanacaktı, şerefi ancak, iman etmekle kendileri elde edecekti.
Kalbin mühürlenmesine ilişkin ayetler biz müminlere, kalbi mühürlenenlerin taranması ve tespiti gibi bir ‘vazife’ yüklemez. Bu sadece bize, kâfirlerle ilişkimizi belirleme yönünde bir bildirimdir. Bazı insanlara “de ki kininizle geberin!” (gul mûtû bi-ğayzıkum) (3/Âl-i İmran, 119) diyebilecek bir onurluluğa erişmemiz istenmektedir. Dolayısıyla, -şayet öyle bir ‘derdimiz’ varsa-, tebliğ konusunda bizi duraksatacak bir emre muhatap değiliz.
KAYNAKÇA
Abdullah b. Ömer el-Beyzavî, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, Mecmûatun Mine’t-Tefâsîr içinde, Beyrut-1319.
Cadullah Mahmud b. Ömer ez-Zemahşerî, el-Keşşaf, Beyrut-1947.
Ebu hayan el-Endelûsî, el-Bahru’l-Muhît, Beyrut-2005.
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İst-tarihsiz.
El-Mu’temed, Kamusu Arabiyyun-Arabiyyun, Beyrut-2004
Fahruddin er-Razi, Tefsir-i Kebir-Mefâtîhu’l-Gayb, Ank-1988.
İbn Mace, Sunenu İbn Mace, İst-1992.
İbni Cerir et-Taberi, Tefsîru’t-Taberî-Camiu’l-Beyân fî Te’vîli’l-Kur’an, Kahire-2004.
İbni Kesir, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, Beyrut-2010.
İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut-2008.
İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-Hadîs-Nüzul Sırasına Göre Kur’an Tefsiri, Ekin y. İst-1997.
Muhammed eş-Şevkani, Fethu’l Kadîr, baskı yeri ve yılı?
Rağıb el-İsfehani, el-Mufredat fî Karîbi’l-Kur’an, İst-1970.
Reşid Rıza, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Hakîm (el-Menâr), Kahire-tarihsiz.
Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İst-1989.
Tirmizî, Sunen-ü’t-Tirmizi, İst-1992.
[1] Reşid Rıza, el-Menâr, I/121.
[2] Taberi, Camiu’l-Beyân, I/173; Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, 217.
[3] El-Mu’temed, Kamusu Arabiyyun-Arabiyyun.
[4] Rağıb el-İsfehani, el-Mufredat.
[5] Zemahşeri, el-Keşşaf, I/48.
[6] Şevkanî, Fethu’l-Kadîr, I/39.
[7] Zemahşeri, el-Keşşaf, I/48; Taberi, Camiu’l-Beyan, I/176-177.
[8] İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, V/19; Razi, Tefsir-i Kebîr, II/5
[9] Rağıb el-İsfehani, el-Mufredat.
[10] Rağıb el-İsfehani, el-Mufredat.
[11] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I/214.
[12] Taberi, Camiu’l-Beyan, I/176-177.
[13] Reşid Rıza, el-Menar, I/158; Ebu Hayyan el-Bahru’l-Muhît, I/76.
[14] Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, I/104.
[15] Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhît, I/79-80.
[16] İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, V/19.
[17] Zemahşeri, el-Keşşaf, I/48.
[18] Zemahşeri, el-Keşşaf, I/48-49.
[19] Zemahşeri, el-Keşşaf, I/50.
[20] Zemahşeri, el-Keşşaf, I/50.
[21] Zemahşeri, el-Keşşaf, I/50.
[22] Zemahşeri, el-Keşşaf, I/51.
[23] İbni Kesir, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, 40.
[24] Taberi, Camiu’l-Beyân, I/177. Bkz. İbni Kesir, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, s.40.
[25] Taberi, Camiu’l-Beyân, I/178.
[26] Tirmizi, Sunen, 44/Tefsir, bab: 83, Hadis no: 3334, V/434; İbni Mace, Sunen, 37/Zühd, Bab: 29, Hadis no: 4244, II/1418; Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, I/105-106. İbni Kesir, Tefsîru’l-Kur’ani’l-Azîm, 40; Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I/214.
[27] Taberi, Camiu’l-Beyân, I/178.
[28] Razi, Tefsir-i Kebîr, II/8.
[29] Kadı Beyzavî, Envaru’t-Tenzîl, I/53.
[30] Razi, Tefsir-i Kebîr, II/8.
[31] Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhît, I/80.
[32] Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhît, I/80.
[33] Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhît, I/80.
[34] Reşid Rıza, el-Menar, I/157.
[35] Reşid Rıza, el-Menar, I/157.
[36] Razi, Tefsir-i Kebîr, II/9.
[37] Reşid Rıza, el-Menar, I/157.
[38] Reşid Rıza, el-Menar, I/158.
[39] Reşid Rıza, el-Menar, I/157.
[40] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I/212.
[41] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I/214.
[42] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I/214-215.
[43] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I/215.
[44] Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, I/104.
[45] Rağıb el-İsfehanî, el-Mufredat. Ayrıca bkz. Reşid Rıza, el-Menar, I/168.
[46] Rağıb el-İsfehanî, el-Mufredat.
[47] Reşid Rıza, el-Menar, I/168.
[48] Rağıb el-İsfehani, el-Mufredat.
[49] “Allah bu misalle ne demek istedi?” sorusuna günümüzde üretilen, ‘sakar’ı bilgisayar, 19 rakamını da bilgisayarı çalıştıran sistemin hâkim rakamı olarak tanımlayan sözde cevap (Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an’daki İslam, İst-1994, 21) ibret vesikasıdır!
[50] Rağıb el-İsfehanî, el-Mufredat.
[51] Keşşaf tefsirine haşiye düşen Muhammed Alyan el-Merzukkî, Zemahşerinin ayeti açıklamasına şerh koyarak, ehli sünnete göre ‘zeyğ’ı kalpte Allah’ın yarattığını, kaderiyenin görüşüne göre ise kulun yarattığını belirtmektedir. Keşşaf, I/339.
[52] Razi, Tefsir-i Kebîr, II/11.
[53] Zemahşeri, el-Keşşaf, I/48.
[54] Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhît, I/76; Razi, Tefsir-i Kebîr, II/5;.Reşid Rıza, el-Menar, I/157.
[55] Reşid Rıza, el-Menar, I/160.
[56] Taberi, Camiu’l-Beyân, I/179.
[57] Reşid Rıza, el-Menar, I/158.
[58] Reşid Rıza, el-Menar, I/157.
[59] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I/213.
[60] Muhammed İzzet Derveze, Nüzul Sırasına Göre Kur’an Tefsiri, V/42.
[61] Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I/212.
[62] Razi, Tefsir-i Kebîr, II/9-10.
[63] Reşid Rıza, el-Menar, I/167.
[64] Razi, Tefsir-i Kebîr, II/9.