İslam dünyası Endülüs Emevi’lerden bu yana düşünce dünyasında orijinal bir yer bulamamıştır. Belli bir zaman dilimine kadar hazırdan yerken belli bir zamandan sonra ise hazırı da tüketerek artık Batı’nın düşüncesine mahkûm olmuş bir vaziyette yaşamına devam etmektedir. Niçin düşünce dünyasında bu kadar başarısız olmuştur? İslami siyasal söylem müslümanlara ne tür bir seçenek sunmaktadır? Bu soruların cevaplarını bulmak zorundayız.
Tarihten bugüne kuşkusuz yukarıdaki sorularımıza cevap arayan onlarca belki de yüzlerce ilim adamı çıkmıştır. Birçok eser vücuda getirilmiş ama sorular yine de yanıtsız kalmıştır. Kuşkusuz geçmişte ya da bugün bu soruların peşinde emek sarf etmiş kimseler hüsnü zanla düşünecek olursak İslamî siyasal söyleme katkı sunmak istemişlerdir. Gelin görün ki ortaya sağlıklı bir düşünce çıkmamıştır. Yapılan çalışmalar ya muhafazakar bir anlayışa kurban edilerek geçmişin içine hapsedilmiş ya da çağdaş dünyanın söylevlerinin etkisinde kalarak modernist bir çizgide yörüngesinden sapmıştır. Peki bu sonuca nasıl geldik?
Öncelikle kabul etmemiz gereken bir şey var ki her ideolojinin ya da dinin kendisini var eden, inşa eden bir metni vardır. Kur’an İslam’ı inşa eden bir metin olarak elimizdedir. Zira Mekke’de vahyolunan kitap Arap toplumunu kısa sürede güçlü, adil ve birbirine sıkı sıkıya bağlı bir toplum kılmıştır. Öyleyse Kur’an’a nasıl yaklaşmamız gerekir, onu nasıl okumamız gerekir sorusu bizim geleceğimizi inşa edecek bir sorudur. Bu soruya genel olarak iki şekilde cevap verilmiştir: Birincisi; Kur’an’ın tek başına anlaşılamayacağı ve onu anlamak için rivayet kültürüne olan ihtiyacımız dile getirilerek Kur’an rivayet kültürü içinde iyice anlaşılmaz kılınmıştır. Özellikle hadis külliyatları, siyasi kamplaşmadan doğan mezhepçilikler, farklı kültürlerin/sapkın inanışların dine eklemlenmesi daha sonra eklenen tasavvuf anlayışları vs. Kur’an’ı iyice anlaşılmaz hale sokmuştur. Her fırka, mezhep, düşünce ve tasavvuf ekolü yeni bir tanrı, yeni bir kitap dolayısıyla yeni bir din ihdas etmişlerdir. Bugün adına rölativizm dediğimiz görecelik anlayışı aslında yeni olan bir düşünme biçimi değildir. Kökeni çok eskilere dayanan bir düşünce biçimidir. Artık Kur’an her fırkanın elinde mızrakların ucuna geçirilmiş bir vaziyette birbirlerine karşı silah olarak kullanılmaktaydı.
Resulün dönemine baktığımızda ise ayetler yani Kur’an bir araştırma nesnesi olmaktan ziyade tecrübe edilen bir kitaptı. Ayetler direk olarak hayatın içine/sahaya aktarılmaktaydı. Şu ayetten ben şunu anlıyorum sen şunu anlıyorsun kavgasından çok ayetin toplumsal dinamiğe olan katkısını hep birlikte yaşıyorlardı. Elbette burada bir itiraz yükselecektir. “Ama o zaman resul/nebi onların arasında yaşıyordu” denilecek. Doğru yaşıyordu. Ancak “Muhammed bir elçidir, o ölür yahut öldürülürse topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz…” ayeti de bizim aramızda yaşamaktadır. Eğer vahiy bugün direk hayata etki eden bir özne değil de kütüphane raflarında ve evimizin kitaplığında yalnızca bir araştırma nesnesi haline gelmişse ölü bir kitaptan bahsetmekteyiz demektir. Ölü seviciliğini bir kenara koyarak kitabı yeniden dirilterek onunla yeniden hayata dönüp dinamizm kazanmamız gerekmektedir. Bunu nasıl yapacağımıza dair hep birlikte bir tefekkür ve müzakere süreci yaşamamız şarttır tabi ki cemaatsel asabiyetten kurtulabilirsek. Bütün bu eksikliklerimize rağmen benim önerilerim olacaktır.
İkinci olarak verilen cevap ise; Kur’an’ın içinde bulunduğumuz modern çağın şartlarına göre değerlendirilmesi gerekliliğidir. Kur’an’a bu şekilde yaklaşanlar kitabın kendisini tamamen tarihsel olarak görüp bu kitaptan yalnızca ahlaki olan değerlerin alınabileceğini onun dışında kalan hukuki kuralların bir geçerliliğinin olmayacağını düşünmektedirler. El kesmek, kadının mirastaki payı, kadının dövülmesi, kadının şahitliği, birden fazla evlilik, kısasa kısas vs. kuralların bugün için bir şey ifade etmediğini savunmaktadırlar. Bu modernist algının temelinde de hüsnü zanla bakacak olursak kuşkusuz iyi niyetlilik esastır. Zira onlar da müslümanların mevcut sorunlarına, geri kalmışlıklarına bir cevap bulma telaşı içindedirler. Ben burada hem modern algının hem de geleneksel algının ontolojik olarak, epistemolojik olarak ve metodolojik olarak problemli olduğunu düşünmekteyim.
Her şeyden önce her iki düşüncenin de ilah anlayışları problemlidir. Geleneksel düşüncede Allah kendini ifade etmede yetersiz kalmış da adeta rivayet kültürüne mahkum olmuş gibi bir algıya sebep olmaktadır. Kusurlu bir ilah anlayışı göze çarpmaktadır. Oysa Resule ayetler ilk olarak indiğinde Mekke toplumu gibi çok tanrılı bir dini anlayışı olan topluluğun vahiyle nasıl tek bir ilahı kabul ettiğine tanık oluyoruz. Onları resul dahil olmak üzere vahiy inşa etmiştir. Öyleyse Allah Kur’an ile hiç bir şeye ihtiyaç hissetmeden kendini ifade edebilme yeteneğine sahip bir Allah’tır. Varlığını izah etmek ve var etmeyi arzuladığı toplumu inşa edebilmek için rivayet kültürüne mecbur bir ilah değildir. Üstelik Kur’an’ın defalarca yinelediği apaçıklık, anlaşılırlık iddiası bunu gözler önüne sermektedir.
Modernistlerin ilahı da problemlidir. Çünkü onlar da Allah’ı zamana mecbur bırakmaktadır. Her zamanın ayrı bir ilahı vardır adeta. Oysa zamandan münezzeh olan bir Allah vardır. Kur’an’ın ilk hitap ettiği toplum tarım toplumu iken bugün içinde yaşadığımız toplum sanayi ve bilgi toplumudur. Öyleyse tarım toplumunun kuralları sanayi ve bilgi toplumu kuralları için geçerli değildir. Öyleyse sonuç ne olacaktır? İçinde yaşadığımız çağın ilahı “evrensel değerler” olacaktır. Peki evrensel olanı kim belirleyecektir? Tabi ki şu an evrene hükmedenler kimlerse onlar belirleyecektir. İşte tarım toplumunda Allah’ın ilahlığı mümkünken içinde bulunduğumuz sanayi ve bilgi toplumunda Allah ilahlığını evrensel değerleri belirleyenlerle paylaşmak durumunda bırakılmıştır. Aslında modernistlerin düşüncesinde kamusal alanı düzenleyen bir Allah sorunlu bir Allah olmaktadır. Allah içinde bulunduğumuz topluluklarda ancak birtakım estetik değerleri belirleyen bir ilah olma konumundan başka bir şey değildir.
Tarihsel süreç içerisinde bu iki düşüncenin savaşımı hep sürmüştür. Müslümanlar adeta bir labirentin içinde sürekli dönüp durmakta ve bir arpa boyu yol alamamaktadır. Yıllarca okunan Kur’an yeni bir nesil, yeni bir düşünce inşa edememektedir. Sebebine gelince metodolojik bir çaresizlik içinde olduğumuzdandır. Yanlış bir metodoloji ile Kur’an’a yaklaşınca yollar hep çıkmaz sokakta son bulmaktadır. Kur’an’ı zamandan münezzeh kılarak başlamalıyız bu işe. Kur’an’ın kıyamete kadar her zamana hükmedecek bir kitap olduğuna iman ederek başlamalıyız. Kur’an’ı ne geçmişe mahkum bir dil ile ne de modern çağın ezikliği içinde okuyamayız. Kur’an’ın var etmeye çalıştığı toplumu inşa edecek bir dili kuşanmalıyız. Yani zamana mahkum bir düşünme biçimini üzerimizden atmalıyız. Eğer böyle yapmazsak birilerinin inşa ettiği ve adına uygar çağdaş dünya dedikleri ve çağdaşlığın, uygarlığın ölçülerini de birilerinin belirlediği bu zamana uymak ve ona eklemlenmek gibi teslimiyetçi bir dil ile hareket etmiş oluruz. Bu düşünce de kuşkusuz bizi o labirentin içinde sürekli dolaştıracak ama dışarı çıkarmayacaktır. Modern toplumun dili ulusalcıdır, kitabın dili ümmetçidir; modern toplum kimliğini vatandaşlıktan alır, İslam toplumu ise kimliğini Allah’tan alır; modern toplum yalnızca kendi sınırları için en iyisini ister, İslam toplumu ise tüm dünya için en iyisini ister. Öyleyse Allah’ın işaret ettiği bir toplumu ve dünyayı inşa etmek için çabalamamız gerekiyor. Bunun için de ayetleri bize dikte edilen düşüncelerden arınarak yapmak zorundayız. Mesela modern çağ müslümanları en çok kadın konusunda sıkıştırmaktadır. Oysa modern çağın kadına zulmü cahiliye Mekke’sinden çok daha fazladır. Modern çağın kadını yalnızca cinsel bir obje, tüketim makinesi ve ucuz iş gücü olarak görmekten başka bir bakış açısı yoktur. Allah, kadını kendi fıtratına uygun, karakter ve mizacına uygun işlerde ve ortamlarda tutarak onu yüceltirken ve mutlu ederken modern çağın özgürlük ve eşitlik adına köleleştirdiği ve haz nesnesi haline dönüştürdüğü kadını neden savunmak zorundayız! Sorun şu ki bizim kendi ayarlarımıza dönmemiz gerekmektedir.
Kura’n okunurken lafız+mana+maksat yolu takip edilmelidir. Geleneksel okuma biçimi yalnızca lafız ekseninde kalmaktadır. Literal bir okumaya mahkum bir anlayış içindedir. Modernist okuma biçimi ise maksat+mana+lafız yolunu takip etmektedir. Oysa epistemolojik olarak yani bilginin temeli olarak bu yöntem yanlıştır. Eğer bir bilgi türetilecekse mantık anlayışında tümevarım metodu kullanılmalıdır. Parçalardan bütüne ulaştığınızda her bir parçayı test ederek ilerlersiniz ve her bir parçanın bütüne olan uyumunu görmüş olursunuz. Lafız öncelikle önemlidir. Kur’an’da kullanılan kavram kendi bütünlüğü içinde hangi anlamlara geliyorsa onun tespiti şarttır. O anlamlar bütününden yola çıkarak maksat tespit edilmelidir. Yalnız maksat ile mana ve lafız asla birbirinden kopuk olmamalıdır. Eğer biz önce bir maksat ihdas edip sonra mana ve lafız dersek tümdengelim yöntemine başvurmuş oluruz ki öncüller doğruysa sonuç da doğru olmak zorundadır. Peki öncüller nedir? Öncüller maksadı belirleyenin ya da belirleyenlerin ortaya koymuş oldukları iddialardır. Öncülleri insan belirlediğine göre sonucun doğru olması ancak ayetlerin tevil edilmesi ile mümkün olacaktır. Bu okuma biçimi de yukarda bahsettiğimiz kusurlu bir ilah anlayışına okuyanı ulaştırır ki zamana mahkum bir ilahın da hayatı inşa etmesi söz konusu olamaz.
İslam doğduğu ilk günden bu güne yani Adem’e eşyanın isimlerinin öğretildiğinden bu güne güçlü bir teori ile güçlü bir pratiği birbirinin ayrılmaz ikilisi olarak var etmiştir. Bugün İslam dünyasının güçlü bir teorisi olmadığından yaşamsal gerçekliğe hitap eden bir pratiği de maalesef yoktur. Benim naçizane yöntem olarak sunduğum şeyler güçlü bir teorinin oluşmasında mütevazi bir katkı olarak değerlendirilmelidir. Kuşkusuz daha iyi bir teoriye ulaşmak için daha çok istişare ve tefekküre ihtiyacımız olduğu da açıktır. Yalnız işin bir başka yönü de teorinin pratiği şekillendirebilmesi için de toplumsal bir yapıya duyduğumuz ihtiyaçtır. Resulün yaşadığı pratik tecrübeye bakacak olursak vahiy bir anda inmemiştir. Yirmi üç sene gibi bir zamanda peyderpey inmiştir. Resulün etrafında insanlar kümelendikçe gelişen dostluklar, aile ilişkileri, evlilikler, ticaret, savaşlar kendiliğinden bir hukuk oluşturmayı ve toplumun ihtiyaçlarına cevap üretmeyi zorunlu kılmıştır. Ayetler toplumun cevap aradığı bir dönemde onlara yol göstermiştir. Bizler de bir avuç dahi olsak bir araya gelebilmeyi ve toplumsal bir yapı olabilmeyi becerebilirsek inşallah aynı ayetler bizim de sorunlarımıza cevap üretecektir.
Meşruiyyetini sayısal kalabalıklardan, iktidarlardan almak zorunda hissetmeden yalnızca Rabbinden almaya gayret eden pazarlıksız bir inanışla Allah’a teslim oluğumuzda Allah bize yollarımızı açacaktır. Küfür hızla bizleri kuşatmaya devam etmektedir. Bu kuşatmayı yarabilmenin yolu öncelikle rivayet kültürlerini bir kenara bırakarak Kur’an’ın önündeki tüm engelleri kaldırarak düşünce dinamiğimizi vahiyle inşa etmeliyiz. Bunu yapabilmek için sorunlu Allah anlayışımızı gözden geçirerek ontolojik olarak yani varlık ve varoluş açısından Allah’ı ve onun karşısında kendimizi olması gereken doğru bir zemine oturtarak düşünmek ve hareket etmek zorundayız. Bunu yapabilmenin yolu da Kur’an’ı lafız+mana+maksat düzleminde bir metodla okuyabilmektir. Çünkü bilginin kökenine/epistemolojisine ancak bu şekilde sahip çıkarak tümevarım yöntemiyle doğru bir okumayı yakalamış oluruz.