İSLAMİ BİLGİNİN KAYNAĞI VE ONA ULAŞMADA YÖNTEM DENEMESİ

                İslami düşüncenin doğru bir mecrada akmamasının bir takım sebepleri mevcuttur. Bu sebepleri sıralayacak olursak öncelikle bilginin kaynağı meselesi karşımıza çıkmaktadır. İslam’da bilginin kaynağı ne olmalıdır sorusu tarih boyunca geçerliliğini korumuş gözüküyor. Özellikle ilk Kur’an nesli için bu sorunun cevabı çok basit olsa da sonraki dönemlerde bu cevap değişmeye başlamıştır. Çünkü ilerleyen zamanlarda siyasi karmaşalar belirmiş akabinde her siyasi grup kendi görüşünü haklı çıkarabilmek için hadislere başvurmuştur. Çünkü Kur’an’a dayanarak meseleyi çözemeyeceklerini, kendilerini aklayamayacaklarını anlayanlar hadis külliyatları ile birbirlerini mürted ilan edecek kadar ileri giderek hatta öldürmeyi meşru sayarak kendilerine tarihten bir sayfa edinebilmeyi becerebilmişlerdir. Geçmiş toplumlar içinde yalnızca Harici denilen grup kendisini hadise  dayanak kılarak tanımlamamıştır. Kur’an’ın zahiri anlamı ile amel ederek ayrı bir uç noktaya gitmiştir. Bunlar doğru bir yöntemle Kur’an’a yaklaşmadığından sonuç felaket olmuştur.
                İlk Kur’an neslinden sonra da İslami düşüncenin tek kaynağı Kur’an olması gerekirken Kur’an’ın yanında bir çok kaynak Kur’an’a eş tutulmuştur. Böylelikle o günden bu güne islami bilgilerin doğruluğunun test edilebileceği bir imkandan yoksun bırakılmış durumdayız. Çünkü doğru olarak tarif edilen bilgi hangi kaynağa göre doğrudur ya da yanlıştır sorusunu içinde barındırmaktadır. Bütün ideolojiler için geçerli olan bir yasa vardır: İdeoloji sahibi kimse o ideolojiye dair belirleyici de O’dur. Öyleyse Allah islam için belirleyici ve doğrunun/hakikatin ölçüsüdür. Allah, Kur’an’da sürekli olarak hakikatin kaynağı olması anlamında dikkatleri vahyin üzerine çekmektedir. Ondan sorguya çekileceğimizi hatırlatmakta, elçinin kendisini takip etme iddiasında olanların bu kitabı terkettiklerini şikayet edeceğini, kitabın apaçık olduğunu, hidayet rehberi olduğunu, sırati müstakiyme giden yolun bunda olduğunu vs. çok açık biçimde ve defalarca vurgulamaktadır. Resulün hayat rehberi, O’na helal ve haramı öğreten, ibadetlerini ve tarzlarını öğreten, nasıl bir insan olması gerektiğini öğreten yine bu kitaptır. Onun içindir ki Kur’an akidenin belirlendiği tek kitaptır ve bu kitabın üstüne islama kaynaklık teşkil edecek yeryüzünde hiç bir kitap yoktur. İlk Kur’an neslinden bugüne kadar yazılmış ve bir çok kesim için başucu kitabı haline gelmiş ne kadar kitap varsa istisnasız bu kitabın süzgecinden geçmeli ve aykırı olan bütün kanaatler atılmalıdır. Tarihte bir takım kötü uygulamaların dört halife döneminden tutalım da Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı vs. ne kadar süreç varsa hepsini gayri islami olarak görmeli ve İslama maletmemeliyiz.
                Düşüncenin doğru bir mecrada akabilmesi için tek kaynağa ulaşmakta sorunu çözmüyor. Çünkü kaynağı da doğru bir yöntemle irdelemek gerekiyor. Doğru kaynağa ulaştığımız zaman ait olduğumuz cemaatler, hizipler bizim vahyi doğru biçimde anlamamızın önünde engeldirler. Biz Kur’an’a kendi hiziplerimizin düşüncelerini mi onaylattıracağız yoksa aradığımız hakikati bulup ona teslim mi olacağız? İşte bu açıdan özellikle Kur’an’ın kavramsal açıdan çok iyi analiz edilmesi gerekiyor. Bütün kavramların içeriğinin tesbit edilmesi ve birbirleri ile bağlantısının kurulması gerekiyor. Bu şekilde hakikate ulaşabiliriz. Allah anlatmak istediği bir çok meseleyi kavramsallaştırarak anlatmıştır. Adem’e eşyanın isimlerini nasıl öğretip halife kılmış ise bizlere de hayatı neyin üzerine kuracağımızı anlatan, hayatımızı inşa eden kavramları öğreterek dinini kavramlar üzerinden zihnimize nakşetmiştir. Mümin kavramı, kafir kavramı, tağut kavramı, sabiqun kavramı ve bunların içeriğinin tek tek açıklanması bunlardan yalnızca bir kaçıdır. Bütün bu net açıklamalara rağmen kişi hala kendi hizbinde kalmaya, yanlışta olsa hizbinin düşüncesini savunmaya kendini adarsa zaten hakikatten bile isteye uzaklaşmış fanatik bir taraftar olacaktır.
                Bu açıdan kavram üzerinde çalışma yaparken insan psikolojisi çok önemlidir. Kendini bir takımın fanatik taraftarı gibi sayarak kavramlara yaklaşmamalıdır. Hakikatin peşinde olan bir ruh haliyle araştırmasını yapmalıdır. Onun içindir ki kişinin yaptığı işi ciddiye alması gerekiyor. Burada  lakaytlık söz konusu olmamalı çünkü insanın cennetini ve cehennemini belirleyen bir durumdan bahsedilmektedir. Ya deliliyle iman edecek ya da delili ile reddedecektir.
                Kur’an’ın kutsal bir kitap mıdır, bütün çağlara hitap eder mi? Kur’an kendi içinde çelişir mi? Kur’an tarihsel bir kitap mıdır, her çağa göre yorumlanabilir mi? Mana mı önce gelir verilmek istenen mesaj mı? Gibi daha bir çok soruyu Kur’an’a sormamız gerekmektedir. İyi bir mümin olmak ancak Kitab’a dair şüphelerimizin son bulamsıyla mümkündür. Aksi takdirde bizim iman diye tanımladığımız şey esasında bilinçsiz bir teslimiyet, anlamsız bir kabul edişten öteye geçemez. Bu iman da kimseyi cennete götürmez. Soru sormaktan çekinmeyen bir adam olmak zorundayız. Çünkü Kur’an kendisinin “apaçık delillerle geldiğini” iddia ediyor. Öyleyse apaçık delillerle gelmek her daim karşıt düşünceye meydan okuyan bir tavrı içinde barındırır. Zaten olması gereken de budur.
                Kur’an’ın hayata, amele dair ne kadar kavramı varsa hepsinde mutlak anlamda şuurluluk hali mevcuttur. Şuur; tezekkürü, tefekkürü, tedebbürü, teakkulu ve tefakkuhu barındırmak zorundadır. Biz Kur’an’a soru sormayı gerçekten ister ve becerirsek o bize kendini bütün çıplaklığıyla açacaktır. Eğer Kur’an’da bir çelişki olduğu noktasında şüphemiz varsa bunu test etmenin yolu yine kendisidir. Ayetler arasında çelişki var mı, kavramsal bir belirsizlik söz konusu mu, akla uymayan yanı var mı? Bütün bu soruları Kur’an’ı çok ciddi biçimde araştırarak bulabiliriz. Kur’an’ın Allah kelamı olup olmadığını dışardan ek bir kaynağa başvurarak açıklamak gibi zorunluluğumuz yoktur. Nasıl ki bir tezi, bilimsel bir çalışmayı irdelerken yazılan metne göre tutarlı olup olmadığını konuşabiliyorsak ayetlerin de bir insan sözü olup olamayacağını bizzat metnin ifade ve uslup tarzından, anlam bakımından tespit edebiliriz.
                Fakat burda bir sorunumuz var! Aslında bir yandan avantaj gibi duruyor ama diğer yandan büyük bir dezavantaja dönüşebilir. Nedir bu diyecek olursak ben “gelenek” diyorum. Gelenek bizim geçmiş kültürlerimizin toplamıdır. Biz nerdeyse her şeyi ondan öğreniriz. Zihnimiz hep geleneğin imgeleriyle dolu olduğu için doğru yanlış tespitinde her zaman çok cesur olamayız. Böylesi durumlarda doğru bilgiyi bulmak zorlaşabilir. Onun için kaynağı irdelerken cesurca geleneği de masaya yatırmamız ve üzerinde ameliyat yapmamız şarttır. Aksi takdirde doğru bilgiye ulaşamayız. Kavramları anlamlandırırken yine geleneğin bize yüklediği bilgilerle tarif etme yoluna gideriz. Bu bazen doğru olabildiği gibi genel olarak da yanlıştır. Çünkü Kur’an geleneğin sınırlarını çizer. Gelenek Kur’an’ın sınırlarını çizemez. Özelikle teknolojinin imkanlarıyla iletişim hızındaki artış dünyayı küçük bir köye çevirirken aynı anda gelenekleri de yerle yeksan etmektedir. Böylesi bir manzara karşısında da tüm dünyayı kuşatacak bir çözümlemeye ihtiyacımız vardır. Dar kalıplar içinde kalarak kendi din anlayışlarımızı mutlak naslar olarak tarif etmemeliyiz. “Gelin ey ehli kitap aramızda ortak bir kelimeye gelelim, birbirimizi rabler edinmeyelim ve Allah’a hiç bir şeyi şirk koşmayalım…” çağrısı gereği şirkten arınmış bir vaziyette vahyin vermek istediği mesjı alalım.
                Son olarak doğru kaynak, doğru yöntem ve insanın bu yöntemdeki ciddiyeti sağlanmış olsa da Kur’an’ın anlaşılması için yine yeterli olmuyor. Elbette epey bir mesafe katediliyor ama henüz tamamı olmuyor. Bütün bu aşamadan sonra Kur’an’ın anlaşılır olması onun hayata aktarılmasıyla tamamlanmış oluyor. Kur’an’ın hayata aktarılması da bizde güzel bir ahlakı zorunlu kılıyor. Ancak ahlaklı insan anladığı ve ikna olduğu şeyi kınayıcının kınamasından korkmaksızın hayata taşır. İman ediyorum dediğimiz şeylerden her hangi biri hayatımızda yoksa ya bilmiyoruzdur, ya henüz ikna olmamışızdır ya da münafık bir şahsiyetimiz vardır. Bilmemek ve henüz ikna olmamak bir süreye kadar belki mazeret olabilir ama münafıklık bir karakterdir asla kabul edilemez.
                Kur’an bizim hayatımızı inşa etmediği sürece anlaşılmayı bekleyen bir varlık olarak kalacaktır. Bizi müsteşriklerden ayıran ya da diğer inanmamışlardan ayıran en temel özellik vahyi bilinçli bir şekilde hayata aktarıyor olmamızdır. Ancak bu aşamalardan sonra islam dünyası adına umut verici bir konuma yükselebiliriz. Çünkü anlamak için emek vermişizdir, şahitliğini de bu bilgi üzerine inşa ederek yapmaktayızdır. Küresel dünyada mazlumlara umut zalimlere ise korku vermenin yolu budur. Yaşanabilir bir dünyayı yeniden inşa etmek bizim vahye bütün alıcılarımızı açarak teslim olmak ve onu bütün duyarlılıklarımızla kabul etmekten geçer. Soru şu biz müslüman olmak ve müslüman olarak ölmek hususunda ne kadar ciddiyet sahibiyiz? Kendimize çok geç olmadan bu soruyu soralım ki aksi takdirde Allah bu soruyu o saat geldiği zaman sorduğunda bizim için çok geç olacak. Tek kaynağı Kur’an olmayan, hakikate susamış bir kalp ile ona yaklaşmayan ve güzel bir ahlakın neticesi olarak ikna olduğu şeyi hayatına taşımayan bir kalp kararmaya ve ebedi olarak yanmaya mahkumdur.