KALPLER MÜHÜRLÜYMÜŞ NURLAR YALANMIŞ,
Meğer…
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adıyla…
Bu yazının, ‘demir tavında dövülür’ kuralınca, konunun daha ‘kolay’ anlaşılması ihtimaline binaen, belli bir ‘muhatap kitlesi’ varsa da, kapsam alanı kesinlikle bu kitle ile sınırlı değildir. Aslında bu yazının asıl amacı, Kur’an’ın kimi açık-seçik naslarını günümüze uyarlamada bazı zihinlere küçük de olsa bir hatırlatma notu düşmek ve kaçırılmaması gereken bir tavda ‘cürm-ü meşhûd’ yapmaktır. Önemli olan, duygularımızın esiri olmaksızın -ki bundan Allah’a sığınmalıyız- ve Hakk’ın ölçüleri çerçevesinde kapsam alanı nereye/kime/kimlere kadar genişliyorsa, oraya kadar götürmek ve bundan çekinmemektir. Bunun ilk hayrı kendi nefsimize olacaktır. Önemli olan, Allah’a hesap vermemizdir.
“Kur’an bir hayat kitabıdır” sözünün kuru bir laf olmayıp, hakikatin ta kendisi olduğu, 15 Temmuz gününden itibaren bir kere daha çok açık, arı ve duru bir şekilde tebellür etmiştir. Kur’an insanın gerek fıtratı ve gerekse sonradan kesb ettiği itikadi tortular ve bu çerçevede kazandığı ahlakî çirkeflikler düzleminde, söylenmedik söz bırakmamıştır. Çıfıt tarihselci söylemler de umarım bu gibi dönemlerde, alması gereken payı alırlar.
Türkiye’nin yaşadığı büyük badireyi bir de bu açıdan değerlendirmek istiyorum.
İNSANIN ‘FİKİR’İNİN OLMASI DOĞAL OLMANIN ÖTESİNDE, FARZDIR
Allah insanı akleden, tefekkür edebilen bir varlık olarak yaratmıştır. Bu sebeple sadece insan yeryüzüne halife tayin edilmiştir.
Bir insanın hayatın her alanında söyleyeceği bir çift sözü olabilir ve de olmalıdır. Bu, insanın hayata, eşyaya, dünyaya bakışı ile ilgilidir. Yani insanın bir dünya görüşü olmalıdır. Herkes kendi dünya görüşünü ilmî ve akademik bir dille ifade edemeyebilir ama bu, onun dünya görüşü olmadığı anlamına gelmez.
İnsan dünya görüşü doğrultusunda bir hayat kurar kendine. Bu dünya görüşü çerçevesinde para ile, alış-verişle, doğa ile, hayvanlarla, toprakla, teknoloji ile, en önemlisi, insan ile bir ilişkiler sistemi kurar ve geliştirir. Dünya görüşü sistematik olan ve mesela din gibi, çok temelli büyük bir sisteme dayanan kimselerin diyelim ki para ile, insan veya teknoloji ile olan ilişkileri ile sevgi ve nefret duyguları arasında bir çelişki, çatışma ve tezat olamaz. Varsa, hemen oracıkta, arızanın yeri kesin olarak tespit edilmiş demektir.
Bir insanın bir dünya görüşü yoksa, o insan evet, sureta insandır ama mahiyet olarak bir hüdayi nabitten farksızdır. Yani kırlarda kendiliğinden biten otlardan bir farkı bulunmamaktadır. Farkı, hüdayi nabitin aksine, doğayı ve her şeyi bir taraftan tüketme, bir taraftan da kirletme kapasitesidir…
İnsanda fikir, durduk yere oluşmaz. Kitabımız Kur’an, fikir yerine tefekkür kelimesini kullanır. Tefekkür tefe’ul vezninde bir fiildir. Bu da tefekkürün biraz ciddi şekilde çalışıp çabalamakla oluştuğunu anlatır. Bir kadının çocuk doğurması kadar zorlu bir çabayı gerektirir fikir. Çocuk doğduran kadın anne, tefekkür eden insan da fikir sahibi (fikirli) olur.
EZBERLE VE BEYİN YIKAMA YÖNTEMİYLE FİKİR EDİNİLEMEZ
Fikir edinmek için insanın aklını kullanması yani akletmesi gerekir. Bu süreçte insanın tabiatı okuması, çevresine akıllı bir varlık gözüyle bakması gerekir. Hayatta olup-biten her şeyden bir anlam çıkartabilmelidir insan ki fikir sahibi olsun. Aksi takdirde insanın bir danadan, bir kuştan ya da bir sürüngenden veya Allah’ın, sesini seslerin en çirkini olarak tavsif ettiği merkepten bir farkı olamaz. İşte tam da bu anlamda Kur’an, Rasulullah Muhammed (sav)’in tebliğinden ısrarla ve inatla kaçan Mekkelileri, aslandan ürküp kaçan yaban eşeklerine benzetmektedir. Oysa bir zebranın kaçışı misali, kendisini Hakk’a çağıran sesten kaçan insan, aslında kendisine hayat veren çağrıdan kaçmaktadır. Evi yanan insanın, yangına su sıkılmasından kaçışı gibi bir kaçıştır bu.
Türkiye’de yıllardır (isterseniz bunu on yıllardır diye tashih edin, isterseniz yüz yıllardır diye) birtakım cemaatler, gruplar, hizipler, tarikatlar v.b. toplum içinden kolaylıkla devşirdikleri çocuklara/gençlere fikir edinme, aklını kullanma, dünya görüşü edindirme, insanın akıl ve fikir edinme melekelerini çalıştırma, geliştirme çabası yerine, büyük bir körlükle ve inatla fikirsizliği, aklını kullanmamayı, akletme ve sorgulamaya kendini tamamen kapatmayı, aklının ve tefekkür melekelerinin üzerine kalın betonlar dökmeyi öğretmektedirler. Türkiye’deki eğitim-öğretim sistemi büyük bir itina ile bütün bir neslimizin akıl ve fikir melekelerini dumura uğratmakta iken, sözünü ettiğim sosyal yapılar da bu hususta ‘milli eğitim’ ile yarışmakta, akletmeyen, düşünmeyen sürüler üretmekte bütün güçleriyle çalışmaktadırlar.
15 Temmuz gecesinden beri toplumun adeta tam bir icma halinde(!) tel’in ettiği bir hizip, geçmiş yıllarda, bir delinin bile ağzından çıkamayacak hezeyanları, falanca üstadımızın vaazlarıdır diye, bütün çocuklara ve gençlere dinletti. Kaset, CD, video, televizyon, radyo, you-tube ve cep telefonu gibi zamanın teknik araç gereçleri bu uğurda tam bir adanmışlık havasında seferber edildi. Neye ağladığı, niçin ağladığı bilinmeyen bir adamın hezeyanları, neredeyse ilkokul, ortaokul ve lise düzeyindeki bütün öğrencilere dinletildi, ezberletildi. Genç nesilleri -Ali Şeriati’nin tabiri ile istihmâr (eşekleştirme) ağları bütün ülkeye gerildi. 15 Temmuz’dan şikayetçi olan(!) toplumun başına büyükçe bir çorap, yine aynı toplumun gözleri önünde aheste aheste örüldü.
Öğrencilerin koltukları altında, ders kitapları haricinde sürekli bazı kitaplar görülüyordu: Cemaat liderinin ya da onun yeni yetme kullarından birilerinin yazdığı bu kitaplar, ilgili hizbin dershanelerine giden öğrencilere, post-modern bazı dayatma yöntemleriyle ‘zoraki’ okutturuluyordu; öğrenciler, o kitaplardan dershanelerde sınava tabi tutulduklarını söylüyorlardı. Ama unutulmamalıdır ki, o günlerde bu işlerin adı ‘hizmet’ti.
Çok küçük bir noktasını özetlediğimiz bu yaşananları hem aileler, hem okul yöneticileri, hem de her görüşten ve her branştan öğretmenler görüp biliyorlardı. Her şey alenen cereyan ediyordu. Şayet hasbel kader bu duruma dikkat çeken birileri varsa, ona, senin işin zaten sadece eleştirmektir gibisinden dudak bükülüyordu. Proje mükemmelen işliyordu. Şu anda meydanlarda FETÖ örgütüne karşı nöbet tutan ve ‘şehid’ olmaya hazır oldukları görülen insanların bir kısmı tepkili idiyse de, neticede çocuğunun az çok ‘iyi’ bir okula gideceği umudunu taşıdığı için, ciddi şekilde itiraz etmiyor, itirazını içinden yapıyordu…
Bu şekilde on yıllar geçti ve falanca hazretin üstünlüğüne/yüceliğine/büyüklüğüne/evliyalığına/mehdiliğine/kutupluğuna ve nihayetinde kâinat imamı olduğuna inanan bir nesil çıktı ortaya. Tabi ki yeni yetişen bu neslin tamamı ‘nurcu’ / ‘fethullahçı’ değildi, zaten tam sıkıntı da burada yatıyordu: birbirine çok uzakmış görünen farklı siyasal partilere ve dini anlayışlara mensup olsalar da, temelde artık bugün kimsenin ‘zehir’ olarak adlandırmaktan çekinmediği aşıyı almış oluyorlardı. Hemen herkes, şu anda darbe lideri denilen zatın adının yanına ‘hocaefendi’ etiketini eklemeden adını telaffuz edemiyordu. En küçük bir eleştiride, “yahu hocaefendi ile uğraşmayın; Müslümanlarla uğraşmayın, adamlar güzel hizmet yapıyorlar, siz de onun yaptıklarını yapmadan hocaefendi ve cemaatini eleştiremezsiniz” türünden tafralarla, ham armut misali boğazınıza düğümleniyorlardı.
Sözün özü, pek çok insan bu şekilde, aslandan ürküp kaçan varlıklar gibi uyarılardan kaçıyorlardı… Belki haklıydılar da, çünkü uyarı sahipleri, bu uyarıları ciddiye almalarını gerektirecek hiçbir etiketin sahibi değillerdi.
Yukarıda özetlediğim süreç içerisinde bütün bir neslimize, büyükçe bir hezeyanlar çöplüğü ilim, irfan, fikir, din, iman, akıl, iz’an, nur, kısacası ‘hizmet’ adına yutturulmuş, elbirliğiyle bu nesillerin bütün düşünme melekeleri iğdiş edilmiştir.
Oysa fikir insan ürünüdür, emek ister, ilim ister, İbrahim gibi bir okuyuş ister ve en önemlisi, Allah’tan gayrı herkesten ve her şeyden azade, tam bağımsız bir zihnin ister. Aksi takdirde, rehin alınmış, ipotekli zihinlerden, herhangi bir hezeyan sahibi, belki de hasta kimselere kul olmaktan başka hiçbir ürün çıkmaz.
Kimi insanların herkes tarafından aldatılması olağandır. Bütün insanların bazen kandırılmaları da normaldir ama bazı insanlar biri/ler/i tarafından metodik olarak ve daimi bir biçimde kandırılıyorlarsa, burada durup biraz düşünmek gerekmez mi? Bu durum psikoloji ya da psikiyatri ile açıklanabilir mi, emin değilim. Çünkü bu bilimlerin uzmanları da sonuçta insandırlar ve ‘himmete muhtaç dede’ olmadıklarına dair hiçbir güvencemiz yoktur.
Bu durumda en sağlam ölçü, Allah’ın Kitabı olsa gerektir. Kur’an’ın karakter tahlilleri tek kelimeyle muhteşemdir.
Bu saikle öncelikle Bakara suresinin ilk ayetlerindeki derin tahlillerden istimdat edeceğiz.
BAKARA SURESİ BUGÜNÜ ANLATIYOR
-Allah, Elçisine hitap ederek, buyuruyor ki, senin (belli bir kesim) kafirleri uyarıp uyarmaman bir şeyi değiştirmeyecektir çünkü onlar artık iman etmeyeceklerdir. İman etmelerine dair umut kesilmiştir onlardan. Elbette hangi kâfirlerin iman etmeyeceğini, kimlerden umudumuzu kesmemiz gerektiğini sadece Allah bilmektedir. Biz kullar kulların kalbini okuyamadığımız ve geleceği bilemediğimiz için, “şu kul asla iman etmez!” gibi bir kesin yargıya varmamız imkânsızdır. (6. Ayet).
-Allah, sözü edilen kâfirlerin kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinde de perde vardır. Büyük bir azap onları beklemektedir. (7. Ayet).
-Bazı insanlar, “Allah’a ve ahiret gününe iman ettik” iddiasındadırlar. Oysa onlar iman etmemişlerdir. Allah onların imanlarını yalanlamakta, mümin olmadıklarını bildirmektedir. (8. Ayet).
Demek ki dil ile iman beyanı, gerçekte mümin olmak için yeterli değildir. İmanın gerçek makarrı kalptir ve kalpte olan hem dile, dilden de önemlisi amellere yansımalı, kişinin hayatını şekillendirmelidir. İman ettim sözü bir iddiadır ve doğru olması kadar yanlış olması da mümkündür. Biz kullar, hemcinslerimizin kalbine nüfuz edemeyeceğimize göre, insanların amellerine, ahlak ve siyasetlerine bakarak mümin olup olmadıklarını anlamak durumundayız.
Burada çok önemli olan şu hususu açıklığa kavuşturmak gerekmektedir: Burada yazılanlar, kaba ve cahilî bir tekfir üslubundan farklı bir durumdur. Bizler tekfirci değiliz; tekfirin bize sağlayacağı bir fayda da yoktur. Meramımız, Bakara suresini inzal eden Rabbimizin, bu ihbarlarının muradını anlama çabasıdır. Allah Bakara suresini, önümüze gelen herkesi tekfir etmemiz için indirmiş olamaz. Zaten ayet, “ve minennâsi” diye başlamaktadır, yani insanlardan belli bir kısmı kastedilmekte, bazı insanlara dikkat çekilmektedir. Peki, neden dikkat çekilmektedir? Doğrusunu tabi ki Allah bilir ama Rabbimiz, ‘insanların bir kısmı’nın fitne ve fesadından, şerrinden selamette olmamız için bu uyarıyı yapmaktadır.
Kur’an bize öğretmektedir ki, bir insanın Allah’a ve ahiret gününe iman ettim demesi yeterli değildir, o insanın gerçekten mümin olması icap eder. Kişinin imanını gösteren birtakım kriterler olmalıdır. İşte bundan sonraki ayetler bu kriterleri bildirmektedir:
-Onlar Allah’ı ve müminleri aldattıklarını, kandırdıklarını, oyuna getirdiklerini düşünürler. (9. Ayet). Bu kriter çok önemlidir. Peki, bu insanlar gerçekten Allah’ı ve müminleri aldatabilir, oyuna getirebilirler mi? Bir insanın Allah’ı aldatabileceğini düşünmesi kadar büyük bir hamakat ve kafirlik düşünülemez. (10. Ayet). Müminleri bir süreliğine kandırmaları mümkün ise de, bunun ilânihaye sürmeyeceği aşikârdır. Çünkü yalancının mumu yatsıya kadar yanar denmiştir. İkiyüzlü kâfirler sadece kendilerini aldatmaktadırlar, aldananlar kendileridir. ‘Aldatma’dan ne kastedildiği çok önemlidir. İçindeki kin, düşmanlık, nifak ve ahlaksızlığı gizleyip, iman etmiş bir insan süsüyle, müminler nezdindeki birtakım imkânlardan yararlanmaksa maksat, bu çok aşağılık bir faydacılıktır. Çünkü insan üç kuruşluk bir dünya çıkarı için böylesine ahlaksız bir kişilik sahibi olamaz. İnsanın haysiyet ve vakarı, izzet ve şerefi bu kadar ucuz olmamalıdır.
Sözü edilen insanlar sadece kendilerini aldatmaktadırlar fakat bunu kavrayamayacak kadar beyinsizdirler. Zaten ikiyüzlü kâfirler, bunu anlayacak bir şuura sahip olsalardı, başta doğru dürüst iman eder ve ikiyüzlülüklere tevessül etmez ve şerefi önceleyen, sade bir hayat sürerlerdi.
-Kalplerinde hastalık (maraz) vardır, Allah da hastalıklarını (marazlarını) artırmıştır. Bu ve benzeri ayetlerden, cebrî olarak insan iradesine müdahale edildiği anlaşılmamalıdır. Allah’ın yarattığı sistem ve kullara sunduğu birtakım vesile ve imkânları kulların reddetmeleri ve kullara yapılan tebliğ,, tebliğcinin kim olduğu v.b., marazlarının artmasını sağlamaktadır. Yalanlamalarının bir karşılığı olarak onları can yakan bir azap beklemektedir.
-Onlara “ülkede/arzda bozgunculuk yapmayın!” dendiği zaman, “hayır, biz bozguncu değil, ıslah edicileriz” derler. (11. Ayet). Oysa diyor Rabbimiz, onlar gerçekte bozguncudurlar fakat anlamamaktadırlar. (12. Ayet). Yani insanın, ıslah edici değil, ifsat edici bir misyon yüklendiğini anlaması için de bir beyin ve akleden bir kalbe sahip olması gerekmektedir. Bir insan ki, nasıl bir misyon içinde bulunduğunu bir türlü kavrayamamaktadır, halkın kullandığı kaba tabirle, kafası basmamaktadır. İşte bunların, Allah’ı kandırmalarının özeti de galiba burada yatmaktadır: Adeta Allah’la söz yarışına girmekte, Allah onlara bozgunculuk yapıyorsunuz dedikçe onlar, hayır ıslah ediyoruz diye üstelemektedirler. Yani bir ‘sıfır şuur’ durumu ile karşı karşıyayız.
Demek ki insan, yaptığı bozgun ve mülhidliğin ıslah olduğuna kendini bir şekilde ikna edecek şeytani vesveseye sahiptir.
-Onlara, “siz de insanların iman ettiği gibi iman edin!” dendiği zaman, “biz de mi şu sefihler gibi iman edelim!” tepkisini verirler. (13. Ayet). Bu ayet, söz konusu münafık/kâfirlerin kendilerini nasıl çok seçkin bir konumda gördüklerini, sıradan müminleri nasıl da küçümsediklerini göstermektedir. Müminleri sefih olarak nitelemektedirler. Sefih kelimesi aklı yetersiz, düşük/düşkün kimseler için kullanılır; ‘beyinsiz’ anlamına gelmektedir.
Rabbimiz buyuruyor ki, yine aslında gerçek sefih kendileridir fakat bunu da kavrayamamaktadırlar. İnsanın kendi pozisyonunu, akıl ve iz’an seviyesini bilmemesi ne kadar büyük bir ahmaklıktır.
-Müminlerle karşılaştıklarında, “biz de iman ettik” diyebilmektedirler. Kendi şeytanlarıyla (günümüzde ‘cemaat imamı’ diye adlandırılan misyon sahipleriyle) baş başa kaldıklarında ise yüzlerindeki maskeyi çıkartıyor, gerçek kişilikleri ile konuşuyorlar ve şöyle diyorlar: “Biz sizinle beraberiz, biz (müminlerle) sadece dalga geçiyoruz!” (14. Ayet).
Bu tasvir, herhangi bir kafa karışıklığına sebebiyet vermemelidir. Kalpleri mühürlü bu ikiyüzlü kâfirlerin hem mümin, hem kâfir oldukları; hem müminleri hem de kâfirleri sevdikleri sanılmamalıdır. Bunların mümin olmadıkları ve asıl dostlukları/velayetlerinin, kendileri ile aynı karaktere sahip yoldaşlarıyla olduğu akıldan çıkartılmamalıdır. Beraberlikleri, gerçek ilişkileri onlarladır. Tasada ve kıvançta o dostlarıyla beraberdirler. Müminleri ise akıllarınca ‘idare’ etmektedirler. Müminlerle istihza vaziyetindedirler.
Bu ayet günümüz dünyasına yönelik olarak şunu anlatmaktadır: ABD, NATO, İsrail, CIA, MOSSAD gibi ne kadar İslam düşmanı uluslar arası devlet ve teşkilat varsa, onlarla arası gayet iyidir, kendisini onlara kiralamış ya da satmıştır. Onlara hizmet etmekte, dolayısıyla onlardan taltif görmekte, onların ‘nimetlerinden’ yararlanmaktadır. Tabi ki bütün duyguları da onlarla beraber olacaktır. Müminler nezdinde ise iman etmiş kişi olarak görünmekte, dini söylemleri ustalıkla kullanmakta, bir adım daha ileriye giderek ağlamaklı/ufunetli bir görüntü salgılamaktadır. Çünkü iman edenler de böyle kandırılmaktadırlar.
İmanın ne olduğunu kavramamış, Dinini kimden aldığına hiç itina göstermeyen, gözü yaşlı herkesi büyük bir Müslüman sanan derinliksiz kimselerin kolayca aldatılmaları da ayrı bir bahistir. Zaten iki yüzlü kafirlerin değirmenine su taşıyan, ekmeklerine yağ sürenler de hep bu, aldatılmaya elverişli, pespaye ‘dindar’ zümrelerdir.
-Oysa kâfirler hiç kimseyle istihza edemezler; Allah onlarla istihza eder. Allah onların tuğyanlarını uzatır, yani Allah onların ellerindeki imkânları hemencecik çekip almaz, süre tanır, mühlet verir, imtihan eder. (15. Ayet).
Şu anda büyük bir gümbürtünün elebaşıları olan belli bir hizbin imkanları olağanüstü idi. Okulları, yayın kuruluşları, vakıf ve dernekleri, bankaları, iş yerleri, evleri ve hükmetmekte oldukları, hesabı belirsiz para… İşte bütün bunlar, Allah’ın hemencecik ellerinden çekip almadığı imkanları idi. Onların tuğyanları iyice zirveye ulaşsın ki, oradan düşüşleri kolay olsun diye uzun yıllar mühlet vermiştir. Bakalım şimdi kim kiminle istihza edecektir?
Şimdi sıra, büyük düşüşün verdiği şaşkınlık içerisinde bocalayıp durmalarındadır.
-Hidayete karşılık dalaleti satın almışlardır. Ama bu alış-verişleri hiç kazançlı olmadı, doğruyu da bulamadılar. (16. Ayet).
Bunların durumu, süt yerine zehir içen, ekmek varken çöplükte eşelenen, su yerine lağımı tercih eden sefihlerin tutumudur. Bu sefihler, fıtratı, doğal olanı, Allah’ın istediğini ve aklın onayladığını değil, ifsadı, yapaylığı ve şeytanın fısıldadıklarını tercih etmektedirler. Bu seçimin kârlı olmayacağı çok açık değil midir? Ya ebedi bir şeref yitimi lekesini alınlarında taşımak, ya intiharla noktalanacak bir akıbet ya da ahiret azabı onları beklemektedir.
Bunların durumu ne kadar iç karartıcıdır:
-Gecenin zifiri karanlığında ateş (ışık=nur?) yakan kimse bununla ne kadar aydınlanabilir ki? Allah [CIA’den aldıkları] ışıklarını (nurlarını!) söndürdüğü an zifiri karanlıkta kala kalacaklar. Allah onları zulümatta (hem hakiki anlamında, hem de zulüm/şirk/küfür anlamında) bırakır. Bunu kendileri hak ettiler, Allah vermedi. Allah sadece müstahaklarını vermiştir. Artık görme imkânları da kalmamıştır. Sadece tansiyon sorunları değil, asıl olarak ‘görme’ hastalığından muzdariptirler. (17. Ayet).
-Bu kimseler aynı zamanda sağır, dilsiz ve kördürler, artık bu yoldan geri de dönemezler. (18. Ayet). Hakikate sağırdırlar, hakikatle ilgili söyleyecekleri hiçbir sözleri yoktur, dilsizdirler ve hakikate kördürler. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. İşte bu sağır, dilsiz ve kör kimseler şeytanlaşmışlardır çünkü hakikat onları zerre kadar ilgilendirmemektedir.
-Kur’an bir de şöyle tanıtmaktadır bu bedbahtları: Gökten sağanak halinde yağmur boşalmaktadır; ortalık zifiri karanlıktır, gök gürültüsü ve şimşekler dehşet saçıyor. İşte bu manzaranın tam orta yerinde kalmış bir insan nasıl ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarsa, Allah’ın yardımsız bıraktığı münafıklar da aynen böyledir. Oysa Allah nasıl o gök gürültülü ve yağmurlu gecedeki insanı, istese anında yok edeceği şekilde çepeçevre kuşatmışsa, kâfirleri de böyle kuşatmıştır. (19. Ayet).
Münafıkların, ölümü ya da bir şekilde karşılaşacakları kötü akıbeti beklemekten başka yapacakları hiçbir çıkış yolu kalmamıştır. Bir insanın başına gelebilecek her türlü bela ve musibet şimdi onların korkulu rüyası olmuştur.
-Şimşek adeta gözlerini kör edecek gibi çakmaktadır. Şimşek onlara anlık bir aydınlanma fırsatı vermekte, bir iki adım atmalarını sağlamaktadır. Karanlık üzerlerine çökünce ise, mıhlanmış gibi oldukları yerde kalmaktadırlar. Allah o anda isterse gözlerini kör, kulaklarını sağır edebilir. (20. Ayet).
Sırtını dayadığı herhangi bir devlet ya da teşkilattan gelen, şimşek çakmak kabilinden yardım ve destekler bunların bir iki adım atmalarını sağlayabilir fakat nihai anlamda, Allah’tan gelecek cezayı savmaları imkânsızdır.
KULLAR TANRILAŞTIRILIYOR
Kâfirleri ve müşrikleri Kur’an’ın anlattığı gibi anlamak çok önemlidir. Bakara suresinin 6-20. ayetlerinde, iki yüzlü kafirler anlatılmaktadır. Bizler acaba ‘kâfir’i, insan türünün bambaşka bir cinsi gibi mi anlıyoruz? Oysa kafirle mümin arasında ontolojik ve fiziki olarak (kılık-kıyafete ait bazı farklılıkları saymazsak) hiçbir fark yoktur.
İnanç ve düşünceyi yansıtan söylem itibariyle de nice kafirler, tıpkı müminler gibi bir dil kullanmaktadırlar.
Bir insan düşünelim: belirli bir cemaate, gruba, fırkaya, tarikata, partiye v.d. bağlanıyor. Belirli bir insanı şeyh, mürşid, hoca, ağabey, üstad, lider v.b. olarak kabul ediyor. Bu esnada müdavimi olduğu o cemaat veya fırkanın, tamamen başlarındaki hoca/lider/şeyhe endeksli olan görüş, kanaat, yaklaşım ve düşüncelerini benimsiyor, hatta onlara iman ediyor. Zamanla bu fırkanın görüşleri onun için din haline geliyor. Alçı ile bir nesnenin tutturulması gibi, benliği o cemaate tutuluyor, kilitleniyor.
Böylesi bir grup veya fırkaya bir şekilde yolu düşmemiş insan sayısı nadirattandır. Fakat sağlam bir ruh yapısına sahip, kişiliğini (şeref ve haysiyetini, izzetini) yitirmemiş bir insan hiç değilse bir tek fikir ve görüşe olsun itiraz eder, bir şeyleri sorgular, bir şeyleri tartışır. Kendisine anlatılan, bir sonraki aşama olarak dayatılan bir fikri anlamak/kavramak için soru sorar. Sorulan soruların cevabını ağabeyine, üstadına havale etmez. Soruların cevabını verdirtmek içen cep telefonuna sarılarak, ağabeyini yardıma çağırmaz.
Ama insani özelliklerini yitirmiş, sürüleşmiş bir kişi, bütün düşünme, muhakeme yetenekleri dumura uğratıldığı için sorgulamayacak, kendisine verilen paket düşünce-inanç programlarını hap yutar gibi yutacaktır.
Oysa rabbimiz Allah, kendisinin şerefli olarak yarattığı kullarının şereflerini yitirmemeleri ve gönül hoşluğu ili iman edebilmeleri için, kendi varlığını bile tartışmaya açmakta, “farzet ki Allah yoktur!…” mealinde cümlelerle başlayan bir sorgulama yöntemi ile, kulunun ufkunu açmak istemekte, bilerek ve kavrayarak iman etmesini istemektedir.
Sahabeye baktığımız zaman, mesela Hudeybiye’de neredeyse Allah Rasulü’nün yakasına yapışacak kadar sorgulamakta, kafalarına yatmayan bir siyasi kararı, sırf Nebî (sav) istiyor diye onaylamamaktadırlar. Rasulullah’ın aldığı kararı içlerine sindiremedikleri için işi, “sen Allah’ın Elçisi değil misin?” diye sormaya kadar vardırabilmektedirler. İfk olayında Allah Rasulünü zor durumda bırakanların bazıları sahabe idiler. Rasulullahın hayatının her döneminde sahabenin bir şekilde ona soru sordukları, verdiği hükmün vahiy mi, yoksa kendi ictihadı mı olduğu şeklinde ayrıma gittikleri, eğer kendi ictihadı ise, ona karşı kendi ictihatlarını (reylerini) önerdikleri bilinen bir hakikattir.
Ebu Hanife’nin (Tabiini kast ederek), “onlar adamsa ben de adamım” sözü çok meşhurdur. Ebu Hanife, Rasulullah’tan gelen güvenilir bir görüş için başım gözüm üstüne diyor, sahabenin kavillerini seçerim diyor. Sonrakilere gelince işte bu sözü kullanıyor. Bu söz asla bir kibir ve benlik değil, şerefli insanların ortaya koyabileceği bir tavırdır.
Günümüzde ise pek çok grup/hizip, kelimenin tam anlamıyla, esrar-eroin/haşhaş içirilmiş gibi, liderlerini tam anlamıyla ilahlaştırılmaktadır. Kur’an’ın buyurduğu gibi, bu insanların kalpleri var ama onunla akletmiyorlar; gözleri var ama hakikati görmüyorlar. Kulakları var ama hakikati işitmiyorlar. İşte diyor Kur’an bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar! (7/A’raf, 179).
Bir insan, hele de kendisini İslam’a nispet ediyorsa, nasıl olur da akletmez, işitmez ve görmez! Oysa İslam baştan sona bunu emretmektedir. İnsanları ilahlaştırmamayı, insanları rableştirmemeyi, insanları yüceltmemeyi emreden bir Din’in müntesipleri nasıl olur da, kendileri gibi, sıradan bir insan olan kişileri Allah’ın makamına oturturlar?
Günümüzün çağdaş haşhaşîleri, Kur’an ayetinden şüphe ediyorlar ama kendi çakma hocalarının ilahlığından şüphe etmiyorlar.
Türkiye eskiden sabaha darbe ile uyanırdı; 15 Temmuz akşamından itibaren ise ertesi güne darbe ile giriş yaptı. Darbede bütün kuşkular, herkesin bildiği bir hizbin üzerine odaklanmış durumdadır. ABD’de ikamet eden kişi ve adına FETÖ denilen örgütle ilgili her gün yeni yeni ve çok ilginç haberler yayılmaktadır. ABD’den bazı kesimler ilk günden itibaren darbeye sahiplendiler ve FETÖ’yü savunan beyanatlar yayınlamaktadırlar. FETÖ’nün lideri, karşı saldırıya geçti bile ve kendisini teslim etmemesi için ABD’ne yalvarmakta, hizmetlerini anımsatmaktadır.
Kuşkusuz bu darbenin failinin FETÖ olup olmadığının resmi açıklanması yıllarca sürecek bir davadır.
Kısacası 15 Temmuz gününden beri Türkiye yıkılıyor, dünya çalkalanıyor. Fakat bütün bu olup bitenler, ilgili hizbin şakirtlerinin zihinlerinde zerre kadar bir şüphe oluşturmamış, kafalarında en küçük bir soru doğurmamış, Allah yerine koydukları rablerinin rububiyetinden en küçük şekilde bile kuşku duymamışlardır. Onların tek bildiği, tek iman ettiği ve kafalarının tek bastığı şey, ülkenin bir numaralı siyasi kişisinin ortadan kaldırılmasıdır.
Şuna da yemin etsek bir vebal doğmaz: Yarından itibaren, örgütün lideri denilen kişi, ülkenin bir numaralı yöneticisi hakkında hayırhah ifadeler kullansa, onlar da aynı sözleri hiçbir şey olmamış gibi tekrar edeceklerdir. Narkozla bayıltılmış hasta, neler sayıkladığını nereden bilsin…
KALPLER MÜHÜRLENİYOR…
Şimdi yukarıdaki ayetleri yeniden düşünecek olursak, bu ayetlerin sanki günümüzdeki belli bir zümreyi (ya da zümreleri) anlattığı çok açık değil midir?
Bir insana soy bakımından en yakın olan, anne-babası, varsa eşi ve çocuklarıdır. Kişi, canı kadar sevdiği bu birinci derece yakınları hakkında şayet, reddedilmesi imkânsız bir kötü haber duyarsa, onlar hakkında bile kuşkuya kapılabilir. Hiç değilse bir kez olsun bir ‘acaba?’ sorusu belirir zihninde ve bu sorunun zihnine girmesine asla engel olamaz. Çünkü annesi-babası da olsa, sonuçta insandır ve insan hata yapabilen bir varlıktır diye düşünür.
Rasulullah efendimiz (sav) ifk olayında bu türden sorulara engel olamamış olmalı ki, muhtereme eşi Aişe annemizle arasında bir soğukluk oluşmuştu ve eşinin, babası Ebu Bekir’in evine gitme isteğine muvafakat etmişti.
Doğudan batıya, güneyden kuzeye; gelenekselinden modernine ve modernden post modernine kadar pek çok insan zümresi Allah’tan belki bir an bile olsa şüphe etmekte, ahiretin varlığına kuşku ile bakabilmekte ama ilah yerine koyduğu ve sonuçta bir insan olan liderinden/hocasından/üstadından asla şüphe etmemektedir.
Adları resmi makamlarca ‘paralel devlet yapılanması’ olarak tescil edilmiş zümre bugün bu, kalpleri mühürlenesiye ilahlaştırmanın en tipik örneğidir. İlahlaştırdıkları, sonuçta bedensel varlığı belli bir ağırlıkta, boyu belli bir uzunlukta (dağlarla yarışamıyor!), tarihin belli bir gününde doğmuş ve yine belli bir tarihte ölüp mezara konulacak, orada bedeni çürüyüp toprağa karışacak ve belli bir gün de, Allah’a hesap vermek üzere diriltilecek olan bir beşerdir. Onun gibi, dünyaya milyarlarca beşer geldi geçti; kimisi beşer varlığından insan aşamasına geçti, kimisi insan aşamasının en zirve noktalarına tırmandı, kimisi beşeriyet aşamasını geçemediği gibi, hatta daha da dibe vurdu, esfel-i safilîn çukuruna düştü ve cehennemi hak etti.
Dünyada nice insanlar farklı alanlarda birtakım yetenekler geliştirdiler. Peygamberler ise kulun Allah katındaki değeri bakımından, örneği bulunamaz insanlardır. Buna rağmen, akıl, iz’an, psikoloji bakımından sağlığı yerinde olan hiçbir insan insanları kendisine tapınmaya davet etmedi. Sağlam karakterli kimseler, kendi öz çocuğu bile olsa, bir insanın, ceketini tutmasından rahatsızlık duyarlar. Fakat günümüzdeki ‘paralelciler’in, eşsiz-benzersiz sandıkları liderlerinin ve kendilerinin bu karakterleri tamamen dumura uğramış olmalıdır ki, Kur’an dilinde bunun adı, “summun bukmun umyun fe-hum lâ yerciûn”dur. Yani sağır, dilsiz ve kördürler. Hiçbir uyarıyı dinlemiyorlar, hiçbir eleştiriyi kaale almıyorlar, hak ve hakikat adına hiçbir söz söylemiyorlar ve hakikati hiç görmüyorlar. Bunun da özeti şudur: Bu insanların kalpleri mühürlenmiştir. Artık o kalp tamamen Allah’a havaledir.
Bir insanın kalbinin mühürlenmesi, hakikate kendisini tamamen kapatmasıdır. Bu insanlar da kendilerini kapatmışlardır. Bir insanın salya-sümüğünün büyükçe bir kitleyi bu kadar hipnotize etmesini aklın havsalanın alması mümkün değildir.
Manzarayı şöyle yeniden gözümüzün önünde canlandıralım: Zavallı bir adam, hayatını mistik hezeyanlarla, hezeyan rüyalarla örüyor, gelecekten haber veriyor, geçmişi kendisine bağlıyor, uyduruk bir kavramın (mehdi), uyduruk namzedi kendisi olduğunu söylüyor, köylerine Peygamber rüyada gelip kazık çaktığı için bir daha asla deprem olmuyor v.s. v.s. Ve işte bu hezeyanlar yüz binlerce insanın düşünme melekesini sıfırlıyor ve kalbini mühürletiyor.
Aslında sorun büyük oranda, hastalıklı din anlayışından kaynaklanmaktadır. Kur’an terimleri anlaşılmamaktadır. Mesela ilah, rab, şirk ve küfür gibi kavramlar ya hiç anlaşılmamakta ya da hastalıklı şekilde anlaşılmaktadır. Türk toplumu, insanlar şayet bir heykelin karşısına geçer de, onun önünde yatar kalkarlarsa, ancak o durumda bir ilahlaştırmanın olacağını zannetmekte, Allah’ı tamamen/kökten inkar etmeyi de küfür sanmaktadır.
Oysa bir insana, ağzından çıkan her sözü -velev ki hezeyan bile olsa- keramet sayarcasına bağlanmak, onu ilah edinmektir. Küfür ve şirk de işte budur. Küfür ve şirk, Allah’a ait yetki ve sıfatları kullara atfetmektir.
SONUÇ
Bir insan düşünelim ki, bütün dünyayı teyakkuza geçiren, bir biçimde dünyanın gündemine oturan büyük bir hadise dahi onun gözünü açmamakta; acaba gittiğim yol hak mıdır; bağlandığım insan iyi bir insan mıdır yoksa bir paçavra mıdır; acaba din ve dünya anlayışım kökten sakat mıdır; bugüne kadar yanlış şeyler öğrenmiş olabilir miyim; bizler neden bu kadar öfkenin medarı oluyoruz; sakın bizler aldatılmış olmayalım gibi soruları sormuyor, soramıyor. İşte kalbi mühürlenenlerden birinin bu insan olduğunu düşünüyor, Kur’an’ın bunun gibileri anlattığına inanıyorum.
15 Temmuz akşamında, toplumun darbeye maruz kalmış kesimi, bu badireyi atlattıkları için sevinmekte ve Allah’a şükür etmektedirler. Burada ise bir başka yanılgı ve uyuzlaşma devam etmektedir. Çünkü fiilî ve somut bir teşebbüs olarak bir darbe engellendi ise de, paralel karşıtı olarak saf belirlemiş(!) zümreler içinde de aynen paralelcilerde olan şerikleştirmeler, ilahlaştırmalar devam etmektedir. Kalplerin mühürlenmesi şu veya bu şekilde, toplumun pek çok kesiminde bütün kesafetiyle devam etmektedir. Hatır-gönül kaygısından dolayı da, yapması gerekenler, uyarı görevlerini yapmamaktadırlar. Bu vaziyette, bir darbeden kurtulsak da -ki bu tür şeytani kalkışmalara kesin olarak karşıyız- başkalarından kurtulmamız pek mümkün gözükmemektedir.
Kaldı ki, en büyük darbenin, insanların kendilerine yaptığı, kalplerinin mühürlenmesi darbesi olduğuna inanmaktayım.
Müslümanlar olarak, dünya hayatına yönelik her türlü sorunumuzun çaresi, Allah’ın laf olsun diye indirmediği Aziz Kur’an’da mevcuttur. Kur’an’ın hayatımıza müdahil olduğu günler, bayram günümüz olacaktır.