Türkiye’de yakın dönem düşünce tarihi ve İslamcılık çalışmaları denilince literatürde ilk elden okunması gereken kitapların yazarıdır Prof. Dr. İsmail Kara. İlk cildinin yayımlanmasından tam 25 yıl sonra hocanın İslâmcıların Siyasi Görüşleri-2 kitabı Dergâh Yayınları etiketiyle okurlarını selamladı. Derin Tarih dergisi bu vesileyle kitap üzerine keyifli bir söyleşi yapmış İsmail Kara ile. Derin Tarih dergisinin 2020 Ocak sayısında “İslamcıların Siyasi Görüşleri Üzerine” başlığıyla yayımlanan söyleşiyi alıntılıyoruz.
*
İslâmcıların Siyasi Görüşleri kitabınızın ilk cildi 1994 yılında yayınlanmış. Ayrıca o siyaset bilimi dalında doktora tezinizdi. Kasım ayında bu kitabın ikinci cildi çıktı. Hem sevindirici hem şaşırtıcı… Doktora tezinin yayınlanmamış ikinci cildi olur mu?
Güzel bir yerden başladınız. Sorunuz da yerinde. Şöyle özetleyeyim: Ben yüksek tahsilimi 1977 yılında bitirdim. Fakat Dergâh Yayınları’ndaki yoğun çalışmalarımızdan fırsat bulamadığım için talebelik yıllarından beri düşündüğüm ve hazırlandığım akademik çalışmalara resmen başlayamamıştım. 10 yıl resmen başlayamadım ama üniversitedeymişim gibi çalışmalarımı sürdürdüm. 1987 yılında bir ara bulup doktoraya başladığım zaman Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi kitabımın iki hacimli cildi yayınlanmıştı. Çalışmakta olduğum ve çalışacağım birçok konu vardı kafamda. Birkaç tanesini hocalarla konuştum, siyaset bilimi dalında tez yazacağım için II. Meşrutiyet’in ilk yıllarıyla sınırlı olarak İslâmcıların siyasi görüşlerinde karar kıldık. Hem kronolojik hem de tematik açıdan çok geniş bir bahisti bu. Hocalar sınırlandırmayı bana bırakmışlardı. Tez için bir sınırlandırma yaptım, işte o şimdi birinci cilt olan kısımdır. Fakat zaten sürmekte olan okuma ve fişlemelerimi en geniş çerçevede yapıyordum. Tezde kullandıklarım İslâmcıların siyasi görüşleri etrafındaki fişlerimin muhtemelen dörtte birine tekabül ediyordu.
Bilgisayar yok değil mi o zaman?
Yeni yeni tedavüle girmişti ama ben 1995 yılında bilgisayar kullanmaya başladım. Ondan önce klasik usulde fiş tutuyorduk, metinleri elle yazıp daktiloya çekiyorduk. Hüseyin Kâzım Kadri’nin yazma bir metnine eğildiğim yüksek lisans tezim daktilo ile yazılmıştır. Ziya Gökalp’in Tenkidi adıyla basılan kitap o tezin gözden geçirilmiş halidir. Doktora tezimin bilgisayar dizgisine verdiğim esas nüshası da kurşun kalemle kareli büyük kâğıtlara elyazısıyla yazılmış güzel bir nüshadır. Latife yapmak caizse yazma sayılır diyeceğim, onun için itina ile saklanmaktadır.
İkinci cildi yazarken bazan gittiğim yerde çalışmak için fişlerin bir kısmını çantamda gezdiriyordum. Bazı genç akademisyen arkadaşlara ve talebelerime de gösterdim. Arşivlik tarihi bir malzeme gibi hevesle ve biraz da hayretle bu fişlere baktılar, fotoğraflarını çekmek için benden izin istediler.
Bir de üçüncü cilt olacak herhalde…
Niyetim var, büyük ölçüde onun fişleri de hazır. Eski planıma göre üçüncü ciltte “İttihad-ı İslâm”, “Milliyetçilik ve Cihad” bölümleri ve meseleleri yer alacak. Milliyetçilik bölümünü Babanzâde Ahmet Naim Beyin İslâmda Dava-yı Kavmiyet kitabı üzerinden büyük ölçüde yazdım sayılır. Sonra vaktimiz kalır, sıhhatimiz de müsait olursa bu üç cildi tekrar gözden geçirip tahkim ederek, genişleterek tek cilt haline getireceğim.
Kitabın uzun bir “Giriş” metni var, 100 küsur sayfa… Burada çağdaş İslâm siyasi düşüncesinin imkânlarını, arayışlarını ve problemlerini değerlendiriyorsunuz. Tenkitleriniz de var. Bunları biraz konuşalım istiyoruz. Meselâ İslâm devleti fikri…
Bu mühim bir bahis. İslâm devleti tamlaması hilafetin kaldırılması aşamasında ortaya çıkan bir tamlama. Bilinen, farkında olunan bir şey olmadığı için bunu ısrarla hatırlatmak lazım. Hz. Peygamber’in vefatından itibaren var olan, Emevilerle birlikte önemli bir değişiklik geçirmekle birlikte devam eden hilafet ve adalet merkezli bir siyaset düşüncesi, onun uygulaması, kurumları, üslubu ve literatürü köklü bir değişikliğe uğruyor. Hilafet-saltanat sistemi çekilirken bir tür milli devlet tecrübesi olan –kasden ulus devlet demiyorum, çünkü bence İslâm dünyasında batılı mânada ulus devlet yoktur- İslâm devleti fikri ortaya çıkıyor. Bir başka şekilde söylersek böylece İslâm tarihinde ilk defa Müslüman coğrafyanın ve beldelerin siyasi yapıları bir üst siyasi çatıdan mahrum kalıyor. Buna köklü tarihi dayanakları da olan üst bir siyasi fikirden mahrum kalmak da diyebiliriz. İslâm devleti fikri ile ilgili ilk ifadeler Efgani’de olmakla beraber ilk metinler Reşid Rıza’nın ve Seyyid Bey’in metinleridir. 1923 yılında yazılıyor bu metinler. Bir defa bunu görmek lazım.
İkincisi İslâm devleti fikri hilafet-saltanat sisteminin değil ama meşrutiyet fikirlerinin ve uygulamalarının beklenebilir bir devamı ve uzantısıdır. Meşrutiyet rejimi hilafet-saltanatla uyum arayan bir siyasi sistem olmakla beraber meclis ve anayasa üzerinden halife-padişahın hak ve yetkilerini daraltmayı, mümkünse onu siyasi iktidardan yoksun manevi bir kurum-kişi haline getirmeyi hedefleyen yeni bir rejimdir ve Kur’an ve sünnetle temellendirilmesinden bağımsız olarak esas itibariyle “milli” İslâm devleti fikrine, İslâm cumhuriyetine, İslâm demokrasisine doğru akar.
Arada bir de İslâm radikalizmi var değil mi? Daha doğrusu radikalizmin siyasi yönü…
Devletle problemli olan veya öyle gözüken İslâm radikalizmi ilk bakışta bu çizginin dışında, buna karşı gibi gözükebilir. Bu hissi bir tesbit ve kanaattır ve yanıltıcıdır. Aslında İslâm radikalizmi İslâm devleti fikrinin ve kademesinin uzantılarından biridir. Kronolojik olarak Meşrutiyetten sonra gelen İslâm devleti kademesi bir taraftan İslâm demokrasisine, İslâm cumhuriyetine doğru açılırken diğer taraftan da İslâm radikalizmine kaynaklık eder. Varsa karşıtlık aşağıdadır, yukarıda değil. Bir başka şekilde söylersek çağdaş İslâm siyasi düşüncesinin türevlerinden biri olan İslâm radikalizminin siyasi yorumunun esas itibariyle hilafetle, İslâm tarihi tecrübesi ile, klasik İslâm siyasi düşüncesi ve geleneğiyle kuvvetli bir ilişkisi yoktur, varsa eğer o da söylem ve slogan düzeyindedir, tarihsiz ve derinliksizdir.
Siz saltanat kelimesini de rahatlıkla hatta belki vurgulu bir şekilde kullanıyorsunuz. Halbuki bilebildiğimiz kadarıyla çağdaş İslâm siyasi düşüncesi metinleri ve yazarları bu kelimeyi pek sevmez. Öyle değil mi?
Tesbitiniz doğru ama bu bir uyarılmışlığın veya bakışaçısı değiştirmenin neticesidir. Şuna dikkat çekiyorum: İdeolojik metinlerin değil de düşünce tarihi metinlerinin, akademik araştırmaların, neredeyse istisnası olmayacak bir şekilde saltanatı hanedan sistemine, iktidarın babadan oğula geçmesine ve Cumhuriyet ideolojisinin yerleştirdiği şekilde saray ve harem hayatına, ihtişam ve debdebeye, israfa indirgemesi zihni bir daralmaya işaret eder ve en azından eksiktir. Bu dar bakışaçısı İslâm siyasi düşüncesini derinliğine ve bir bütünlük içinde kavrayamaz bence. Saltanat esas itibariyle otorite, siyasi otorite ve hakimiyet demektir. Sulta, sultan kelimesiyle aynı köktendir, anlamları da çok yakındır. Osmanlıca metinlerde Allah’ın hakimiyeti ve mutlak tasarrufu mânasına “saltanat-ı ilâhiye” terkibi bile kullanılıyor. İktidarın babadan oğula geçmesi yahut bir hanedan içinde kalması saltanata ilişmiş ek bir anlamdır. Milli egemenliğe doğru gidecek olan yeni hakimiyet anlayışları, meşrutiyet ve İslâm devleti fikirleri hilafet-saltanat sistemini zayıflatmak için saltanat kelime-kavramını da dar anlamına doğru itecek, buraya mahkum edecektir. Yapılmak istenen esas şey adeta istibdatla eşitlenen yeni saltanat vurgusu ve yorumu üzerinden halifeyi, hilafeti siyasi otoriteden mahrum bırakmak, bu alanı meclise, yeni bürokrasiye, bir miktar da halka devretmektir. Hilafetin saltanattan ayrılması meselesi bir tarafıyla bununla alakalıdır veya bunun beklenebilir bir devamıdır. Bildiğiniz gibi bu kanun 1922 yılında Birinci Meclis’ten ittifakla geçmiştir, halbuki saltanatı olmayan bir hilafet araçsallaştırılmış bir makam olmaktan öte bir şey olamazdı, nitekim de olmamıştır. Hilafetle saltanatın ayrılmasına karşı çıkmayanların –ki içlerinde ilim ve irfan sahibi birçok âlim ve şeyh vardır- hilafetin kaldırılmasına karşı çıkmalarını nasıl anlamak lazım acaba?
Bu meseleleri anlatırken uyarıcı olsun diye talebeye veya dinleyiciye hulefa-yı raşidinin, ilk dört halifenin siyasi otoritesi, sultası, saltanatı yok mu idi diye sorarım. Okuyuculara da sormuş olalım.
Uzun Giriş’in sonunda hilafeti üzerinde yeniden düşünülmesi gereken bir imkân olarak gündeme getiriyorsunuz. Niçin veya nasıl?
Hilafetle ilgili en geniş yayını yapmış biri olarak buna hakkım yok mu? Latifeyi bir tarafa bırakırsak bu mesele İslâm siyasi düşüncesi yoluna nasıl devam edecek, imkânları ve problemleri hatta açmazları neler, “milli” İslâm devletleri mevcut halleriyle Müslümanların dini-siyasi ihtiyaçlarına cevap verebilir mi, onları temsil edebilir mi sorularıyla doğrudan alakalıdır. Bugün istisnaları bir tarafa bırakırsak İslâm siyasi düşüncesinin ve Müslüman aydınların mevcut İslâm devletlerinden, İslâm demokrasisinden ve bir miktar da yeni dini milliyetçilik olarak yorumlayabileceğimiz ümmetçilikten ötede bir ufku ve meselesi yok gibi gözüküyor. Bu sınırlılık bence İslâm dünyasını taşıyamaz ve problemlerini çözemez. Onun için “milli” İslâm devletlerinin üzerinde bir üst çatı arayışı hem fikren hem de fiilen olmalıdır, olacaktır, bence kaçınılmaz olarak olacaktır. Bakınız bugün çok zayıflayan, belki baştan da zayıf hatta uyarılmış olan İslâm İşbirliği Teşkilatı yahut İslâm Ortak Pazarı başlıklarını bile üst çatı arayışının dünkü uzantıları olarak görmek mümkün.
Nasıl olacak peki?
Tahmin edersiniz ki bu büyük ve uzun bir soru. Bugün peşinde olunacak hilafet fikri bence 1924’te tükenen Osmanlı hilafetini çağırmak yahut Hizbu’t-Tahrir hareketinde, nisbeten Mevdudi’de olduğu gibi tarihsiz bir hilafet davetinde bulunmakla yetinemez. Bunlar büyük ölçüde hissi ve sloganik davetlerdir ve Müslümanların hissiyatını canlı tutmak düzeyinde anlamlı olabilirler. Bu mesele üzerinde yeniden düşünürken iki ayak mutlaka olmalıdır: Biri modernleşme dönemindeki tartışmalar dahil İslâm tarih tecrübesini hilafet açısından bir bütün olarak ele almak, ayrıca paralel olarak farklı ilim dallarına ve önceliklere göre yazılmış geniş İslâm siyaset literatürünü ciddiye alarak yeniden harmanlamak. İkincisi de bugünün şartları ve realitelerini hesaba katmak; İslâm ülkelerinin durumu, entelektüel birikimi ve dünyanın gidişi, siyaset, devlet ve hükümet fikirlerinin, üst siyasi birlik arama çabalarının tabiatı ve imkânları konuları üzerine yoğunlaşmak.
Neredeyse eşzamanlı olarak yayınlanan ve Türkçeye de tercüme edilen iki kitap var; birinin adı Hilafeti Hatırlamak, diğerininki İmkânsız Devlet. İsimleri de anlamlı ama başlıkları kadar bir probleme ve tedirginliğe, bir arayışa işaret ettiklerinde de şüphe yok.
İkinci cildin ana bölümleri Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet. Siz her şeyden önce İslâm siyasi düşüncesinin kavram hiyerarşilerinin ve tariflerinin modern dönemde ciddi ölçüde değiştiğinden, farklılaştığından bahsediyorsunuz…
Şöyle: Düşünce ve ilim tarihi çalışmaları kavramların tariflerinde ve hiyerarşilerindeki değişmelere, farklılaşmalara eğilmeden işini iyi ve vasıflı bir şekilde yapamaz. Meselâ benim kurduğum cümlelerden biri şu: İslâm siyasi düşüncesi adalet merkezli bir düşünce iken modern dönemde meşveret merkezli bir düşünceye dönüşüyor. Niçin? Meşrutiyet, cumhuriyet, demokrasi, İslâm devleti fikirlerini meşveret-şura üzerinden kurabiliyorsunuz. Uzaktan bakarsanız hem adalet hem de meşveret İslâmın ilk dönemlerinden bugüne kadar var. Var ama nasıl var? Sıra düzeni, ağırlığı, tarifi ve muhtevası da aynı mı yahut yerinde mi diye sormanız lazım. Hürriyet kavramının yükselişi de adalet ve itaat gibi başat kavramlar üzerinde böyle bir etki yapıyor. Muhalefet itaatın önüne geçiyor meselâ. Halbuki itaat Allah’a, Peygamber’e itaatla da irtibatlı olarak çok kuvvetli ve üst seviyede bir kavram. Bir ucunda da ulülemre, ana-babaya, hocaya, -hadi onu da söyleyelim- kocaya itaat var. “İtaat kültürü”, “biat kültürü” bugün dindar, İslâmcı eğitimli insanların dilinde de olumsuz ifadelerdir. Bu büyük değişiklikler nasıl, hangi sebepler ve icbarlarla ortaya çıkıp gelişiyor, ardından bir zihniyet dünyasını değiştirip dönüştürüyor? Hükümlerimizde farklı neticelere varabiliriz ama süreci soğukkanlılıkla ve derinliğine takip edebilmemiz gerekiyor.
Bir şey daha var; eğitimli insanlarda, Müslüman âlim ve aydınların kafasında bu ciddi altüst oluşlar, değişimler yaşanırken Müslüman halkta eski kodlar varlıklarını kuvvetli bir şekilde sürdürüyor. Yeni Müslüman aydınlarla, İslâmcılarla Müslüman halkın arasında din anlayışı, din-siyaset ilişkilerinin ana mantığı çerçevesinde kuvvetli ve derin mesafeler oluşuyor. Bugün de var. Bunların hepsiyle ciddiyetle ve derinliğine uğraşmak lazım.
Siz biraz İslâmcıların da üst tartışmalar yapmadığını düşünüyorsunuz değil mi?
Evet. Birkaç hususu öne çıkararak bunu söylüyorum. Biri İslâm tarih tecrübesini ve İslâm ilim, kültür ve sanat mirasını yeni şartlarda üst düzeyde ve kademeler gözeterek yeniden ele alıp yorumlamakta büyük bir başarı gösteremediler kanaatimce. İstisnalar hariç felsefi tahlil çok sınırlı, kaynaklara dönüş düşüncesiyle irtibatlı olarak İslâm ilim ve kültür mirası içinde kesintisiz gidip gelme fikri ve başarısı zayıf. İkincisi aktüel olanın, uyum arayışının her şeyi kuşatacak kadar öne çıkması ile üst tartışma yaparsak dağılma ve çözülme artar, devlet ve iktidar elden gider kanaatı bütün düşünme biçimlerini ve metinleri kontrol altına alıyor gibi gözüküyor. Modern dünyayı, bir şekilde irtibata geçmeyi düşündükleri batıyı, siyasi düşünce dahil modern batı düşüncesini ele alıp değerlendirme tarzlarında da yetersizlikler, boşluklar var. Bu ana çizgiler İslâmcılarla sınırlı kalmayacak genişlikte bugüne kadar geliyor ve üst seviyede veya kademeli tartışmaları, müzakereleri engelliyor, dar ve alt düzeyde bir düşünme ve davranma tarzını kuvvetlendiriyor. Aynı zamanda slogan düzeyinde sert muhalefet hareketlerini de tahkim ediyor, besliyor.
Bir de laiklik ve sekülerlik meselesi var. Şeriat talebi de olan İslâmcılık, İslâmcı siyasi düşünce nasıl laikliğe ve sekülerliğe yakınlaşabilir, yol verebilir? Burada bir çelişki yok mu?
Bu da zor ve anlaşılması gereken bir mesele. Önce şunu tekrarlayalım: İslâmcılık bütün tarihi boyunca bir muhalefet fikri ve hareketi olduğu kadar bir uyum fikri ve hareketidir de. Bazan biri bazan öbürü öne çıkar ama yapısal olarak ikisi birliktedir. Başından itibaren uyum hattının laikliğe ve sekülerliğe açıldığını hatta muhalefet hattının mantığını ve dilini de değiştirdiğini söyleyebiliriz. Onun için soruyoruz: “Anayasamız Kur’an’dır” sloganı dinî bir ifade midir yoksa laik bir ifade mi? Bir imkân mı yoksa zor bir problem mi? Aynı zamanda bir muhalefet bayrağı olan bu slogan hilafete, şeriata doğru mu akıyor yoksa meşrutiyete, cumhuriyete, demokrasiye, kanuna doğru mu? Her iki tarafa bakan yönleri var demek herhalde en doğrusu. Laik düşünceye doğru hareket etmeden Müslümanlarla gayrımüslimleri eşit ve kardeş yapabilir misiniz? İslâmcıların müsavat ve uhuvvet kavramlarını yorumları, gayrımüslimlerin meşveret kavramı içine dahil edilmesi de bu istikamete doğru akıyor. Kitapta bununla ilgili çokça örnek ve problem üzerinde duruyorum.
Şimdi sırada hangi kitaplarınız var, meraklı okuyucularınız en erken hangilerine kavuşacak? Bu soru ile bitirelim isterseniz…
Kitapların da bizim gibi bir kaderi var diyerek başlayalım bu sorunun cevabına. 2015 baharında emekli olduktan sonra her yayın yılında senelerdir üzerinde çalıştığım bir akademik kitapla bir deneme ve hatırat kitabını bitirmeye çalışıyorum. Araya bazan talebelerimle birlikte hazırladığım metin neşirleri ve derlemeler giriyor, girecek. Bir hoca olarak talebelerimle, meslektaşlarımla ortak çalışma yapmayı da önemsiyorum.
Bu yayın yılının akademik kitabı bu kitapla çıkmış oldu. Şimdi bir portreler ve hatırat metni olan Sözü Dilde Hayali Gözde kitabının ikinci cildi ile uğraşmaya başlayacağım kısmetse. Adı farklı olacak tabii. Yüzde altmışı hazır sayılır kitabın, hem önce yazdığım ve yayınlanmış uzun portre-hatırat metinlerini bilgi ve üslup itibariyle bir üst seviyeye çıkaracağım hem de tamamlayamadığım veya başlangıç aşamasında duran portre dosyalarını yazıp bitireceğim. İlk cilt kadar güzel bir kitap olacak diye umuyorum. Sonra yürümekte olan bir akademik kitap dosyasına yoğunlaşacağım inşaallah. Bana terettüp eden bir vazife de var; üniversitelerde ders olarak okutulan Çağdaş Türk Düşüncesi-Çağdaş İslâm Düşüncesi için bir ders kitabı yazmak… Bakarsınız onu öne alırız veya kendisi öne geçer…
Dünya Bizim