Komploculuğu sevmiyorum. Her şeyi komplo ile izah etmek, ‘her şey’den anlamamanın da belki göstergesidir. Dünyada ve Türkiye’de olan biteni, siyasetin kendi usulü dairesinde anlama çabası da komploculuk olarak görülmemelidir.
Türkiye’de, 21 Mart Nevruz günü Diyarbakır’da çok ileri bir aşamaya gelinen ‘Kürt sorunu’ çözüm süreci ile İsrail’in, 31 Mayıs 2010 günü Mavi Marmara gemisine yaptığı baskın ve dokuz Türk’ü öldürmesinden dolayı özür dilemesinin aynı günlere denk gelmesine dikkat çekmek “komplo teorisi” olarak adlandırılabilir mi? İki hadise arasında hiçbir alaka yoktur deyip, yolumuza devam mı etmeliyiz?…
İsrail’i, Türkiye’den özür dileyecek noktaya getiren şartları ve gerekçeleri doğru tespit etmek gerekir. Bu süreçte AKP hükümeti ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın rolü inkâr edilemez. Lakin olayları tahlil ederken, herkese “aşk olsun” dağıtan bazı aklı karışıkların düştükleri akıl tutulmasından da kaçınmak gerekir.
İsrail hükümeti, tazminat ödemek, bizzat özür (apology) sözcüğünü kullanarak özür dilemek ve Gazze ablukasının kaldırılmasından oluşan üç şartı neden kabul etti? Bunun bazı somut gerekçeleri olmalıdır ve de vardır.
Birincisi, Suriye faktörüdür. İsrail’in özür dilemeye razı olmasında en büyük payın ABD’ne ait olduğunda kuşku yoktur. Öyle zannediyorum ki Netanyahu’nun, Obama’nın sağdıçlığında T. Erdoğan’a ‘alo’ demesi, Beşşar Esed’in gidici olduğunun da habercisi; Türkiye’nin Suriye politikasının da tasdikidir. İran’ın özür dilemeye verdiği tepkiden de bunu anlamak mümkündür. Esed gözden yeni çıkartılmadı. Fakat asıl mesele, ondan sonraki Suriye’dir. Esed sonrası Suriye İsrail’i doğrudan alakadar etmektedir. İran, sadece Cumhurbaşkanı tarafından değil, devletin en üst mercii (Hamaney) ağzından, İsrail’i haritadan silme sözünü telaffuz etmektedir. Bu, sıradan bir olay değildir. Beşşar Esed’den sonra Suriye’ye kimlerin vaziyet edeceği kuşkusuz AB ülkelerinin, ABD’nin, İsrail’in ve ABD’nin kuklası bölge ülkelerinin en büyük kaygılarıdır. Bunun için şimdiden gerekli önlemlerin alınmak istendiğinden hiç kimse kuşku duymaz. Yeni satranç tahtasının başında en usta oyuncular kümelenmiş durumdadırlar. Dünya siyasetine yön verenlerin Suriye’de ‘radikal’ unsurların işbaşına gelmesini behemehâl engellemek isteyecekleri açıktır. Hoş, Mısır’ın Mursi’sinden daha ‘radikal’ başkan adayları bulacakları da şüpheli ya, yine de egemenler, en küçük bir ihtimali dahi değerlendirip, korkularından emin olmayı isteyeceklerdir.
Nitekim İsrail Başbakanı, Türkiye’den niçin özür dilediğini açıklarken, Suriye’deki kimyasal silahların radikal unsurların eline geçmesinden duydukları endişeyi açıkça dile getirmiştir.
Bu durumda İsrail’in, Türkiye’nin ona olandan kat kat fazla Türkiye’ye olan ihtiyacı daha da artmış, büyümüş ve aciliyet kazanmıştır. Türkiyesiz bir İsrail’in Ortadoğu’da barınması imkansıza yakındır. Meseleye bu açıdan bakıldığında İsrail’in Türkiye’den özür dilemesine değil, dilememesine şaşmak gerekirdi.
İkincisi, Türkiye’nin GOP (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi)’ndeki rolü es geçilmemelidir. ‘Arap Baharı’ ülkelerindeki değişim hareketlerinin, İran Devrimi ya da İhvan’ın Seyyid Kutub çizgisinde bir ‘arıza’ya yol açmadan kazasız-belasız rayına oturtulmasında Türkiye’nin rolünü kim inkâr edebilir? Türkiye’nin bu büyük oyundaki önemi bitmemiş, bilakis artarak devam etmektedir.
İsrail, ABD’nin kalfalık-ustalık dönemindeki başkanı Obama liderliğinde Türkiye’den özür diledi. Bölgede güçlü demokratik bir Türkiye’nin önemini en iyi ABD bilir. İsrail’in Türkiye’den özür dilemeyi uzatması, ikisi de vazgeçilmez müttefiki olan ABD nezdinde tatsızlık oluşturuyordu. Bu tatsızlığı gidermek de Obama’nın işiydi.
Dünya tabi ki eski dünya değil. İsrail’in artık bölgede, hiç kimseye hesap vermeyen bir terör devleti görüntüsünden çıkıp, komşularıyla iyi geçinen, özür dileyebilen terbiyeli bir bölge ülkesi görüntüsünü vermesi, hem kendi siyasî geleceği, hem de ABD ve Avrupa ülkelerinin prestijleri açısından elzemdir.
Türkiye’nin bu misyonuyla bağlantılı olarak ve ‘üçüncü’ diyeceğim faktör şudur: kanaatim odur ki, 22 Mart 2013 günü, R. Tayyip Erdoğan’ın -Cumhurbaşkanlığında sorun yok da,- Başkanlığı ABD ve İsrail’den onay almıştır.
***
Türkiye’yi 30 yıldır çok ciddi şekilde rahatsız eden, topluma mal edilmiş dille ‘Kürt sorunu’nun çözüm sürecinde bugüne kadarki en önemli adımın atıldığı, Abdullah Öcalan’ın mektubunun okunduğu 21 Mart Nevruz töreninden verilen ‘olağanüstü’ mesajla İsrail’in özür dilemesinin peş peşe gelmesi tesadüf müydü? Sanmıyorum.
Eğer PKK terörü, Türkiye’nin batılı dostlarıyla ve İsrail’le hiç alakası olmayan, kendi toprakları içinde türemiş, tamamen kendi dinamikleriyle var olan ve mücadele yürüten bir örgüt işi değil idiyse, şu anda ‘çözüm süreci’ denilen sürecin bir yerlerinde de aynı ‘dostların’ parmağı bulunması gerekir.
‘Akan kanın durması’ için yapılan girişimleri küçümsüyor değilim. Bilakis ‘akan kan duracak/durmalı’ diye seviniyorum. İnsanların bu şekilde birbirlerinin boynunu vurmalarını Dinimiz İslam kesinkes yasaklar. Allah’ın elçisi Muhammed (sav)’in, vefatından az önce Arafat’tan bütün dünya Müslümanlarına son seslenişi de bu doğrultudaydı.
Kürt ve Türk halkı arasında böyle anlamsız, Kitabımız’ın kavliyle ‘cahilî’ bir kavga olamaz, olmamalıdır. İşin aslına bakarsak, ‘Kürt ve Türk halkı’ gibi telaffuzlar bile bizi üzmelidir. Türklüğün de, Kürtlüğün de önemi yoktur. Bu konuda Kürt kardeşlerimizin “ama…” diye başlayan ve ileri sürecekleri yığınlarca gerekçeyi de biliyorum. Ama benim de ‘ama’ ile başlayıp sıralayacağım yığınlarca gerekçem vardır. Bu gerekçelerin başında tevhid akidesi gelmektedir. “Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık” buyurarak, etnik kökene yüklenen bütün anlamları sıfırlayan, onun yerine, bize sadece ‘Müslim’ adını yakıştıran, en büyük anlamı ‘takva’ya yükleyen Allah, bizleri her türlü cahiliye törelerinden sakındırmaktadır.
Biliyorum, şu anda, “tevhid akidesi” eksenli söylemler bazı yerlerde hiç para etmemektedir. Zaten ben de, ‘para’ etmesi için söylüyor değilim. Kimi Müslümanlar, “İslam kardeşliği…” diye başladığınız cümlelerinizi zınk diye kesmekte, “bırak şu kardeşlik laflarını!” diyebilmektedir. Maalesef, İslam kardeşliği söyleminin, ‘Kürt sorunu’ olarak adlandırılan bu büyük yaraya asla merhem olamayacağına, kıbleye yönelen, Allah için salatı ikame eden insanların inandığı bir merhaleye geldik.
Bunun yanında, bu soruna, nevruz gibi profan bir bayramın kutlandığı ve milyon kişiyi buluşturmakla övünülen alanlardan yükselen sesler çözüm olabilmektedir! Aklıma geliyor; acaba bölgenin, ismine daha fazla aşina olduğu İbrahim Peygamber o ‘bayram’ gününde bulunsaydı tavrı nice olurdu?
Aslında tarih tekerrür etmektedir. Yüz yıl kadar önce bu topraklar üzerinde ‘Türk’ ismi çerçevesinde nasıl bir operasyon yapıldıysa, şimdi de onun bir benzeri (belki de devamı) ‘Kürt’ adı çerçevesinde yürütülmektedir. Yüz yıl önce yürütülen operasyonun farkına o günkü Müslümanlar niçin varamadı sorusu, bugün olanlara bakınca bende cevabını daha iyi bulmaktadır. Çünkü İslam’la herhangi bir alakasını bilmediğimiz bir kişinin adım adım nasıl da Müslüman Kürt halkının lideri haline getirildiğini ibretle izlemekteyiz. 21 Mart günü söz konusu liderin okuduğu, on yıllar önce bir camide Türkçe versiyonu okunmuş olan ‘Diyarbakır hutbesi’ büyük bir huşu doğurmuş vaziyettedir.
Hasılı, demokratikleşmenin aksayan ‘Kürdî’ tarafı da itina ile ve pek çok kanadın etkisi-katkısı ile yürütülmektedir.
İşte böyle bir vasatta Öcalan’ın mektubu ile İsrail’in özür dilemesi, AKP hükümetine büyük bir güç kattı. Türkiye’nin bölgede artan etkisini gösterdi. Toplum nazarında büyük bir bayram havası yaşattı. Ama bir şey daha oldu: Türkiye’de, İslam’ın her geçen gün daha da sivilleştirildiği bir demokratikleşme güçlendi.