Melîke’nin tespiti, krallar için şüphesiz doğruydu ama Süleyman gibi bir Rasul elbette bu genel kuralın istisnası idi.
Günümüzde ise melikler, melik-i adûdlar, yani ısırıcı melikler, daha doğrusu ısırıcı meliklik sistemleri, İblis’in rehberliğinde bir ülkeye egemen olduklarında, Melike’nin tasavvurundaki yıkımı, bu çağa özgü bir biçimde yapmaktadırlar.
Günümüzün, dünya merkezli ve ülkelerdeki uzantılarıyla ‘leviathan’ rejim(ler)i, bilhassa İslamî geçmişi olan ülkelerde, neredeyse bütün kelime ve kavramlarımızı baştan sona hırpalamaktadırlar. Tabi ki orduların, ülkeleri işgal edip, ülkenin dağlarında-taşlarında kelime avına çıktıklarından bahsetmiyoruz. Kalbinde hastalık bulunan kimselerin yanlış yorumlarına fırsat vermemek adına söylemek gereği duyuyorum. Bir düşünce sisteminin, bir medeniyetin, hele de din’e ait değerlerin nasıl tahrif edileceği bellidir.
Kendilerini, küresel ve yerel sistemin işbirlikçisi değil de, izzetli Rasullerin yürüdükleri Sırât-ı Mustakîm’in şerefli yolcuları olarak bilen ve öyle iman eden Müslümanlar zorlu sınavlardan geçmektedirler. Bu bir akide sınavıdır, Din sınavıdır. Biz Müslümanlar, akidemizi değiştirerek, velayet bağlarımızı yumuşatarak, sistemle olan münasebetimizi ‘gözden geçirerek’ sisteme eklemlenecek miyiz, yoksa her türlü ama her türlü bedeli ödemeyi göze alarak, akidemizde, duruşumuzda, ahlakımızda, küfürden, şirkten ve nifaktan beraetimizi mi devam ettireceğiz? Rabbim Allah’tır mı diyeceğiz, yoksa Rabbim hem Allah’tır (Allah’a laf söyletmem!) hem de bugünkü sosyal-siyasî gerçekliklerdir mi diyeceğiz? Kur’an’ı mehcûr bırakacak mıyız, yoksa Kur’an yegane kaynağımız mı olacak?
‘Dindar’, muhafazakâr ya da ‘dinî hassasiyetleri olan’ kimselerin, 28 Şubat gibi süreçlerdeki tepkilerinin aslında küfrün ve zulmün özüne ait ve derinlikli olmadığını, tepkilerin yüzeysel ve sırf o günkü bazı kaba-saba politikalara olduğunu, bizler gibi pek çok Müslüman dile getirmiştir. Bu isabetli tespitin yazılı ve sözlü pek çok kanıtı olduğu gibi, şahit olmaya liyakatli olanlar da bunun şahididirler. Bu tespitlerin isabetliliği, şu anda ileri düzeyde yaşanan muhafazakâr sistem tapıcılığı ile tescillenmiştir. Kendilerini sistem tarafından mağdur edilmiş olarak lanse eden söz konusu ‘dinî hassasiyetli’ çevreler, bugün adeta aynı sisteme tapma noktasına gelmişlerdir. Allah adının yanında, ilah olarak duran iktidar mefhumunun puntosu o kadar büyütülmüş ki, Allah lafzı gölgede kalmıştır.
İktidarla, kelime ve kavramlarımızın tahrifatının ilişkisinden bahsediyorduk. Geçmişte İsa (a.s)’ın tebliğ ettiği İslam’ın paralel bir Din’e (Hristiyanlık) dönüşmesi nasıl ki, Bizans’ın kanatları altında, kilise babaları, ensesi kalın din baronlarının eliyle kotarıldıysa, Kur’an İslam’ının yeni bir paralel Din’e dönüştürülme iradesi de, bugünün modern Bizans’ına sırtını yaslamış olan yerel iktidarların öncülüğünde ve bugünün din baronları mahareti ile gerçekleştirilmektedir. Evet, İslam tam bir ‘Paralel Din’e evriltilmektedir. İslam’dan yeni bir paralel din peydahlanmaktadır. Bunu da, canlarının istediği bir aşamada ihdas ettikleri ‘paralel’ terimiyle gölgelemektedirler. Kendilerinin din anlayışlarının da, İslam’a paralel bir din konsorsiyumunun bir ayağı olduğunu kamufle etmektedirler.
Şunu çok açık görmemiz ve çok açık konuşmamız gerekmektedir: İblis, Müslümanları mütemadiyen sistem içine davet etmekte, bir şekilde bir yerlerle, sistemin bir şeyleriyle uzlaşmak, uyuşmak, ılımlılaşmak için sürekli bir şeyler fısıldamaktadır. İblis bizi yasak ağaçtan yemeye sürekli kışkırtmaktadır. Diyor ki İblis, uzlaşmalısınız! Ilımlılaşmalısınız! Kıyıda kenarda üç beş marjinal olarak kalmamalısınız! Siz de yönetimden pay istemelisiniz! Sürekli “Rabbim Allah’tır!” dememelisiniz; bugünkü reel-politik’in de rabbiniz olduğunu kabul etmelisiniz!
Şayet, Allah’la beraber başka Rableri de sayıp-sevmezseniz, o zaman size bir tek yol görünmektedir: Bu ülkeyi terk etmelisiniz!
Daha dün denecek kadar yakın geçmişte ulusalcıların, Kemalistlerin replikleri olan, “bu sistemin her türlü nimetinden faydalanıyorsunuz!” söylemi, artık neredeyse, “ya sev, ya terk et!”e dönüşmek üzere. Daha dün, birtakım hüzünlerde ve kıvançlarda ortak oldukları zannedilen kimselerin sayısal çoğunluğu oluşturan kesimi, bugün Müslümanlara, ‘hicret’ sözcüğü altında, kibarca ülkeyi terk etmeyi önermektedirler.
“Bu sistemin nimetleri” terkibinin, kendisini Müslüman olarak tanımlayan bir kimsenin dilinden dökülmesidir önemli olan; cümlenin devamının nasıl geldiği, tali bir meseledir. Bu terkip başlı başına bir şerikleştirmedir; iktidarı ilah edinmenin bir tezahürüdür. Bu tam bir Firavun zihniyetidir. Firavun, kavmine şöyle sesleniyordu:
“Firavun kavmine seslendi ve şöyle dedi: Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hala görmüyor musunuz?” (43/Zuhruf, 51).
Firavun Mısır mülkünü, içindeki ırmaklarla birlikte kendine ait kılmıştı, yani gasp etmişti. Musa’ya, kendisinden başka birini ilah edinmeyi yasaklamıştı! (26/Şuara, 29). Demek ki, ikinci bir emre kadar Musa, Firavundan başka ilah edinmeyecekti!
İşte bugün de, Firavun sisteminin yardakçıları, mülkü tamamen iktidara tahsis etmektedirler. ‘Her türlü nimeti’ Sistem’e ait kılmaktadırlar. Böyle olunca sistem, nimetleri yaratmış gibi sayılmakta ve kullarına, takdir ettiği oranda verme hakkına sahip sanılmaktadır. Bu sebeple, siyasal ve toplumsal erki Allah’ın yanında ikinci bir ilah kabul etmeyenler, yardakçıların gözlerinden düşmektedirler.
Bir itham olarak dillendirilen, “Ülkenin/rejimin bütün nimetlerinden yararlanma” söylemi, tıpkı Firavun’un onu kendi evinde, kendi ‘nimetleri’ ile beslemiş olmasını Musa’nın başına kakmasını andırmaktadır. (26/Şuara, 18). Ahmak Firavun, Musa’nın, onun bu ahlaksızca baş kakıncının altında ezileceğini, sus-pus olacağını sanıyordu belli ki. Musa’nın şu cevabı tokat gibi suratına yapıştıracağını hesap edememişti:
“O nimet diye başıma kaktığın ise, İsrailoğullarını kendine kul köle yapmandır!” (26/Şuara, 22).
İşte gerçek bundan ibarettir. Çağın Firavunî rejimleri, para, makam-mevki ve sair iktidar nimetleri ile satın alamadıkları müminleri, -tıpkı seleflerinin Musa’ya yaptıkları gibi- güya küçük düşürmek istemektedirler. Daha dün, tıpkı Firavun gibi insanları köleleştiren rejimleri eleştiren, iktidar leviathan’ının yeni kiracıları, bugün kendileri aynen Firavun gibi düşünebilmektedirler. Ülkenin ekmeğini, suyunu ve nimetlerini Allah değil de, sanki iktidarın yeni işleticileri veriyormuş gibi konuşmaktadırlar. Değişimin/dönüşümün bu kadar seri olanı doğrusu insanı ürkütmektedir.
Hâlbuki, tağutî iktidarlar, insanlara nimet dağıtmak şöyle dursun, Allah’a ait olan nimetleri gasp etmiş olup, halkını, iktidar nimetine yakın olanlar ve uzak olanlar diye sınıflara ayırmaktadırlar.
Müminlerin, tağutî iktidarlardan nimet (zillet) dilenme gibi bir davaları olamaz. Mü’minler, Allah’a ait olan uluhiyet, rububiyet ve hâkimiyet hakkını tamamen Allah’a tahsis etme davasından başka hiçbir davanın sahibi değildirler ve olmayacaklardır.