Müslümanların içinde yaşadığı çağı tanımlamak hususunda problemli olduğu gözlenmektedir. Bu problemler iki açıdan ele alınmalıdır. Birincisi müslümanların sekülerleşmesi bağlamında, ikincisi ise müslümanların bu sekülerleşme karşısında mevzisini korumaya çalışırken özgün bir fikir geliştirememesi, bocalaması ve muhafazakârlaşması bağlamında ele alınmalıdır.
Kendisini müslüman tanımı içerisinde gören bireylerin en temel problemi dünyevileşme problemidir. Küresel kapitalizm olanca çılgınlığıyla dünya halklarını yerle yeksan ederken onun karşısında tek duruş sergileyebilecek İslam maalesef müslümanlar eliyle kısırlaştırılmış ve daha da kötüsü kapitalizmi meşrulaştıran bir araca dönüştürülmüştür. Bunun sebebi nedir? Öncelikle dinin özünün iyi anlaşılmamış olmasıdır. Müslümanların beslendiğini iddia ettikleri ve bir zamanlar kendilerini cennete ulaştıracak düşünce olarak tanımladıkları şeyler yıllar sonra kendilerini siyasi iradenin kucağına iterek politikleştirmiş, kişiliksizleştirmiş ve ideal dünyadan onları kopararak refah, haz dünyasına sokuvermiştir. Artık ahiretteki cennet yerine dünyadaki cenneti arzular hale gelmişlerdir. Parayla olan ilişkiler değişmiş, makamla olan ilişkiler değişmiş ve sistem içi unsurlarla da flört edilir hale gelinmiştir. Gelinen bu nokta yalnızca kişilerin karakter probleminden mi kaynaklanmaktadır yoksa kişileri besleyen fikirlerin bunda etkisi de var mıdır? Bir zamanlar sistemden beslenmeyi, nemalanmayı kerih gören zihniyet ve hatta “sistemden beslenenlerin sistemi eleştirme hakkı yoktur” diyerek çakma solculara haddini bildiren zihniyet bugün ne oldu da sistemden beslenmeyi meşru görecek kadar gaflete düştü! İşin en acı tarafı da şimdi politikleşmeyen ve sistemi meşru görmeyen ve mevzilerini koruma telaşında olanlara dönüp onları marjinallikle suçlayıp onları kafaları hala 70’li, 80’li yıllarda kalan gerici bir tayfa olarak tanımlamalarıdır. Müslümanlar akletmek zorunda olanlardır. Allah Kur’an’da akıllı insanların yalnızca müminler olduğunu vurgulamaktadır. Kâfirleri ise sefih yani akılsız kimseler olarak tanımlamaktadır. Çünkü ebedi olanı terk ederek geçici hazların peşinde koşmakta oldukları için sefihtirler. Kendi acziyetini göremedikleri için sefihtirler, korkulması gerekenden, sakınılması gerekenden sakınmadıkları için sefihtirler. En çok güvenilmesi gerekene güvenmedikleri için sefihtirler. Geçici olan dünya malına gereğinden fazla, sahip olma tutkusuyla bağlandıkları için sefihtirler. Ne garip sanki şimdilerin müslüman olma iddiasında olanları anlatıyoruz gibi.
Görünen o ki bu ülkede yıllarca sürdürülen İslami mücadeleyi masaya yatırmamız gerekmektedir. Çünkü bugünkü yaşadığımız sorun yalnızca karakter probleminden kaynaklanmamaktadır. Sorunumuz çok aha büyüktür. Sorun bizim beslendiğimizi iddia ettiğimiz kaynak ve onu takip edişimizdeki usul problemidir. Çünkü bize karakter kazandıran şey okuduğumuz kitaplardan edindiğimiz bilgi ve onları pratik ederken ruhumuza yerleşen, fıtratımızı bozan eylemlerimizidir. Çok ağır bir eleştiri olduğunu düşünüyorsanız başınızı kaldırın ve kirlenmiş çağın içinde müslümanların halini bir görün. Onca alim müsveddesi, onca üniversiteler, onca entelektüeller, onca yazar çizer ve onca müslüman zenginler olmasına rağmen Müslümanlar Müslümanlardan kaçarak Yahudi ve Hristiyanlara sığınma ihtiyacı hissetmektedirler.
Türkiye’de dinin özünü yakalamaya dönük ilk İslami çalışmalar incelendiğinde bazı gözden kaçan şeyleri yerine koyarak gidersek problemi biraz olsun görme imkanımız olacaktır. Öncelikle Sovyet komünizminin ülkemize kadar taşıdığı Marksist/Leninist akımın yükselişi ve onun karşısına bariyer olarak konulan İslamcılık anlayışını irdelememiz gerekmektedir. 1960’lı, 1970’li ve 1980’li yıllar özellikle bu çatışmaların yoğun yaşandığı yıllardır. 1979’da gerçekleştirilen İran İslam devrimi akabinde Türkiye Cumhuriyeti rejiminin o dönemlerde Mısır, İran, Pakistan, Tunus gibi ülkelerin müslüman şahsiyetlerinin yazmış olduğu eserleri Türkçeye tercüme ettirilmesine müsaade etmesini de düşünmemiz gerekmektedir. Yani geçmişte Türkiye’de gelişen İslami mücadele Komünizme karşı bir proje miydi diye sormamız gerekmektedir. Burada kastettiğim şey kesinlikle bu zamana kadar İslamî mücadeleyi yürütenlerin rejime hizmet ettikleri değildir. Kastım şudur: Türkiye’deki İslami mücadelenin temelinde müslümanların özgün bir fikir geliştirmekten uzak hamasi duygularla yola düştükleri ve okudukları eserlerin sosyolojik, psikolojik tahlillerini yeterince yapmadıkları ve hatta okudukları yazarların bizzat içinde bulundukları yapıların hangi temeller üzerine yükseldiği noktasında hiç bir fikre sahip olmamalarıdır. Bunun akabinde bu mücadeleyi sürdüren şahsiyetleri takip edenlerin de aynı yanlışa devam etmeleridir. Mesela, sağlıklı bir şekilde tarihsel ve sosyolojik olarak Mısır İslami mücadelesi, İran İslami mücadelesi masaya yatırılamamıştır. Kopyala yapıştır mantığıyla o ülkelerdeki yapıların aynısı ya da bir benzeri ülkemizde denenmiştir. Sonuç tam bir fiyasko.
Benim bu makaleyi ele almam geçmişi silip atmak ya da müslüman şahsiyetleri değersizleştirmek olarak anlaşılmamalıdır. Yeni bir düşünmeye ve İslami mücadeleyi hak ettiği noktaya taşıma gayreti olarak anlaşılmalıdır. Bardağın dolu tarafından bakmak aynanın karşısında kendi süsümüzle fazla oyalanmak gibi bir durumu yansıtmaktadır. Dolu olan kısım zaten doludur ama önemli olan boş olan tarafı incelemek ve irdelemektir. Eğer boş olan tarafın niçin boş olduğunu tespit edebilirsek en azından nasıl doldurulacağını öğrenmişte oluruz. Dünya küresel kapitalizme geçti geçeli artık ülkeleri liderler yönetmemektedir. Liderler yalnızca taşeron firma olarak varlığını sürdürmektedir. Ülkeler artık şirketler eliyle yönetilmektedir. Dünyadaki savaşlarda şirketlerin savaşıdır. Devletler ulusçu mantıkla kendi şirketlerinin enerji, gıda, petrol, su, finans vs. alanlarda en fazla paya sahip olmasını isterler ve şirketlerin dünyanın her yanında yatırımları olduğu için devletler bizzat o şirketlerin güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Tam da John Loc’un liberalizminin zirveye çıktığı yıllardayız. Böylesi bir dünyada eleştirel bir ideoloji tarafındaysanız karşınızda yalnızca taşeron liderler değil bütün dünyanın olduğunu bileceksiniz. Çünkü bütün ülkelerde çıkan yasalar bizzat efendilerin taşeronlara sipariş ettiği yasalardır. Mesela ülkemizde son 20 yıldır değişen yasaları incelerseniz çıkarılan kanunların en çok kimlerin işine yaradığını göreceksinizdir ve son 20 yılda milletvekili ve belediye başkanı olan kimselerin mal varlıklarını incelediğinizde de durumu net olarak göreceksinizdir. Taşeronlar efendilerine hizmette kusur etmedikleri sürece müreffeh bir hayat yaşayabilirler. Aksi olursa ya İran’daki gibi halkı yanınızda tutarak efendilere isyan edip halk devrimi yaparsınız ya da İspanya’da, Arjantin’de, Türkiye’de olduğu gibi diktatörlerin postal sesleriyle uyanırsınız.
İkinci bağlamda ele alınması gereken müslümanların da özeleştiriye ihtiyaçları vardır. Evet onlar dünyevileşen müslümanlardan farklı olarak mevzilerini korumaya gayret etmektedirler ama eski usullere sığınarak bunu yapmaktadırlar. Yapılan derslerden tutalım da okunan kitaplara kadar aynı şeyler yapılmaktadır. Zihnimizde yeni bir güncelleme mevcut değildir. Giderek kendi tutumumuz içinde muhafazakarlaşmaktayız. Yeni bir usule ve pratiğe ihtiyaç duyduğumuz aşikardır. En temele inebilen bir düşünme biçimine ve eğitim usulüne sahip olmamız gerekmektedir.
İslami mücadeleyi yeniden değerlendirmek adına yapılabilecek şeylerin başında dinin özünün iyi anlaşılabilmesi için vahyi her şeyden daha çok ön plana çıkarmamız gerekmektedir. Kur’an’ı daha dikkatli ve ona teslimiyetçi bir imanla okumamız gerekmektedir. İkincisi; Kur’an’ın indiği ilk toplumda yaptığı gibi karakter inşası üzerine eğilmemiz gerekmektedir. Bu bize fıtratımıza dönme imkanı sağlayacaktır. Benliklerimiz, egolarımız, öfkelerimiz, çatışmalarımız, tutkularımız, sevgilerimiz, bağımlılıklarımız vs. ne kadar duygularımız varsa hepsi bil fiil vahiyle yeniden tanımlanmalı ve tıpkı Adem’e öğretildiği gibi tüm isimlendirmelerimizin Allah’a ait kılınmasıdır. Çünkü şeytan, insanoğluna Allah’ın öğretmiş olduğu tanımlamalar üzerine kendi tanımlamalarını yaparak yeni bir din, yeni bir insan ve yeni bir toplum var etmek için çaba sarf etmektedir ve kıyamete kadar da sarf edecektir. Şeytanı mağlup edebilmenin yolu Allah’ın öğrettiği kelimelere geri dönebilmektir. Üçüncüsü; içinde yaşadığımız çağın sosyolojik açıdan iyi bir tahlile tabi tutulması gerekmektedir. Müstekbir ve mele takımının savaş argümanlarının bilinmesi gerekmektedir. Yerel ve lokal unsurların ayırt edilmesi ve toplumların dönüştürülme aygıtlarının tespiti ve onlara karşı yapılacak mücadelenin belirlenmesi gerekmektedir. Dördüncüsü; yaşanılan coğrafyanın tahlili, insan karakteri üzerindeki etkisi ve insanların nesneleşmesinin önüne geçilecek tedbirlerin tesbiti gerekmektedir. Beşincisi; bütün bu öğrenilen şeylerin eşzamanlı bir biçimde pratik şahitliğinin geliştirilmesidir. Çok uzun soluklu olabilecek bir mücadelenin dikkatle ve sabırla işlenmesi gerekmektedir. Niteliksel ilerleme baz alınmalıdır.
Tıpkı nebilerin örnekliğinde olduğu gibi uzun bir yol bizi beklemektedir. Bıkmadan, usanmadan, küsmeden ve şeytani güçlere teslim olmadan yola devam etmek zorundayız. Çünkü akletmiş olmanın bize kazandırdığı şey budur. Entelektüel bir kaygıyla değil, alim olmanın vermiş olduğu bir sorumlulukla yolumuza devam etmek zorundayız. Aksi takdirde çocukların saçlarını ağartacak o gün yüzlerimizin aydınlık olmasını ancak şahitliğimizi gerektirdiği gibi dosdoğru yapmış olmamız sağlayacaktır.