Bugün Müslümanlar tüm dünyada paramparça olmuş vaziyette. Ne dünyanın herhangi bir bölgesinde, ne yaşadığımız coğrafyalarda, ne de bulunduğumuz şehirlerde ve hatta toplumun en küçük birimi olan ailelerde bile İslami anlamda yüreğimize su serpecek, sadra şifa bir gelişme yaşanmamaktadır. Yaşanan bu parçalanmışlık Müslümanlar nezdinde kabul görmüş olmalı ki, tüm İslam coğrafyasında yaşananlar birbirinin benzeri konumundadır. Ümmet’in vahdeti İslam kardeşliği, İslam cemaati gibi söylemler yerini daha ılımlı daha demokratik söylemlere bırakmış durumda. Sadece vakit namazlarında mescitlerde bir araya gelen küçük bir azınlık cemaatle namazını kılıp, 27 kat daha fazla sevap alırım/aldım düşüncesiyle evine dönme gayretinde. Oysa Kur’an’a ve Hz. Rasulün uygulamalarına baktığımızda cemaat olma, taraf olma, birlikte saf tutma, bir binanın tuğlaları gibi dayanışma anlamı taşıyordu. Kur’an’ın bize öğrettiği bu ümmet bilinci öyle bir yapı ki, acıları, kederleri, sevinçleri ortak. Bir müminin ayağına diken batsa diğer kardeşleri onunla aynı acıyı paylaşıyordu. Dolayısıyla bu bilinçli tercih Müslümanları ne yaptığını bilen ve kendi gündemini kendisi oluşturan bir güç haline getirmişti.
Allah Rasulü mesajı doğru anladığı için Allah’ın yardımıyla bunu başarmış ve müminleri bir güç haline getirip kâfirlerin yüreklerine korku salmış ve müminler için de bir ümit kaynağı olmuştu. Hiçbir zaman niceliğe takılmayan Nebi (as) 23 yıllık mücadelesinin semeresini ilkeli duruşuyla almıştır. Elbette ki Allah’ın bahşettiği bu başarıyı bir cümleyle ifade etmek çok kolay, elbette ki yaşanan acılar, çekilen çileler, ödenen bedeller vardı. İslam olup, iman eden her kişi zaten bu bedelleri ödemeye hazır olmalıydı. Tüm Rasuller de bu bedeli ödemişlerdir. Ödenecek bedellerin başında gelen birinci gerçek, Müslümanları parçalamak ve yok etmek veya köşelerine çekilmeye zorlamaktı. Bu zilleti kabul etmeyen Rasul (as) Allah’ın dinini yeryüzüne egemen kılmak istiyordu. Bunu başarmanın ilk şartı olarak müminlerin birlikte olma ve beraber hareket etmeleri gerektiğini biliyordu. “Allah’a ve Resul’üne itaat edin ve birbirinizle çekişmeyin. Sonra gevşersiniz ve gücünüz, devletiniz elden gider. Sabırlı olun. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir”. (Enfal/ 46). Nebi (as) bu mesajı nasıl yerli yerinde anlamışsa, bugün bizim de yüce Rabbimizin muradını ve Resulünün uyguladığı metodu doğru anlamış oluruz. Sonuç olarak diyebiliriz ki, tıpkı namaz gibi, zekât gibi, oruç gibi cemaat olmanın da farz olduğunu vahyin dilinden anlıyoruz. İslam toplumlarında Kur’an’ın üzerimize yüklediği bu farziyet maalesef, büyük oranda anlaşılmıyor.
Galiba Müslümanların en büyük problemi bireysel farziyetleri yerine getirip siyasi ve toplumsal farziyetleri görmezden gelmek ya da görememek. Çünkü her Müslüman namazını kılıyor, orucunu tutuyor, zekâtını veriyor, haccına gidiyor ve velhasıl her türlü ibadetini yapıyor. İslam’dan ve Kur’an’dan koparılan büyük çoğunluk, hakikatle arasına duvar örerek hayatını kendi gettosunda geçirmektedir. Peki, bu kökünden koparılma, körlük/görememe İslam toplumlarının artık tarihe söyleyecek bir sözlerinin olmadığı ve sahnenin dışına itildiği anlamına gelmez mi? Oyun kurucu bir toplum ne oldu da başkalarının oyuncağı haline geldi? Eğer bireyci (liberalist) düşünceden sıyrılıp Allah’ın ve Rasulünün istediği İslam cemaatiyle bir ünsiyet bağı, bir aidiyet duygusu geliştiremez isek bu kötü gidişattan asla kurtulamayız. İslam’ı ve Müslümanları sürekli kötü rollerde oynatan emperyalist kâfirler Müslümanların içerisinden seçtikleri Abdullah b. Ubey b. Selul’leri oyun kurucu olarak sahneye sürmektedir. Sahneye sürülen bu tip oyun kurucular, İslam’ın hayatın tümünü kuşatan dilini eğip bükerek içini boşaltma gayretindeler. Yaptıkları eylemin farkında olup olmadıkları, neticeyi çok da değiştirmiyor. Sormamız gereken bir soru da şu: Birliktelik, cemaat diyoruz ama nasıl? Bugün bu soruya verebileceğimiz cevap yeterli olmayacaktır ama sadece şunu söyleyebilirim ki Allah’ın elçisi nasıl bir yöntem uygulamışsa, bizim de tercihimiz o yönde olmalı. İşte dinin direği olan “Tevhid” insanları sahte değerlerden kurtarıp tek çatı altında toplayacak tek güçtür. Medine’de Mus’ab’ın yaptığı da bu değil miydi? O büyük sahabe ailesinin ona sunduğu maddi imkânları elinin tersiyle itmiş Medine’ye yerleşmişti. İslam’ı doğru anlamış, insanlara da doğru anlatmıştı ve kısa sürede Medine’nin yiğit insanları İslam’ı tercih etmiş ve ortaya güçlü bir cemaat çıkmıştı.
Tevhid bilinci olmadan, camide bile omuz omuza saf tuttuğumuz insanlarla aynı bilinci, aynı kaygıları taşımadığımız için kafirle/küfürle ilgili bir tartışmaya girecek olsak az önce saf tuttuğumuz insanla saflarımız anında ayrışıyor ve karşı saflarda sanki iki düşman oluyoruz. Hatta beraber saf tuttuğumuz insanların büyük çoğunluğu ile ahlak, tesettür, banka, kredi, faiz, helal ve haram gibi mevzuları konuşamıyoruz. Oysa İslam’ın kavramlara yüklediği bir anlam vardır ve hayat bu kavramlar üzerinden yaşanır. “… Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez…”(Ra’d/11). Tek Allah’a inanan ve beraber tekbir getirip beraber secdeye kapandığımız bu insanlar nasıl oluyor da bu kadar farklı düşünüyor? Camide beraber yan yana saf tuttuğu kardeşlerini dışarıda neden düşman görüyor? Ne hikmetse çok sevilen ve adına ağıtlar yakılan bir Nebinin faizi ayaklarının altına aldığını hiç duymadılar ve duymak da istemediler. “Onlara, “ALLAH’ın indirdiğine uyun!” denildiğinde, “Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)a uyarız!” derler. Peki, ama ataları bir şey anlamayan, doğru yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (onların yoluna uyacaklar.” (Bakara/17). İşte bu iman kardeşliğinin olması için önce akletmek gerekiyor. Birçok ayeti kerimede Allah’ın üzerimize farz kıldığı değerleri doğru anlamadan İslam’ı sadece birkaç farzdan ibaret kabul edersek, ortaya güçlü bir cemaat çıkarmak zor görünüyor. İslam’ın hükmünü hayatın her alanına hâkim kılmalıyız ki aynı dili aynı fikri paylaşalım. Örneğin mescitlerde müminlerin aynı dili konuşmaları ne kadar güzel olurdu. Bu acımızı paylaşıp dua edenler gerçekten bunun için dua etsinler.
Tercihlerimizi her zaman İslami hassasiyetle bir dava bilinciyle oluşturmalıyız ki, arzuladığımız bir topluluk/cemaat ortaya çıksın. Çünkü yaşadığımız dünyada kendisini İslam’a ait hisseden iki Müslüman, bir araya geldiğinde batılı paradigmanın bize dayattığı demokrasi konusunda bile anlaşamıyor. Birisi İslam’la demokrasinin, laikliğin asla bir arada olamayacağını söylerken bir diğeri tam tersine İslam’ın kendi bünyesinde demokrasiyi de barındırdığını söylüyor. Oysa biz müminler Allah’ın bize bahşettiği bu dini saf bir şekilde önüne ve arkasına herhangi bir ‘izm’ eklemeden baş tacı yaparsak, işte o zaman, bir bakmışız ki Allah, kalplerimizi birbirine ısındırmış ve kardeşler olmuşuz. Tuttuğumuz saf, bir anlam kazanmıştır ve kâfirlerin yüreklerine bir korku İslam ümmetine de bir ümit kaynağı olmuştur.
Bu bağlamda İslam ümmeti olarak Rasulün Medine’de inşa ettiği kardeşlik bağını doğru anlamamız, olmazsa olmazımızdır. Allah Rasulü mesajı en doğru şekilde anladığı için müminlerin birbirilerine kenetlenmesini istemiş ve başarmıştır. Daha ilk günlerde Medine’de Ensar ve Muhacirler arasında bir kardeşlik tesis etmiştir. Bu kardeşlik sözleşmesi zamanın Yahudilerini ve münafıklarını endişeye sevk etmiştir. Çünkü onların beslendiği tek alan (bugün de olduğu gibi) belki de Müslümanların parçalanmışlıkları olacaktı. Bugün de İslam ümmeti olarak, Rasul’ün örnekliğini ana ilkeleriyle doğru tespit edip hayata geçirmemiz gerekiyor. Allah’ın elçisinden öğrendiğimiz metoda göre her türlü çıkar ilişkisini, dünyevi kaygıları öteleyip Allah’ı razı etmek tek amacımız ve tek kaygımız olmalı. Aksi halde ne cemaatin ne de camilerin bir fonksiyonu olmayacak. Sadece namazın farz olduğunu değil, cemaat olmanın da namaz kadar elzem olduğunu anlamamız gerekiyor. Bu anlamda müminlerin birbirilerine karşı bir ünsiyet bağı oluşturmadan, bulundukları ortamlara karşı bir aidiyet duygusu taşımaları da oldukça zor görünüyor. Müminlerin aralarındaki bağı anlamak için Kur’an’ın mesajını ve Rasulün metodunu doğru okumak gerekiyor. Yani vahyi doğru okuyup kıbleyi doğru yöne çevirdiğimizde Allah’ın emanetine sırtımızı dönmemiz mümkün değil. Yine başlığa dönecek olursak İslam ümmeti olarak gücümüzü korumamız için hiçbir zaman kopmayacak olan Allah’ın ipine sıkı sıkıya tutunmamız ve parçalanmamamız gerekiyor:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm´a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız”. (Ali İmran/103).
İşte bu mesajı ne zaman doğru anlarsak ancak o zaman saflar sıklaşır ve giysilerimiz omuzlarından eskir, saf olmanın, cemaat olmanın, kardeş olmanın hazzını tadarız ve parçalanmışlıktan kurtuluruz. Bu emri eğer üzerimize farz olarak almazsak/alamazsak Allah’ın koyduğu yasayı hiçe sayar ve parçalanmışlıktan kurtulamayız. Bir mümin tek başına Allah’a karşı kulluğunu bireysel manada bir yere kadar yerine getirebilir ancak daha ötesi yoktur. Mutlaka diğer kardeşleriyle beraber hareket etmek zorundadır ve kendisinin yeri Allah, Rasulü ve mümin kardeşlerinin yanı olduğu bilinciyle bir aidiyet duygusu oluşturmalıdır.
Bugün 21. yüzyılda, içimizi acıtan bir örnek de Müslümanlar olarak üç milyon insan Hac günü bir araya geliyoruz ama hiçbir etkimiz yok. Neden? Çünkü orada sadece kalabalığız ama cemaat değiliz. Bedenlerimiz orada eyvallah ama üzülerek söylemem gerekirse kalbimiz ve kafamız başka yerlere ait. Allah aşkına bir düşünelim Allah’ın üzerimizdeki hakkı olan hac farizası sadece namaz kılmak ve tavaf yapmaktan mı ibaret? Aklı ve vicdanı olan herkes bilir ki Rasulün yaptığı Hac ve umre müşrikleri titretiyordu. Çünkü saltanatları, iktidarları ve egemenlikleri sona ermişti. İşte kastettiğimiz güç budur. Allah’ın vâdini de böyle anlamak gerekir kanaatindeyim. Rasul (as) hayattayken Medine’de endişeye kapılan Yahudiler bugün oldukça rahat görünüyorlar. Gerçekten de korkmalarına gerek yok. Siyasi bir söylemi bir hedefi olmayan topluluk üç değil beş milyon olsa ne yazar. Her birimiz birbirine yabancı gözüyle bakıyor, kardeşlerimizin ne dilinden ne de gönlünden anlıyoruz. Ülkelerimize döndüğümüzde başka beldelerden gelen Müslümanları eleştirmekten de geri durmuyoruz. İşte bu ruhsuz ve içi boşaltılmış birliktelikler ister Hac’da, ister camilerde, isterse çeşitli cemaatlerde olsun fark etmez. Oysa Rabbimiz yüzlerce ayeti kerimede “Ey! İman edenler” diye bize hitap ediyor. Bu hitap ne anlama gelir? Demek ki yüce Allah bizi bir topluluk, bir Ümmet ve Cemaat olarak muhatap alıyor. “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Al-i İmran/104). Kurtuluşa ermek için Allah’ın koyduğu yasalardan birisi de demek ki bir topluluk oluşturup hayra çağırmak. Bu ilahi yasalardan yola çıkarak diyoruz ki İslam yalnızlık dini değil, tam tersine cemaat dinidir. Köşelerine çekilip yalnızlığı tercih edenler yorulmuş olabilirler, o zaman ilahi yasa devreye girer yeni bir toplum inşa eder. Dikkat edersek Allah Rasulü Hira’dan bir emanetle döndü. Yüklendiği yük gerçekten ağırdı. Hira’dan döndükten sonra bir daha Hira’ya gitmedi. Risalet’in getirdiği ağır sorumluluk bilinci onu hayatın içerisine itti. Artık yalnızca kendisine, eşine, değil tüm insanlara aitti.
Sonuç olarak Allah’ın bize yüklediği yükü örneğimiz ve önderimiz olan Allah Rasulünden alıp yeni nesillere taşımak zorundayız. Kur’an sayfalarında okuyup geçtiğimiz, unutulan farzları hayata taşımalıyız. Hayra çağırmak hayrı istemek sadece Rasullere has bir görev değil, İslam’la şereflenip Allah’a yürekten iman eden tüm müminler bu görevi üstlenmek zorundadır. Allah’ın Elçileri ortaya bir şahitlik koydular ve görevlerini hakkıyla yapıp bu dünyadan göçtüler ama onların takipçisi olan biz Müslümanlar, bize yüklenen ‘emaneti’ kuşaktan kuşağa aktararak kendi şahitliğimizi ortaya koymak zorundayız. Selam ve dua ile.
Güzel yazı için seni tebrik ediyorum Ahmet abi. Allah ecrini versin.
Allah ecrini versin Müslüman
Bu nokta tahmin ediyorum bir eşik noktası. Burayı aştıktan sonra bir Müslümanın hayatı hiç bir zaman eskisi gibi olmaz kanaatindeyim. Rabbim ayaklarımızı sabit kılsın ve azmimizi arttırsın …