İslami mücadele öncelikle insanın kendisiyle mücadelesinden başlar. Eğer insan kendi zihnini doğru bir şekilde inşa edemezse hakikate ulaşma çabası içerisinde doğru kaynaklara ne kadar ulaşmış olursa olsun doğru sonuçlar üretemeyecektir. Doğru çalışmayan akıl insanı dualizme teslim edecektir. İnsan parçalanacak ve parçalanmış haliyle bütünlükten yoksun bir şekilde olayları ve hakikati değerlendirecektir. İşte bu yüzdendir ki insan önce kendinden başlayan bir hareketle yol almalıdır.
İnsan öncelikle varlık sebebini bilmelidir. Kuşkusuz her insan vahyin tanımlamasına göre alemlerin rabbine kulluk etmek üzere yaratılmıştır. İşte insanın varlık sebebinin en başına yerleştirilmiş ve bütün insan türü için geçerli olan bu ilke her insanda farklı işlemektedir. Yani her insanın kulluk süreci ve biçimi aynı olmamaktadır. İnsanların kimi kulluğunu bedeniyle, kimi kazancıyla, kimi zihinsel aktiviteleriyle kimisi de sanatsal özellikleriyle yani estetikle yerine getirmektedir. Bir vücudun azalarını aklımıza getirelim. Kalbin fonksiyonu ile akciğerin fonksiyonu farklı farklıdır. Kalp mi üstün akciğer mi üstün sorusu anlamsızdır. Çünkü her organ kendi sorumluluk alanında çalışmaktadır. Amaç vücudu yaşatabilmektir. Yani organların külli nüzul sebebi kişiyi yaşatabilmek cüzi nüzul sebebi ise kendi sorumluluklarını yerine getirebilmektir. İnsanın da külli ve cüzi olmak üzere nüzul sebebi vardır.
İnsan kendi nüzul sebebini bilmeden, yani kendini tanımadan kısacası “ben” olmadan “biz” olamaz. Çünkü “ben” olmayanda nitelik olmaz “biz” demesi ise yalnızca nicelikseldir ve “biz” demesi bir hayır getirmez. İslam “ben”i oluşturmaya öncelik verir. Ben buna karakter inşası diyorum. Eğer insanı Marks’ın tabiriyle alt yapı ve üst yapı olarak tanımlayacak olursak İslam’da alt yapıyı karakter üst yapıyı ibadet belirler. Karakteri olmayan hiç bir ibadet ibadet yerine geçmez. Kur’an’ın tabiriyle ıslık çalıp el çırpmak gibi anlamsız bir eylemler topluluğudur.
Bireyin kendisini tanıması için öncelikle okumayı öğrenmesi gerekiyor. Okumadan kastımız tek başına kitap okumak değildir. Kâinatı okumak, tabiatı okumak, insanı okumak, eşyanın hakikatini okumak da bir okuma türüdür. Okumayı becerebilen kimse hayret etmeyi öğrenir. Hayret ettikçe okumaya olan düşkünlüğü artar. Yağmurun yağması, çiçeğin açması, suyun kaynağından çıkarak akması, insanın duyması, görmesi, tutması, koşması, yürümesi, bir çiçeği koklayabilmesi ve kokuyu fark edebilmesi, dokunabilmesi, hissedebilmesi, sevebilmesi vs. hepsi insanı bir yaratıcıyla buluşturmaya yetecek hayret olaylardandır. Yaratıcısıyla buluşmuş bir insan kendisinin yaratılan olmasını fark etmesiyle birlikte, üzerine düşen sorumluluğu da fark edecektir. Evrenle ve onun içinde var olan her şeyle bir uyum içinde yaşaması gerektiğini görecek ve eşyayı doğru isimlendirmeye gayret edecektir. Çünkü her okuma, ona yaratıcısına karşı şükretme duygusu yükleyecektir. Araplar şükretme kavramını gündelik hayatta şöyle kullanırlarmış: Arap tavuğa yem verdikten sonra eğer tavuk yumurtlarsa tavuk şükretti derlermiş. Bu minvalde bireyin şükretmesi Allah’ın razı olacağı bir eylemi ortaya koymaktan geçer.
Birey öncelikle kendi varlığından sorumludur. Bilmelidir ki kendisinden dünyada yalnızca bir tane vardır ve bir tane daha olmayacaktır. Öyleyse yaratanı tarafından özel olarak yaratılmış ve ona özgü sorumluluklar yüklenmiştir. Bu sorumlulukları da ondan başkası yerine getiremez. Öyleyse birey varlığının ne anlama geldiğini sorgulamakla işe başlayacaktır. Yani yerkürede nereyi doldurmaktadır. Eğer “ben” olmazsam yerkürede ne eksik kalacaktır diye düşünmesi gerekmektedir. Eğer ölüm vaki olurda ölürsek biz evrende hangi boşluğu oluşturacağız diye düşünmemiz lazım. Kendini tanıma hali ayık bir şekilde gezme halidir. Kişi kendini tanımıyorsa sarhoş bir vaziyette geziyordur. Sarhoş gezenin ne ibadeti makbuldür ne de sözleri.
Allah’ın Kur’an’da bahsetmiş olduğu muttakiler, muhsinler, müminler vs. sıfatlar kendini tanıyan insanlara verilmiş bir ön ektir. Kendini tanımayan insanlar İsmet Özel’in tabiriyle “alışılmışın ortalamasını tutturarak” yaşamayı tercih edenlerdir. Gittikleri bir yol, savundukları bir dava yoktur. Kontrol edilebilir hazlarının peşindedirler. Her kılığa bürünebilir, kişisel hazları uğruna tüm dünyayı ateşe verebilirler. Kur’an bu tiplere münafık ve fasık ismini uygun görür. Kendini tanımayan bir insan kendi imkanlarının da farkında değildir. Çünkü ne olduğu noktasında bir fikri olmadığı gibi hangi imkana sahip olduğundan da haberi yoktur. Bundan dolayı sahip olduğu imkanları israf eden müsrif bir şahsiyete dönüşür. Hayata özne olarak devam etmek yerine nesne olarak devam eder. Allah’a verdiği sözleri unutur ve ahdine sadık kalmaz. Çünkü benliğini inşa edecek bir gayretin içinde değildir. Sürü psikolojisi içinde yaşar ve çobanının kendine seslenmesiyle talimatları yerine getiren silik bir şahsiyettir o. Düşünmez, akletmez… Allah’ın fıtratına yerleştirmiş olduğu donanımı kullanmaktan acizdir. İnsan Allah’ın kendisine emanet ettiği ve ona dönün diye çağrı yaptığı fıtratı geliştirmediğinde sabit bıraktığında dahi fıtrat bozulur ve kokuşmaya başlar. Onun içindir ki insan fıtratını sürekli geliştirmek ve estetik açıdan süslemek zorundadır. Bunu da ancak vahiyle yapabilir.
İnsanın mahiyeti yaratılışından önce gelir. Batılılar her ne kadar insanın mahiyeti yaratılışından sonra gelir dese de Kur’an bunu reddetmektedir. İnsanın mahiyetini kavrayabilmesi ve amacına ulaşabilmesi için Allah onun fıtratına iyi olan şeyleri nötr olarak vermiştir. Nötrdür çünkü onu artıya doğru yükseltmek bireyin gayretine kalmıştır. Eksiye doğru da götürmek yine bireyin gayretine kalmıştır işte insan olmak tam da budur. Herkes beşer doğar ama insan olmak bireyin eğilimleri ile gerçekleşebilecek bir hadisedir. Eğer kendini fark eder, okumalarını düzgün yapar ve hayreti artarsa mümin bir insan olma yolunda ilerler. Tam aksine kendini fark etmez, fark ettiği halde okumasını kötü yapar ve sorumluluğuna sahip çıkmazsa da küfreden bir insan olma yolunda ilerler.
Vahye genel olarak baktığımızda Tevrat olsun, İncil olsun, Kur’an olsun insana varlığını fark ettirme amacını gütmektedir. İnsana karakterli bir duruşu, fıtratına sahip çıkan bir bakış açısını kazandırma gayretindedir. İyi insan olmak, ilkeli insan olmak, karakterli insan olmak ama vahyin belirlediği iyiliğe sahip çıkarak bunları yapmayı öğütler. Yaratan rabbin adıyla yapılan bir okumada hakikati yalanlayan değil, hakikate teslim olan bir “ben” inşa olunur. Çıkarları için herkesle herkes gibi olan kişiliksiz bir insan olmak yerine, her daim duruşunu bozmayan ilkeli bir “ben” inşa olur. Kötülüğün ve ifsadın yayılması için propaganda yapan, halkın arasında yemin edip nutuklar atarak yalan söyleyen, güzel söz değil dedikodu üreten bir kişilik yerine hayrın önünü açan, hakikatin ortaya çıkmasına çaba gösteren ve insanlığı ıslah edecek bir “ben” inşa olur. Son derece kaba biçimsiz, saygısız, insanların hakkına riayet etmeyen ve sürekli kandan, zulümden, haksızlıktan nemalanan bir kişilik yerine son derece saygılı, insanların haklarına karşı duyarlı, empati yapabilen ve herkese ancak gücünün yettiği ölçüde sorumluluk veren ve yapamadığında onları anlayabilen, affedebilen bir “ben” inşa olur. Servetiyle ve adamlarının çokluğuyla caka satan, herkesi sermayesi altında köle yapma gayretinde olan ve meclisiyle, yasasıyla, polis ve asker gücüyle ve dahi yer altındaki kirli işler çeviren adamlarıyla insanlara korku salan ve onları korkuyla terbiye etme gayretinde olan bir insan ya da sistem yerine insanların kendilerini keşfetmesini sağlayarak onları fıtrat üzere donatan, servetin ve adamların yalnızca iyiliğe ve ıslaha adandığı bir “ben” inşa olur. Yaptığı iyilikleri başa kakmayan, kendi fıtrat elbisesini temizleme gayretinde olan bir “ben” inşa olur. İşte bu “ben” inşa olunmadığı sürece ibadetlerimiz de bir karakter kazanmayacaktır.
“Ben”i inşa eden şey vahiy olmalıdır. Oysa bugün “ben”i inşa eden şey vahiy olmaktan çıkmıştır. Mezhebim, meşrebim, cemaatim ve ideolojim “ben”i inşa etmektedir. Öyle olunca da giderek fıtratıma yabancılaşmaktayım. Fıtrata yabancılaştıkça yolumu kaybetmekte ve girdiğim karanlıklarda elimi değdiğim her şey benim yol haritam olmaktadır. İnsan girdiği bütün yolları her daim gözden geçirerek vahyin kendisine tarif edilen yolla aynı yol olup olmadığını samimiyetle ve bilgiyle ölçmek zorundadır. Bu değerlendirme de ne samimiyet tek başına yeterlidir ne de bilgi. Her ikisi mutlaka bir arada olmak zorundadır. Çünkü iman bilgiden sonra gelir. İman ise bilginin verdiği cesaretten dolayı samimiyetle taçlanır. Hanifi Özcan’ın dediği gibi iman; ilgi, şüphe, zan, inanç ve bilgiden sonra gelir. Bu beş aşamayı takip etmek ise ancak mahiyetinin farkında olan ve fıtratına sahip çıkan “ben”in yapabileceği şeydir.