Elbette küresel tağutlardan da onların işbirlikçileri olan yerel tağutlardan da müslüman olarak bir beklenti içinde değiliz ve olmayacağız. Lakin bize bu travmayı yaşatanları sürekli olarak aklayan ve bizi bu acınası duruma alıştıran ve bizi “normalleştiren” unsurları gözden geçirmemiz gerekmektedir. İslami mücadelenin tarihi seyrine bir yolculuk yaparak mevcut konumumuzu yeniden organize etmeliyiz diye düşünüyorum.
Kuşkusuz islami mücadele demek yaşanan onca haksızlıklara, düzenbazlıklara, zulümlere kimden gelirse gelsin tarihin her durağında vahyi merkeze alarak karşı çıkmak demektir. Allah’ın bize öğrettiğinden biliyoruz ki yalnızca Rabbin sözü adalet bakımından tastamamdır. Dolayısıyla İslamsız bir adalet devleti zırvaları bizim için asla ve kat’a mümkün olmayacak bir şeydir. Tevhid olmadan adaleti tesis etmek mümkün değildir. Zira Allah’ı birlemeyerek daha başında zulümle başlayan bir sistem adalet getiremez. Allah nasıl ki yaratmada tek ise, hükmetmede de, yasa koymada da tektir. Hiçbir yasa ve kanun ona rağmen oluşturulamaz eğer oluşturulursa bunun adı zulüm olur, küfür olur, şirk olur dolayısıyla adalet olmaz. İşte onun içindir ki İslam başta Allah’ın hakkına gaspla başlayan ve dolayısıyla tüm insanlığın hakkını gasp etmiş olan tüm beşeri ideolojilere ve onların yarattığı zulümlere karşı sağlıklı tek direniş hareketi olmak durumundadır. Onun içindir ki batılı entelektüeller İslam’ı batının karşısında durabilen yegane unsur olarak tanımlamakta ve İslam’la hayati bir kavgaya tutuşmaktadırlar.
Peki İslami mücadele sürecinde gelinen nokta neden olumsuza doğru kaymaktadır. Bunun başlıca iki nedeni vardır: Birincisi ilim noksanlığıdır diğeri ise alim bir duruşun eksikliğidir ki buna karakter sorunu da diyebiliriz. İlim noksanlığını kendi içinde parçalara ayırabiliriz. Bunlara sırasıyla değinecek olursak:
1- İslam’ı Doğru Bir Zeminde Anlama Sorunu
İslam Adem’le başlayan bir süreçtir. Doğal olarak İslami mücadele de Adem’le birlikte başlamıştır. İman eden insanın iblis ve dostlarına karşı mücadelesi Allah’ın Adem’e ve onun oğullarına öğrettiği kelimeler sayesinde olmuştur. İşte bu kelimeler insanlara kılavuzluk etmiş ve onları ateş çukurunun etrafından kurtararak cennete dahil etmiştir. Tüm resullerin ve onlara tabi olanların mücadelesi de yine kendilerine gönderilen vahiyle olmuştur. Son Nebi olan resul de yine aynı sünnetullaha tabi olarak mücadelesini vermiştir. Öyleyse ayırdına varmamız gereken en önemli konu İslami mücadeleyi hangi zeminde yapmamız gerekliliğidir.
Seyyid Kutub’un dediği gibi; “bu din nasıl Rabbani bir din ise metodu da Rabbani olmak zorundadır.” Gelenek, kültür, anane bunların hepsi vahyin süzgecinden geçtikten sonra kabulü veya reddi mümkün olan şeyler olmak zorundadır. İslam’ın kendisine düşman olarak tanımladığı şey insanları Allah’a kulluk etmenin önüne geçen her türlü sistemin kendisidir. Kur’an’daki resullerin mücadelesine baktığımızda İslam direkt olarak küfrün merkezini hedef alır ve oraya belli tarifler vererek mücadele alanında safları netleştirir. O tanımlardan bazıları şöyle sıralanır: Tağutlar, Fasıklar, Küfredenler, Zalimler, Müşrikler, Şeytan ve Dostları… İnananlara ise: Müminler, Müslimler, Takva Sahipleri, Allah’ın Taraftarları…
Mücadelenin en önemli olmazsa olmazı tarafların netleşmesidir. Çünkü Allah Nisa suresi 76. ayette; “müminler Allah yolunda, kafir olanlar ise tağut yolunda savaşırlar…” buyuruyor. Öyleyse safımız neresi netleştirmiş olmamız gerekiyor. Bu öyle bir netleşme ki azıcık tağuta meyledip azıcık Allah’a meyletmek kural dışı hareket sayılıyor. Öyleyse Allah yolu neresidir ve o yolda sırati müstakiym olan yolda nasıl olunur sorusunun doğru cevabını bulmamız gerekiyor. Bu soruyu doğru cevapladığımız takdirde İslam’ı doğru bir zeminde anlamış olacağız. Aksi takdirde İslam’ı doğru bir zeminde anlamış olmayacağız. Safların netleşmesini sağlayan Allah tanımlamaları bize verdiğine göre onların içeriğini de kuşkusuz bize öğretmiştir. Mesela Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenleri kafirler, fasıklar, zalimler olarak nitelemiştir. Bir başka ayette müminleri tanımlarken Furkan suresi 68. ayette “Ve onlar, Allah ile beraber başka bir ilâha tapmazlar. Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı kişiyi haklı olmadıkça öldürmezler ve zina yapmazlar. Ve kim bunları yaparsa günah cezasıyla karşılaşır.” buyuruyor. İnsan safını seçerken Samiri’nin yaptığı gibi azıcık elçinin izinden azıcık da nefsinin ona kattığından esinlenerek kendine bir yer edinemez.
Kuşkusuz Allah korkulmaya en layık olandır. İnsanlar kazıklar sahibinin kendilerini tutsak etmelerinden, ailelerinden etmelerinden, kazançlarından etmelerinden hatta canlarından etmelerinden korkarak saflarını flulaştırma haklarına sahip değillerdir. Böyle yaparak ancak kendilerini kandırırlar. Küfre karşı mücadele edilmesini isteyen Allah elbette nasıl mücadele edileceğinin de yol haritasını bizlere vermiştir. İşte bu yüzdendir ki Kur’an mücadelenin tam da merkezi konumunda olmalıdır. Kur’an dışında hiç bir kaynak belirleyicilik anlamında/kıstas anlamda mücadelenin itikadi boyutunu oluşturmamalıdır. Ne zaman ki başka kaynaklar işin içine girmiş mücadele de o alanda sığlaşmış ve hedefinden kopmuştur.
Saflarımızı netleştirirken kendimizi hem mümin olarak tanımlayıp hem de bu mümin olma vasfının içeriğini Kur’an’dan bağımsız olarak geleneğe, küfredenlere, cemaatsel anlayışlara, hevalarımıza havale ederek dolduracaksak İslam’ı doğru zeminde anlamıyoruz demektir. Öyleyse İslami mücadelenin olmazsa olmaz şartı Kur’an’ı çok iyi bilmek ve onu hayatımızın pusulası, hayatımızın kullanma kılavuzu olarak görmekten geçer. Bu da bize Kur’an’ı diğer tüm kitaplardan daha fazla okumayı ve daha fazla tefekkür etmeyi zorunlu kılar.
2- Tarihsel Süreci Yanlış Okuma
Bilgi sorunumuzun bir diğer problemi olan tarihsel süreci yanlış okuma sosyolojiyi yanlış okumayı da beraberinde getirir. İslami mücadelenin ilkesini Kur’an’dan almadığımız zaman karşımıza çıkacak doğal sonuçlardan bir tanesidir. Biliriz ki Kur’an bize birçok resul ve onların toplumunun kıssalarını anlatır. Elbette bunda bir hikmet vardır. Her toplumun kendine özgü geleneği, dili, davranış kalıpları vardır. Ayrıca her toplumun bir diğer topluma nazaran küfürde ileri gittiği yanları vardır. Onun içindir ki İslami mücadelenin en önemli ilkelerinden biri, içinde yaşadığımız toplumun özelliklerini iyi tahlil edebilmek ve yaraya doğru yerden neşter vurabilmekten geçer.
Örneğin Türkiye, İslami mücadeleyle tercümeler yoluyla tanıştı. İran devriminin de yarattığı rüzgarla Tunus’tan, Pakistan’dan, İran’dan, Ürdün’den, Mısır’dan vs. yapılan tercümeler çok büyük ilgi gördü. Akabinde bu kitaplardan toplanan verilerle hiç bir analiz yapılmadan, toplumsal doku değişikliği göz önüne alınmadan cemaatler, örgütler, partiler oluşturuldu. Bu oluşturulan yapıların temelinde görünürde vahiy belirleyici gibi dursa da aslında vahiy belirleyici değildi. Eğer öyle olsaydı ne gelenek tamamen reddedilirdi ne de gelenekçilik içinde boğulunurdu.
Ürdün, Mısır, İran, Pakistan vs. her biri farklı sosyolojiye ait toplumlar ve onların İslami mücadelede geçirmiş olduğu süreçle bizim Türkiye’de geçirdiğimiz süreçler aynı değildi. Onların mücadele ettiği sistemlerle bizim mücadele ettiğimiz sistemlerin yapısal farklılıkları vardı. Onların kimileri sanayileşmemiş tarım toplumu özelliğini korurken bizler sanayileşmiş bir toplum olma özelliğine sahiptik. Doğal olarak sanayi toplumu ile tarım toplumu arasında şehrin kümelenişinden, insan karakter biçimlerine ve cemaat biçimlenişlerine kadar birçok farklılığı beraberinde getirdiği bir gerçekliktir. Ayrıca devlet idare biçimlenişleri de farklıdır. Mesela İran’da güçlü bir molla hakimiyeti varken ve Şia mezhebi Ayetullahlar etrafında kümelenmişken sünni kesimde böyle birleştirici bir unsur yoktur. Pakistan’da olan medrese kültürü Türkiye’de yoktur. Doğal olarak sünni toplumlarda tek bir merkezden idare edilememeden kaynaklanan dağınıklık ve onun yarattığı kafa karışıklığı hesap edilmek zorundadır. Kaldı ki ayrı bir din olan tasavvufi birçok ekolün ve şahsa bağlı İslam ile alakası olmayan nice batıl cemaatlerin kol gezdiği, din adına bir sürü safsataların, bidatlerin pazarlandığı toplumlarda neyle karşı karşıya olduğumuzu iyi hesap etmemiz gerekiyordu ki doğru mücadele yöntemleri geliştirmiş olalım.
Tüm bu eksik okumadan dolayı zaman içinde birçok problemlerle yüzleşildi. Sonrasında bu problemin kaynağına inmek yerine sorun olarak kişilerin samimiyetsizliği dillendirildi. Akabinde cemaatler yeni cemaatleri doğurdu mitoz bölünmeler sayesinde ortalık cemaatten geçilmez oldu. Enteresan olan bir çok yapı bir önceki yapıyı küfürle suçladı. Ya da bu işler artık böyle yürümüyor diyerek liberal demokrat çizgiye kaydı ve giderek karşı çıktıkları sistemlerin içinde eriyip gittiler. Bir kısmı niteliği artırmak yerine niceliği artırmayı gerekli gördü. Nicelik olarak arttıkça niteliği kaybedenler yine sistemin avuçları içinde ufalanarak başkalaşıma uğradılar. Eğer Kur’an merkezde kalabilseydi insanlar yanlışlarını görebilecek ve doğruyu elbirliği ile bulabileceklerdi. “Yıllardır Kur’an okuyoruz, tefsir dersi yapıyoruz, hadis okuyoruz Bir şey değişmiyor demek ki artık bu yöntemden vazgeçmeliyiz” hezeyanları yükselmeye başladı. Aslında bunu söyleyenler geriye dönüp baksalar Kur’an’ı hep başkalarının gözüyle okuduklarını farkedeceklerdir. Ya geleneğin tortularıyla okumuş anlamışlardır ya da yukarıda bahsettiğimiz ülkelerden yapılan tercümelerin biriktirdiği tecrübelerle okumuşlardır. Oysa Kur’an’ın tefsirini kendisine yaptırma fırsatı verebilselerdi, kavramları bizzat kitabın kendisinin açıklamasına fırsat verselerdi birçok yanlışı zamanla çözebilme fırsatları olacaktı kuşkusuz. Bunu yapmak yerine Kur’an okumak ve resulün hayatını okumak terkedildi yerine konan şeyler ise daha çok batının ürettiği felsefe, psikoloji, sosyoloji oldu. Oysa tüm bu okumalar Kur’an’ın ve resulün hayatının sürekli okunduğu, tefekkür edildiği bir zihinle birlikte okunarak yapılması gerekiyordu. Şimdilerde ise Kur’an ve siyer okuyanlara alaycı bir biçimde “siz hala annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz?” diyerek bu ayrışmayı çok net biçimde ifade etmektedirler.
Elbette İslami mücadele içinde Kur’an’ı merkeze aldığımızda ve sosyolojiyi doğru okumaya çalıştığımızda da hatalar yapabiliriz, yapacağız da. Ama doğru kanalları kullanmaya devam ettiğimiz sürece yanlışı fark edip sistemin tıkandığı yerde tıkanıklığı çözecek çareleri de bulmamız mümkün olacaktır.
3- Sistem, Devlet ve Rejim Konusunu Anlamada Yavanlık
Bilgi probleminin bir diğer alanını İslamcıların sistem ve devlet hakkındaki kafa karışıklıkları oluşturmaktadır. Kur’an doğru bir şekilde okunup anlamlandırılmadığı zaman en başta yapmış olduğumuz sınıf ayrımı kafada netleşmemiş oluyor. İman edenler kim tağutlar kim hepsi bir birine giriyor ve anlam kayboluyor. Kur’an’ın “tağut” diye tanımladığı kişi, kurum, cemaat, devlet vs. adına ne dersek diyelim ilahlığı ve rabliği kendisine has kılarak helal ve haramları Allah’a rağmen düzenleyenlerdir. Eğer ki herhangi bir beşeri sistem; zina haram olduğu halde meşrulaştırırsa (helal ederse), içki, kumar, riba haram olduğu halde meşrulaştırırsa (helal ederse) ve hatta medyasıyla, görsel basınıyla teşvik ederse, bankalar ve çeşitli ekonomik kurum ve kurullarca ribanın yaygınlaşması için gayret ederse, fuhşiyatın artması için gerekli tüm alt yapı çalışmalarını bil fiil yerine getirirse yapmış olduğu eylemin Kur’an’daki adı küfürdür/kafirliktir ve bunu yapanlar tağutlardır. İşte müslümanlar bu tağutlara ve küfredenlere karşı cihat etmekle/cehd etmekle yükümlüdürler. Böylesi bir beşeri sistemin tepesine kimi koyarsanız koyun sistem değişmiş olmaz. Sistem aynıyla varlığını devam ettirdiği için müminin cehd/cihad sorumluluğu aynıyla devam eder.
Ama görünen o ki böylesi sistemlerin başına abdestli namazlı kimseler geçtiğinde ve bu kimseler inançlar anlamında kısmi haklar tanıdığında adeta sistem İslami bir düzene evrilmiş gibi sistemin işleticileri bir kısım İslamcılar tarafından hemen takdir görüyor. Oysa böylesi bir durum mümine yakışmayan ve hatta kaçınması gereken bir durumdur. Dost kimdir, düşman kimdir Kur’an genel hatlarıyla tanımlamıştır ve mücadelenin ilk çıkış noktası bu ayrımı iyi yapmaktan geçer. İslam nasıl bir sistem ister ve hangi yapıdaki sistemi meşru sayar hangi tarz yapıları da gayri İslami sayar bunları öğrenmeden, üzerinde netleşmeden mücadele edilmesi mümkün değildir.
İlim noksanlığından kaynaklanan problemlerin haricinde bir de karakter zaafiyetinden kaynaklanan problemler mevcuttur. Kişi ilmi anlamda yeterince bilgiye sahiptir ama kaybedeceği şeyleri kaybetmeyi göze alamaz. Kur’an’ın “geberesice ölçtü biçti, yine geberesice ölçtü biçti ve ardını döndü bu eskilerin masallarından ibarettir dedi” diye söylediği insan tipine girer. Ölçer, biçer ve anlar ki bu hakikatin ta kendisidir ama bu sözü kabul edip sırati müstakiyme geldiğinde meclisini, itibarını, parasını vs. birçok şeyini kaybedecektir. Kur’an’da bununla ilgili epey veri vardır. Savaştan geri kalmak isteyen sahabeler gibi, İbrahim’in (as), putları kırma hadisesinde kavmiyle girdiği diyalogda kavminin nefislerine dönüp muhakkak biz zalimlerdeniz diye kendi kendilerine itiraf ettiği ama yine de eski dinleri üzere sabit kaldığı durum gibi. Böylesi insanlara yapacak maalesef bir şey yok. En fazla hidayet bulmaları için dua edilir o kadar.
Karakter sorunu kadim bir sorundur. Yeni bir hastalık değildir. Onun için Allah: “Eğer babalarınız, oğullarınız, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve meskenler size Allah’tan, onun resulünden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez” buyuruyor.
Müminler bilmeli ki bütün izzet Allah’ın, Resulünün ve müminlerin yanındadır. Ama karakter sorunu olanlar iktidarların yanında lütuf arıyorlar. Onların yanında ve safında yer alarak adaletsizliğe göz yumuyorlar. Adaletsizliğe ses çıkarmadıkları için yeryüzünün ifsad edilmesinde pay sahibi oluyorlar. Tekasür suresini okuyorlar ama tekasür toplumu olmaktan da büyük keyif alıyorlar. Çünkü etrafındaki kalabalıklar nitelikten yoksun bir şekilde artarken bu artışı dillerini eğip bükmelerine bağlı olduğunu görmüyorlar da bundan büyük bir gurur duyuyorlar. Meclislerde kendilerine yer açıldığı için daha bir iştahla sistemin merkezine doğru koşuyorlar. Sistemin merkezine doğru her koşularında sistem tarafından daha bir kuşatılıyorlar. O kadar körleşiyorlar ki sonunda sistemin kendileri gibi düşündüğü hezeyanlarına kapılıyorlar. Tıpkı Orwell’ın “Hayvanlar Çiftliği” kitabında söylediği gibi “İnsanlar kim domuzlar kim belli olmuyordu” Evet, artık kim kimdir uzaktan bakılınca seçilmiyor zira dostlar uzaklaştırıldı, tağutlar ise yakınlaştırıldı.
Unutmamamız gereken bir şey var ki o da bir gün hesaba çekilecek oluşumuz. Allah “dünyanın aldanış olan bir meta olduğunu” söylüyor. Ellerimizle önden takdim ettiklerimizi bulacağımız o yere varmadan doğru şeyler takdim etmek için çabalamalıyız. Küresel çeteler ve onların işbirlikçileri ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar Allah’tan daha güçlü değiller. Eğer iman edip imanda sebat edersek Rabbimizin bize açacağı nice hayırları görürüz. Eğer İslam, mazlumların sığınacağı liman, onlara bir selamet yurdu olacaksa bu ancak inananların şahitliklerini dosdoğru yapmasıyla mümkündür. Şahitliğin dosdoğru olması da ancak ilimle ve bu ilmin bize öğrettiği alim bir duruşla mümkün olacaktır. Alim bir duruş sonucu ne olursa olsun Allah’ın ve Resulünün yanında saf tutmaktan ibarettir. Dünyevi iktidarların karşılarında ellerini ovuşturarak hazır olda bekleyen askerler gibi saf tutanlardan olamayız. Bizler Kur’an’dan öğreniyoruz ki: Allah canlarımızı ve mallarımızı cennet karşılığında satın almıştır, öyleyse bu alışverişten dolayı sevinmemiz lazım. İşte alim bir duruş bu ahde bağlı kalarak yaşamak ve ölmektir.