Eski İngiliz Diplomatın İslâm’a Yolculuğu:
İngiliz bir aileden ve aynı zamanda savaş çocuğu olarak İsviçre’de doğdum. Doğumum esnasında, Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren son barış antlaşması, Lozan yakınlarında Türkiye ile imzalanıyordu. Dünyanın çehresini değiştirmiş olan en büyük fırtına geçici olarak durulmuştu, ama etkileri her yerde görünür durumdaydı. Eskiden kesin olduğuna hükmedilen düşünce ve ahlak anlayışları, ölümcül bir darbe almıştı.
İsviçre’de doğmuş olsam da, İsviçreli değildim. Annem Fransa’da büyümüştü ve Fransa’yı diğer bütün ülkelerden daha çok seviyordu, ama ben Fransız da değildim. Peki İngiliz miydim? Hiçbir zaman kendimi İngiliz hissetmedim. Annem İngilizlerin soğuk, aptal, akılsız ve kültürsüz olduklarını hatırlatmaktan hiç bıkmadı. O halde nereye aittim? şimdi geriye doğru baktığımda, bu tuhaf çocukluğun İslâm’a tutunmam için iyi bir zemin teşkil ettiğini görüyorum.
Peki Hıristiyan mıydım? Babamın dinî inancı, doksan yaşında ölüm döşeğindeyken “Orada mutlu bir yer var mı?” sorusuyla sınırlıydı. Babamın ölümünden sonra büyütülme sorumluluğum, anneme kaldı. Annem yaratılış olarak dine kayıtsız değildi, ama kurulu dinlerden nefret ederdi. Bu yüzden çocuğunun müstakil bir akla sahip olmasına destek olmaya çalıştı.
İngiltere ve isviçre’de değişik okullara gittim. Elbette bu okullarda Hıristiyanlıkla ilgili dersler de gördüm. Bunlar benim üzerimde tesir yaptı mı derseniz, hayır! Ne benim ne arkadaşlarımın üzerinde bir etkisi olmadı. Bunda şaşılacak bir şey yok. Din, eğitimin bir boyutu gibi sunulduğunda ve hayatın tümüne nüfuz etmediğinde, nefes alamaz. Din ya hep ya hiçtir. Ya dünyaya ait her şeyi kendi eteğinde toplar, ya da onların gölgesinde kaybolur. Okulda haftada bir iki kez incil okuyorduk. Hepsi o kadar. Dinin gördüğümüz eğitimin omurgasını oluşturan diğer ana derslerle hiçbir ilişkisi yoktu. ALLAH tarihe müdahale etmiyordu. Fen dersinde gördüğümüz olaylara karışmıyordu. Yaşanan olaylarda hiçbir etkisi yoktu. Her şeyi tesadüf ve maddi kuvvetler yönetiyordu.
Oysa ben kendi varoluşumun anlamını bilmeyi istiyordum. Hayatlarında bu ihtiyacı hissedenler, bu hissin açlık ya da cinsel arzu kadar güçlü olduğunu bilirler. Nereye ve niçin gittiğimi anlamadan, hangi ayağımı öne atacağımı bilemezdim.
Bilgiyi nerede arayabilirdim? On beş yaşına geldiğimde, felsefe diye bir şeyin var olduğunu öğrendim. Bu kelime “bilgi sevgisi” anlamına geliyordu. Benim aradığım şey de buydu. Yoğun bir merakla, tıpkı bir kaşif gibi, Descartes, Kant, Hume, Spinoza, Schopenhauer ve Bertrand Russell ve diğerleriyle fikri âlemde yolculuklar yaptım. Çok geçmeden, bir şeyin yanlış olduğunu farkettim. Bu felsefecilerin yemeğinden ne kadar yesem de, tok olmuyordum. Çünkü bu adamlar hiçbir şey bilmiyordu. Sadece zanna dayanıyor, fikirler etrafında kendi kıt akıllarıyla patinaj yapıyorlardı.
Tam bir şüpheci olmuştum. Herkesin kesin gözüyle baktığı şeylerden şüphe duyuyordum. Sonra Mısır üzerine araştırmalar yapan Profesör Perry’nin yazdığı Kadim Okyanus isimli bir kitapla karşılaştım. Perry, Mısır’ın geçmişi üzerine araştırmalar yaparken, dünya üzerindeki inançların birliğine ilişkin şaşırtıcı deliller bulmuştu. Dünyada ne kadar biçim ve sûret farklılıkları var ise de, bunların gerisinde evrensel hakikatler yer alıyordu. Gerçeklik, dünyanın yaratılması, insanlık, insan tecrübesi… tüm bunlarda tezahür eden hakikat, kanımız ve kemiklerimiz kadar bizim bir parçamızdı.
Modern dünyada inançsızlığın başlıca sebeplerinden birisi, karşılıklı duruşlarıyla çelişki anlamına gelen dinlerin çokluğudur. Uzun zamandan beri Avrupalılar kendi ırklarının üstün olduğuna inandıkları için, Hıristiyanlığın tek doğru din olduğu hususunda şüphe etmediler. Kendilerini dinlerin evrim sürecinin tepe noktası olarak gördüler. Ne zaman ki bu ırksal güven gerilemeye başladı, şüpheler aldı başını yürüdü. Hıristiyanların yalnızca kendilerinin kurtulacağına inanmaları ne kadar doğruydu? Ayrıca aynı iddiayı Müslümanlar da dile getiriyordu. O zaman kim haklıydı? Bundan nasıl emin olunabilirdi? Perry’nin kitabını okuyana kadar, bu sorulara cevabım, hepsi aynı anda haklı olamayacağına göre hepsinin de yanlış olduğuydu. Din insanların kendi kafasında kurduğu bir şeydi benim için. Ama başkalarının yaptığı gibi, “hurafe”nin yerine “bilimsel” gerçekleri de koyamazdım. Çünkü bilim, asla ispatlanamayacak olan aklı ve duyusal tecrübenin yanılmazlığı üzerine temelleniyordu.
Yıl 1939’du. Cambridge Üniversitesi’ne başladığımda savaş patlak vermiş ve iki yıl sonra kendimi orduda bulmuştum. Almanların beni öldüreceği ihtimalinden çok korkuyordum. Çünkü artık takıntı haline gelen sorularıma cevap bulamadan ölebilirdim. Bu vakit darlığı bile beni kurulu dinlere yöneltmedi. Arkadaşlarımın çoğu gibi, ben de kiliseyi aşağılıyordum, yapmacık bir saygı gösteriyordum. Ama sonra bu düşmanlığımı yumuşatmama neden olan bir olay yaşadım. Birkaç arkadaşımla King Koleji’nin salonunda kahve içip sohbet ediyorduk. Derken dinden konuşmaya başladık. Masanın başında zeki bir arkadaşımız oturuyordu. Biraz da onu etkilemek için “Bugün akıllı hiç kimse, dinlerin tasvir ettiği yaratıcıya inanmaz” dedim. Cevap vermeden önce üzgün bir ifadeyle yüzüme baktı ve “Tam aksine, bugünlerde akıllı insanlar sadece ALLAH’a inananlardır” diye cevap verdi. Masanın altında kaybolmak istediğimi bugün gibi hatırlıyorum.
Sonradan esaslı bir arkadaşım olan yazar Leo Myers, o zamanlar İngiltere’nin tek felsefî romancısı olarak saygı görüyordu. Benden kırk yaş büyüktü. ıçimi kemiren sorularıma onun Kök ve Çiçek (The Root and the Flower) romanı hem cevap verdi; hem de merhametli bir sükûnet hissi sağladı ruhuma. Bu kitap insanın varlık karmaşasını bilgece çözüyordu. Ona yazmaya başladım, o da bana cevap yazdı. Üç yıl boyunca ayda en az iki kez olmak üzere yazıştık. Sonra buluştuk ve dostluğumuz iyice pekişti.
Fakat her şey göründüğü gibi değildi. Bana yazdığı mektupları tekrar incelediğimde, ruhunda eziyet, üzüntü ve hayal kırıklığının çöreklenmiş olduğunu farkettim. Maneviyat ve mistisizmle büyülendiğinden, hiçbir dine bağlanmamıştı. Artık yaşlandığını hissediyordu, fakat kendisini iyi edecek reçeteyle bir türlü yüzleşemiyordu. Mektuplaşmaya başladığımızdan üç yıl sonra intihar etti.
Leo Myers’ın ölümü, bana kitaplarında öğrendiğimden daha çok şey öğretti. Onun bilgeliği, sadece kafasındaydı ve insanî özüne hiçbir zaman nüfuz edememişti. Bir adam hayatını manevi kitaplar okuyarak ve büyük mistiklerin yazılarını tefekkür ederek geçirebilir. Böylece ahiret ve dünyanın sırlarını çözdüğünü hissedebilir, ama bu bilgi o insanın kendi tabiatıyla birleşmedikçe kısır ve sonuçsuz kalır. Bu farkındalık bende şu düşünceyi doğurdu: Basit bir kavrayışla ama bütün kalbiyle ALLAH’a dua eden bir adam, en üst derecede manevî ilimleri bilen birinden daha değerli olabilir.
Myers, büyük ölçüde Hindu Vedanta’nın kitabından etkilenmişti. Bu kitap Hinduizmin metafizik öğretilerini anlatıyordu. Vedanta o saatten sonra benim öncelikli ilgi alanım oldu ve o yolla İslam’a kavuştum. Bu söylediğim, pekçok Müslüman’a şok edici gelebilir. Ama yaşadığım gerçek bu. Hindular neye inanırsa inansınlar, Vedanta saf birlik, tek hakikat öğretisidir ki İslam’da bunun karşılığı “tevhid”dir. Kraliyet Askeri Koleji’nde iken birkaç yıl Vedanta ve Taoizm hakkında biraz daha derin okuma fırsatı buldum. Sonuçta eşyanın ardında “nihaî hakikat” olduğunu daha iyi kavradım. Artık varlık âlemi benim için rüyanın ötesinde bir şeydi. Fakat hâlâ bu hakikati tanrı diye isimlendirmeye hazır değildim.
Ordudan ayrılınca yazmaya başladım. Düşüncelerimi düzene koymak için yazmam gerekiyordu. O zamanlar bir yayınevinin başında bulunan T. S. Eliot’la tanıştım. Yazılarım, En Zengin Damar (The Richest Vein) adıyla kitaplaştı. Aynı dönemde hayatının büyük bölümünü şeyh Abdülvahid ismiyle Kahire’de geçirmiş olan Fransız Rene Guenon’u da keşfettim.
Guenon beni özellikle sarstı; çünkü inanılmaz entelektüel kesinliğiyle modern (Batılı ya da Batılılaşmış) insanın garanti gördüğü bütün varsayımları alt üst ediyordu. O, kadim gelenekten bahsediyordu. Büyük dinlerin kökenindeki metafizik öğretiyi ortaya koyuyordu. Bu geleneğin dili sembolizmin diliydi ve bu dili yorumlamada onun üstüne kimse yoktu. Dahası “ilerleme” fikrini ters yüz eden de oydu. ınsan manevî mükemmellik yolundan geriye düştükçe, Karanlık Çağ’a giriyor; eski kültürler yok ediliyor, tüm seçenekler masadan kalkıyor ve niteliğin yerini nicelik alarak çöküş kendi sonuna yaklaşıyordu. ıtiraf etmek gerekir ki, onu okuyan ve anlayan hiçkimse, bir daha asla eskisi gibi kalamıyordu.
Guenon okuduktan sonra, bakışı dönüşmüş başkaları gibi, ben de yirminci yüzyılın dünyasına yabancıydım artık. O, düşüncelerini İslam’ı kabul ettikten sonra oluşturmuştu. İslam daha öncekileri toparlayan Son Vahiy’di. Fakat ben henüz onun yolunu kabul etmeye hazır değildim. Leo Myers gibi henüz kendi içimdeki çelişkileri çözememiştim. Yine de, artan bir merakla İslam’la ilgili kitaplar okumaktan da kendimi alamadım.
Bu ilgimin artışında Ortadoğu’da çalışan ve orada İslâm’a karşı ciddi önyargılar geliştiren yakın bir arkadaşımın da etkisi oldu. Ona göre bu dinin manevî bir boyutu olamazdı. Her şey şekilciliğe, kör itaate, akıl dışı yasaklara, tekrarlı ibadete, bağnazlığa ve riyakârlığa indirgenmişti. Bu arada, iş bulamadığım için fakir bir hayat sürüyordum. Kahire Üniversitesi’nde bir iş bulunca, hiç düşünmeden 1950 Ekim’inde 29 yaşındayken Kahire’ye gittim. Üniversite’de evini Mısır hükümetinin yaptığı İngiliz Müslüman Martin Lings de çalışıyordu. Guenon’un arkadaşı olan Lings, daha önce rastladığım kişilere benzemiyordu. O zamana kadar kafamda ürettiğim teorilerden daha fazlasını yaşamına katmış biriydi. Bütün, tutarlı ve huzurlu bir insanla sonunda tanıştığımı anlamıştım. Şehrin dışında geleneksel bir evde yaşıyordu. Her hafta sonu onu ve eşini ziyaret ederek, modern Kahire’nin gürültüsünden kurtuluyor, zamanın durduğu bir yere iltica ediyordum. Orada yaşadığımız dünyanın kabul gören (ve benim de alışmış bulunduğum) gerçekleri, gölgeli bir karartıya dönüşüyordu.
Galiba benim ihtiyacım, iltica etmekti. Önceki hayatımın hiçbir değeri yoktu. Üniversite’de derslerimde öğrencilere aşk şiirleri okuyordum ve okurken gözlerimden yaşlar akıyor, öğrenciler birbirlerine, “işte kalbi olan bir ingiliz!” diyorlardı. Çünkü tüm ingilizlerin buz gibi soğuk olduklarını düşünüyorlardı.
Aslına bakarsanız Mısır’a gelişim de bir ilticaydı. Bu genç Mısırlıları sevdim. Zamanla onların inançlarını da sevmeye başladım. Çünkü bu genç insanlar iyi Müslümanlardı. Artık şüphem yoktu. Kararımı vermiştim; eğer kendimi bir dine adarsam bu ancak İslam olabilirdi. Ama henüz değil! Aziz Augustine’in duasını hatırladım: “Tanrım, beni temizle, ama şimdi değil!” Sonra çağlar boyunca gelip geçen genç insanları düşündüm. Belki pek çoğu temizlenme, rahmet ya da daha iyi bir hayat için dua etmişlerdi, ama benim gibi bunun gereğini hep yaşlılık yıllarına bıraktıkları için belki de bulundukları hâl üzere ölmüşlerdi.
Eğer Mısır’dan ayrılırsam, bir daha İslâm’a bu kadar yakın olma fırsatı bulamayabilirdim. O yüzden ciddi bir karar vermem gerekiyordu. Müslüman olma kapısı önümde açık duruyordu. O kapıdan girmediğim takdirde belki sonsuza dek bir daha açılmayacaktı. Müslüman bir hayat sürme hususunda yeterince güçlü bir karakterim olup olmadığını da düşündüm ve bir karara vardım.
Martin Lings’e gittim. Öykümü anlattıktan sonra bana kelime-i şehadeti söyletmesini istedim. Biraz tereddüt geçirse de, bu isteğimi yerine getirdi. Korkuyla ama büyük bir zevkle ilk namazımı kıldım. Ertesi gün Ramazan ayı idi ve ben hiç ummadığım halde oruç tuttum. Kısa bir süre sonra öğrencilerime bu gerçeği açıkladım. Buna tepkileri sıcak bir kucaklama oldu. O zaman anladım ki, daha önce aramızda bir tür barikat varmış. şimdi ise onların kardeşi olmuştum. İçlerinden biri her gün bana Kur’ân öğretmeye geldi.
Yıl sonu geldiğinde üniversitede çalıştığım bölüm benden habersiz işime son vermişti. Mısır’dan ayrılacağım gün, aynada yüzüme baktım. Yüz aynı yüzdü, ama derinlerde başka bir insanı saklamaktaydı. Ben bir Müslümandım! Mısır’dan ayrılırken hâlâ bir hayret hâli içindeydim.
KİTABIN ÖZETİ:
İnsan yayınlarının 1992 basımlı bu kitabı toplamda 460 sahifeden meydana gelmektedir. Üç bölüm şeklinde yazılmış bu kitap 1. Bölümde “Dine Bir Yaklaşım” başlığını alt başlıklar kullanarak işlemiş, 2. Bölümde “Dinin Tevekkünü” konusunu yine alt başlıklar altında işlemiş 3. Bölümde ise dinin meyvaları konusunu işlemiştir.
“İslam cemaatine doğuştan değil de sonradan dahil olmuş kişi, dinin temelini oluşturan Kuran ve peygamberin sünnetine bağlanır. Bununla birlikte, bu kişinin alışkanlıkları ve davranışları doğuştan müslüman olanlarınkinden farklıdır. Onların maneviyatına sahip değildir. Ve onların zayıflıklarından, özelliklede onların tarihlerinin yakın geçmişinin ürünü olan psikolojik komplekslerden azadedir. Bütün insanlığa gönderilmiş bir din olan islam’ın sahip bulunduğu dayanıklılık ve yapı zenginliğini zamanla bu dine girmiş Farisi, Berberi, Moğol, Türk, Hintli, Malezyalı ve Afrikalı yabancılara borçlu olduğunu bildiğinden bir Arap taklitçisi de olmaz.”
“Batılı müslüman, yönünü değiştirse de kimliğini değiştirmez. O, kendisini şekillendirmiş olan ve içinde doğmuş olduğu kültürün kendisine has rengiyle boyanmış olduğundan bu kültürün sorduğu soruları sorar. Geleneksel müslümanların yabancısı olduğu fakat Avrupalı geleneğe rengini vermiş bir duygu olan dünyanın muğlaklığı duygusu ile trajedi duygusunu yitirmemiştir. Bunun yanında, Avrupa’nın mazisindeki hayaletler onu hala sık sık ziyaret etmektedir. Ecdadına ait tanıdık sesler kesilmemiş olmakla birlikte o, onlarla arasına mesafe koymuştur.”
“Bu kitap, kafa yapıları Batı kültürü tarafından şekillendirilmiş insanlar için yazılmaktadır.”
“Allah izin verirse, kendisinden kristalleştirilmiş malzemeyle meydana getirilmiş iyi ve kötü, makul ve saçma; kültür ve medeniyetlere kaynaklık etmiş olduğu gibi dinin de kaynağı olan vahyin ışığında, doktrin, tarih ve toplumsal hayatı da gözden geçirmek suretiyle müslüman olmanın ne anlama geldiğini göstermeye çalışacağım. Bununla birlikte, ilahi kemalatı yansıtan bütünü kelimelerden örülmüş hiçbir ağla yakalamak mümkün değildir. Bu kitapta yer alan her ifadenin peşine islami bağlamda çok büyük önemi olan bir formülü memnuniyetle eklemek isterim. Bu formül en iyisini bilenin ancak ve ancak Allah olduğu; yaşayanların ölümü her zaman akılda tutmaları, yazmakta ya da konuşmakta olan insanların da kendilerinin nisbi cahilliklerini ve perspektiflerinin sınırlı olduğunu unutmamaları gerektiğidir. Vallahu a’lem”
DİNİN TEVEKKÜNÜ
İSLAM VE AVRUPA
Yazar bu bölümde Avrupa’nın islama bakışına değinerek en iyimser bakış açılarının bile olumsuz olduğunu vurgulamaktadır. Küfür dini, şeytani kökenli sahte din Muhammed’in ise deccal olduğu vurgulanmaktadır. Papa 3. İnnocent, Muhammed’in deccal olduğunu söylemiş, yaklaşık 700 yıl sonra ise kaşif Daughty Muhammed’i alçak ve kahpe bir Arap olarak tasvir etmişti. Daha sonra eseri uzun yıllar okullarda standart bir ders kitabı olarak okutulmuş olan H.A.L Fisher, Kur’anın kaba ifadelerine göndermelerde bulunmuş ve Muhammed’in zalim, hilekar şehvet düşkünü ve cahil olduğunu söylemiştir. En iyimser müşriklerin bile Kur’anı Muhammed’in yazdığı iddialarına yer vermektedir. Ve Batı’nın, sömürgeciliğin artmasıyla birlikte islam dünyasına küçümseyici bir gözle baktığını buna karşın Müslümanların da aşağılık duygusuyla hareket ettiklerini ifadelendirmiştir. Hristiyanlık hakkında doğru bir bilgi sahibi olmak isteyen batılıların çok azının hristiyan olmayan yazarlara yöneldiğini ama tam tersi müslüman yazarların kendi dinlerini öğrenmek için Batılı kaynaklara yöneldiğini anlatmaktadır. Yöneldikleri bu batılı yazarlarında hemen hemen hepsinin tipik liberal agnostik yazarlar olduğunu vurgulamaktadır. Yani Allah’a inanmayan hristiyan yazarlar.
Kendinden emin ve otoriter bir şekilde yazmakta olan geleneksel müslüman, dini bağlamda batılı düşüncede hakim olan soruları nasıl cevaplayacağını bilmemektedir diyor. Ona göre Kur’anın hakikati öylesine zorlayıcı ve öylesine aşikardır ki bir inançsızı bu kitap ikna edemezse kendisinin biçare gayretleri asla ikna edemeyecektir diyor.
Bununla birlikte Batı’da yayınlanmakta olan kitapların büyük bir bölümü modern eğitim çarklarından geçmiş müslümanlar tarafından yazılmaktadır. Yani bu yazarlara tipik liberal batılı gibi düşünüyorlardı. Gaı Eaton’un deyimiyle bunlar islamın Tom amcalarıydı. Ve Kur’an’ı tamamen Batı’nın bilimi ve felsefesine uygun hale getirerek okumayı vaaz ediyorlardı. Bu Tom amcalar müsteşriklerin İslamı övücü bir satırını yakalayabilmek için günlerce kitap karıştırdıklarını bulurlarsa adı unutulmuş bir gazetede ve adı unutulmuş yazarlara kadar iktibas yapabilmek için düşmekteler diyor. Ve ekliyor körü körüne savundukları bu Batı medeniyetinin çok ciddi eleştirilere açık olduğunu akıllarının ucuna dahi getirmediler diye eleştiriyor. Müslümanların Batı medeniyetinin iyi yanlarını alacağız kötü yanlarını da reddedeceğiz düşüncesini sağlıklı bulmamaktadır. Nasıl ki islam kendi başına organik bir bütünse Batı medeniyeti de sebep ve sonuç ilişkileri incelendiğinde aslında bir bütündür diyor. Ondan bir tel koparmak bu telin sayısız görünmez liflerle diğerlerine bağlı olduğunun farkına varmanızı sağlayacaktır. Bütünden çıkarılan küçük bir iyi kırıntısı yapı bütünün pek çok parçasını da beraberinde getirecektir. Işıkla birlikte gölgelerimizin de gelmesi gibi. Olumlu olan yanların yanında tüm olumsuzluklarda sökün edecektir.
Gaı Eaton Seyyid Hüseyin Nasr’ın bir gözlemine değinerek kelime ve ifadeler müslüman yazarların birçoğunca öyle kullanılmışlardır ki bunlar uğranılan kültür şokunu ortaya sermektedir. Ve çoğunlukla acı çekmelerinin müsebbibi olan Batı’ya karşı duyulan aşağılık duygusunu ele vermektedirler. Yazmış oldukları eserler, daha çok Batı medeniyetinin yargı ve normlarının esiri olmuş bir kafa yapısını açığa vurmaktadır.
İslamın sade bir din olduğunu vurgulayan Gaı Eaton müslümanların bu düşünceyi bayağı seviyesine çekmelerinden yakınmaktadır. Öyle bayağı seviyeye çekmişlerdir ki Kur’an hiçbir tefsire gerek olmaksızın bir defada okunup anlaşılabilen bir kitaptır. Allah hükümrandır İnsan ise köledir. Ne emredilirse onu yapar aksi takdirde lanetlenir. Felsefi karmaşıklık, tasavvufi aşırılık ve kelami spekülasyonlardan örülü örümcek ağı saf dinin giderek üzerini örtmemiş olsaydı Hristiyanlık hiçbir zaman galip gelemeyecek her şey yolunda gidecekti. O zaman yapılması gereken şey Kur’ana ve sünnete geri dönmekti. Öyleyse tüm kitaplar atılmalıydı. İşte bu düşünce Gaı Eaton’a göre bayağı bir düşüncedir. Kuran düşünenlere ve tefekkür edenlere hitap etmekte ve bizden zihni melekelerimizi tam anlamıyla kullanmamızı istemektedir. Bu yüzden müslümanlar dinlerinin temelini derinleştirmek, derinleştirdikleri gibi onu günümüzün araştırıcı sorunlarından korumak konusunda duygusal coşkunluk ve körü körüne itaatten medet ummaya hakları yoktur. Geçmişte yaşayan tefsircilerin konuya hakimiyeti ve derinliği günümüzün yüzeysel derinlikten yoksun tefsir anlayışı ile karşılaştırıldığında içine düştüğümüz güdükleşmenin de farkına varılacaktır diyor.
İslamın yayılışı batı medeniyetinin yayılışından daha kansız, daha yağmasız olmuştur diyor. Batı, meydanlarda daha fazla ceset, daha fazla yağma bırakırken islam bunu yapmamıştır diyor. Müslümanlar Allah’tan korkarak hareket etmekteydiler diyor. Ve müslümanlar islamın toprağında hangi ülkede olurlarsa olsunlar Lailahe İllallah pasaportuyla kendi evinde gibi rahat ediyordu diyor.
İsrail konusuna da değinen Gaı Eaton Kral Abdulaziz bin Suud’un ABD başkanlarından Roosvelt’e “neden yahudilere Almanya’nın en seçkin topraklarından birini vermiyorsunuz diyordu oysa soruyu yanlış soruyordu çünkü ABD o kadar çok yahudiyi seviyorsa neden 48 eyaletinden birini onlara tahsis etmiyordu diye sorması gerekirdi diyor. Araplarında dediği gibi beyaz adam kendi toprağını değil başkalarının toprağını vermek istiyordu. İsrail’in kurulma sebebini Gaı Eaton dünyada yahudi düşmanlığına duyulan ihtiyaca bağlıyor. Yahudilerin asimile olmaması için batıda yahudilerden kan banyosu yaptırılmıştı. Batı ve ABD suçluluk duygusuyla vicdanlarını temizlemek adına İsrail’i Filistin topraklarında kurdular. Dünyanın yahudi düşmanlığına olan ihtiyacı ise müslümanları bu mesele ile meşgul ederken Batı ve ABD; Afrika ve orta Asya’nın kimi bölgelerine eş zamanlı olarak koloniler çıkarmaktaydı. Mesela Tunus’a Fransızlar çıkmaktaydı. Müslüman halklara medeniyet öğretme adına beyaz erkek ve kadınlara yer açmak için kaldırımlardan kenara itilmeye müstehak bir halk olarak görülüyordu Filistinliler. Tüm bunlar müslümanlarda küçük düşürülmüşlük duygusunu beraberinde getirirken bu duyguda öfkeyi beraberinde getiriyordu. Bugün islam dünyası İsrail’den daha çok onu gözeten ABD’ye karşı öfke beslemektedir.
SÜREKLİLİK VE ÇELİŞKİ
Süreklilik ve çelişki bölümünde Gaı Eaton vahyin Adem’den bu güne değişmezliği üzerinde durmuş eğer çelişki olsaydı diyor Allah niçin her kavme farklı şeyler söylemiş olsun ki diyor. Ya da neden bir takım söyleyeceklerini geciktirmişte sonra söylemiş olsun ki diyor. İslam hristiyanlıkta olduğu gibi evrensel bağışlanma adına kendini kurban etmek yerine kendilerine vahyedilen sözleri yaşamasını müslümanlara hatırlatmaktadır.
İslamı parçalanmaktan koruyan üç şeyi sıralarken bunların ilki şeriat; ikincisi bütün müslümanları bir araya getiren hac ve sonuncusu muttaki ilim sahiplerinin icmalarına verilen önem olduğunu ifadelendirmektedir.
Beşeri dile yansıtılmış olan Allah kelamının ne mutlaka her “i”nin noktasını koyması ve her “t”nin çizgisini çekmesi, ne de bizi manevi, akli ve hayali gayretten muaf tutması gerekiyor. Kur’andan uygun düşen bir iktibasla desteklenmeyen hiçbir düşünceyi kabul edilebilir bulmamakta direnmek suretiyle dinin saflığını muhafaza ettiklerini sanan kişiler aslında islamın evrenselliğini sınırlamakta ve onu zamanla diğer dinler seviyesine düşürmektedir diyor Eaton.
Herbiri farklı şekillerde olmalarına karşın, dinle bir topluluğu fırtınalı denizlerin bir ucundan diğer ucuna taşımak için inşa edilmiş gemilerdir. Bu gemilere binmeyenler boğulacaklardır. İnsanlar yüzmeyi unutmuş olmasalardı bu gemiler gönderilmeyecekti.
İslam ve hristiyanlığı değerlendiren Eaton; hristiyanlığı ateşle özdeşleştirirken islamı soğuk parlaklığıyla her türlü pisliği kapatan, kokmasını engelleyen kardan beyaz yorgana benzetmektedir. Frithjof Shuon’un tespitiyle hristiyanlığa gelmek diyor; “bazı acılardan insanın geçmişteki hayatını değersiz ve beyhude gösteren bir aşkın başlangıcına benzer bir “ ölüm sonrası yeniden” dünyaya geliş gibidir. İslama girmek ise diyor; bunun tam aksine, mutsuz bir aşktan uyanmaya, sarhoşluktan sonra ayılmaya ya da perişan geçirilmiş bir gece sonrası sabah diriliğine benzer. Hristiyanlıkta kendi ırsi bencilliğinde donarak ölmekte olan nefs, merkezi ateş olan İsa tarafından ısıtılarak hayata döndrülmektedir. İslamda ise aynı bencillik tarafından yapılan tazyik yüzünden nefs, nefes alamamakta iken uçsuz bucaksız serin bir saha şeklinde ortaya çıkan islam onun nefes almasını ve sınırsız bir şekilde genişlemesini sağlamaktadır.
Eatan, dünyada her şeyin hem kendisine ait bir yüzü hem de rabbine ait bir yüzü vardır diyor. Kendine ait yüzü açısından bir hiç, Rabbe ait yüzü açısından bir varlık olduğunu Gazali’den örneklendirmektedir. Her iki yüzde mevcuttur ama önemli olan bizim hangisine rabt edeceğimizdir.
HAKİKAT VE RAHMET
Allah’tan başka ilah yoktur demek yegane mutlak olanın yanında hiçbir şeyin mutlak olmadığını, bölünmez ve tek olan hakikatın dışında tamamıyle gerçek hiçbir şeyin bulunmadığını ifade eder. Yine aynı şekilde Kadir’den başka Kudret; Afüv’den başka merhamet ve beşeri tecrübenin karanlık cephelerine geçtiğimizde, kahhardan başka kahredici, müntakimden başka intikam alıcı yoktur. Ve yine aynı şekilde kaldıran ve indiren, zenginlik veren ve alan, mutlu ya da mutsuz eden yalnızca odur. O vasıt ve müsebbib olandır.
Şehadet, Allah’ın kendisiyle Allah’tan gayrı olanı birbirinden ayırır ve Allah’tan gayrı olan her şeyi kendi aslına ve gerçek kimliğine irca eder. İslam bir olana boyun eğmektir. Ve Kur’anın bildirmekte olduğu gibi yeryüzündeki ve gökyüzündeki her şey isteyerek ya da istemeyerek ona gelmiş ve isteyerek boyun eğmiştir. Allah’tan başka güç ve kudret yoktur. Doğal olarak müslümanlar için şirkten daha büyük günah yoktur.
Rahmet kelimesi ve ondan türeyen kelimeler olan er-rahman (merhameti bol olan)ve er-rahim’in (bağışlaması bol olan) kökü olan RHM her şeyden önce rahim anlamını taşımakta, insan denilen aciz varlığı bağrında korumakta ve doyurmakta olan rahmetin annelik karakterine işaret etmektedir.
Er- rahman, bizi ve her şeyi kuşatan berrak ve ışık dolu mavi gökyüzüne, er-rahim ise bu gökyüzünden gelen ve olayların ve bireysel hayatların içine sızmak suretiyle yeryüzünü canlandıran bir ışına benzediği söylenir. Kur’ana göre er-rahman Kur’anı vahyetmiş, insanı yaratmış, ona konuşmayı öğretmiştir. Eğer bir olan Allah aynı zamanda er-rahman da olmasaydı hiçbir yaratma, hiçbir zuhur varolmaz, sadece ilahi zatın ebedi ve ezeli olarak kendisiyle kaim oluşunun deruniliği var olurdu. O aynı zamanda er-rahim de olmasaydı bütün yaratıklar buza dönüşürdü. Gerçektende kendilerinde merhamet ve şefkatin hiç bulunmadığı erkek ve kadınlar ancak ateş vasıtasıyla yumuşatılabilecek kadar buz tutmuş kalplere sahip insanlardır diyor Eaton.
KİTABIN DÜNYASI
Eaton bu bölümde kitaba iki hastalıklı bakıştan söz etmektedir. Bir yandan islam dünyasının içinden yanlış bir bakış diğer yandan batıdan yanlış bir bakış. Bu bakışlardan ilki okuyanın hemen neden müslüman olmadığını anlayamıyor diğeri ise müslümanlar bu saçma kitaba nasıl inanıyorlar diyor. Bunun sebepleri üzerine duran yazar birinci problemi Kur’an’ın diziliş sırasında buluyor. Kuran’ın 23 senede indiğini hatırlatan yazar, dünyevi konularla ilgili olan uzun kısımların kitabın başında şiirsel olan daha kısa surelerin sonda düzenlendiği için mealden okuyanların sıkıldığından bahsetmektedir. Bir diğer sebepte Kur’anı aslından değil mealden okumak diyor. Çünkü Kur’anın dili arapçadır diyor. Vahyedilmiş mesajın güç ve etkisi sadece kullanılan kelimelerin kelime anlamlarında değil, aynı zamanda bu anlamların içine dahil edilmiş oldukları gövdede de mevcuttur diyor. Vahyi oluşturan muhteva bu vahyin nakil aracı olan lisandan bağımsız değildir. Bu iki öğenin meallerde olduğu gibi yoksullaştırmadan birbirinden ayırmanın mümkün olmadığını ifadelendirmektedir. Bir meal kendi tarzında mükemmel olsa ve anlamaya yardımcı olsa da diyor hiçbir meal Kur’an olamaz ve Kur’an olarak telakki edilemez.
Vahiylerle diğer kitapları karşılaştıran Eaton, diğer kitapların pasif olduğunu, teşebbüsü okuyucuya bıraktığını fakat vahyi bir eylem ve ilahi emir olarak nitelendirmektedir. O kendisine duyarlı olanların kalplerinde yıldırım çakışı gibi etki yapar, onlara yeryüzünde Allah’ın halifeleri olduğunu hatırlatır ve körelmiş duygularına canlılık kazandırır diyor.
ALLAH’IN RESULÜ
İslamı anlamaya çalışan hristiyanın Hz. Muhammed ile hz. İsa’yı kıyaslamaktan vazgeçmesi gerektiğini her ikisinin de eşyanın nizamında tamamen farklı rollere sahip olduğunu altını çizmektedir. Gaı eaton bu bölümde peygamberin peygamberlik gelmeden önce ve geldikten sonraki Mekke sürecini anlatmakta ve isra ve miraç olayını kabul etmekte peygamberin beyaz katırla eşek arası ismi burak olan bir hayvanla göğe yükseldiği efsanesine inanır.
PEYGAMBERİN ŞEHRİ
Bu bölümde yazar peygamberin Akabe biatından sonra Medine’ye hicreti ensar ve muhacir ilişkilerini ve savaşları anlatmaktadır. Ayrıca bu bölümde dikkati çeken bir diğer konu peygamberin çok kadınla yaptığı evliliktir.
Batılıların bu durumu, hayret verici ya da komik bulduklarına değinir. Kişilerin kendi kültürlerine göre düşünüp farklı kültür ve ortamı anlama zahmetine girmeyenleri müslümanlarında anlama zahmetine girmelerinin lüzumsuz olacağına değinir ve tek hanımla evlenmekte çok hanımla evlenmekte kendine özgü meziyetleri gerektirir diyor yazar. Ve bu iki meziyetide ortaya koymak resulün kaderiydi ve yapması gerekiyordu diye ekliyor. Ayrıca bir başka açıdan Eaton müslümanlar yeryüzünün ihtiyaçları ile Allah’ın iradesi arasında hiçbir çelişki görmez aksine onların birbiriyle uyum içinde olduklarına inanırlar. Bir insan olarak peygamberin ihtiyaçları Allah tarafından dilenmiş olduğundan, bu ihtiyaçların giderilişleri, zevahir ne olursa olsun asla ihlal edilemez olan ezeli uyum gereğidir demektedir. Ayrıca peyhamberin maddi ve hukuki meselelerde eşlerine eşit davranmış ve gecelerini onların arasında hakkaniyetle bölmüş ve seferlerinde hangisinin kendisine eşlik edeceğini kura çekerek belirlemiştir. Ama duygusal olarak en fazla Aişe annemizi sevmiştir ki buda eşlerini arasında kıskançlığa sebep olmuştur.
Birgün peygamber elinde bir gerdanlıkla hanımlarının bulunduğu odaya girer ve gerdanlığı havaya kaldırarak bunu içinizde en sevdiğim kadına vereceğim der. Herkes bu kişinin Aişe olduğunu düşünür ve peygamber bir süre sessiz kalır. Herkes meraklanır ve peygamber küçük torununu çağırır gerdanlığı ona takar. Aişe kıskanç bir kadın olarak anlatılır rivayetlerde Hz. Muhammed bir keresinde Aişe’ye yarı takılarak, cenazesinde kendisine dua edebilmesi ve kendisini defnedebilmesi için kendisinden önce ölmek isteyip istemeyeceğini sormuştu. “cenazemden döndükten sonra kendini başka bir kadınla avutacağını düşünmeseydim demişti bunu çok isterdim. Ashabın Muhammed (as)’ın evindeki konuşma özgürlüğüne şaşırdıklarını anlatan Gaı Eaton Ömer’in eşinin Ömer’in karşısında konuşmaya çekinirken Ömer’e sen beni konuşturmuyorsun ama kardeşin Hafsa peygamberle tartışıp ona karşılık veriyor demiş. Bunun üzerine Hafsa’ya bunu sormak için gittiğini ve Hafsa’nında bunu doğruladığını ve Ömer’in de Hafsa’yı Allah’ın azabı ve peygamberin gazabına karşın uyardığı rivayetine de yer vermektedir.
Peygamberin cezalandırmada ki sertliğine değinen Eaton bu cezalandırmaların aşırıya kaçma olmadığını ve suçla orantılı cezaların olduğunu vurgulamıştır. İslamın güçlenmesinden sonra müslüman olan Ebu Süfyan’ı hakikat bir güç olarak kendini ortaya koyduktan sonra dini kabul edebilen insan olarak tanımlamıştır.
HALİFELER
Peygamberin ölümünden sonra halifelere değinen yazar, Ebubekir irtidat edenlere karşı savaşını anlatmış ve halkın içinden biri olarak kaldıklarını ve görevlerini ne kadar mükemmel yapma azmi içinde olsalar da yine de eksik yaptım düşüncesiyle sürekli daha çok koşturmakta olduklarını anlatmıştır. Hz. Ömer’in sürekli fetihlerle büyüyen islam topraklarının karşısında askerlerin ele geçirdikleri ganimetle şımarmasından ve toplumun ifsada uğramasından çekindiğini özellikle Amr İbnül As’a ve Halid bin Velid’e karşı katı olduğunu Mısır’ı fetheden As’ın elinden Mısır’ın maliyesini aldığını anlatmaktadır. Amr İbnül As’ın bu durumu sütünden başkalarının faydalandığı bir ineğin boynuzlarını tutmakta olan kişi durumunda olduğunu homurdandığını anlatmaktadır. Ömerin adaleti burda da konu edinmiştir.
Ömer’in Suriye’yi bir seyehatini analatan yazar, müslümanların yaşadığı bir telaşı anlatır. İslam’ın ilk müezzini olan ve peygamberin ölümünden sonra bir daha ezan okumayı reddeden Bilal, orada inzivaya çekilmişti. Liderler onun yanına gitmiş ve bu özel durumda ezan okuması için ona yalvarmışlardı. Yaşlı Afrikalı razı edilmiş ve hala yüksek ve net olan tanıdık ses kalabalık üzerine yayılmaya başladığında halk, Bilal’in ezanı okumasını takiben peygamberin namaz kıldırdığı o parlak devri öylesine canlı bir şekilde hatırlamıştı ki tüm meclisin gözlerinden yaş gelmiş ve Ömer hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.
DÜNYANIN YOLU
Bu bölümde Eaton, Emeviler ve Abbasilerden söz etmektedir. Muaviye’den bahsedenlerin Adolf Hitler’den bahseder gibi bahsettiklerini oysa Muavi’yenin iyilerden olduğuna şüphe olmadığına değinmiştir. Ama diğer yandan çelişkiler kendini göstermektedir. Mesela Muaviyenin saltanatı getirdiği gerçeği ve yöneticilerin seçilirken müslüman olup olmadığına bakılmaksızın seçtiğini anlatmaktadır. Muaviye’yi müslümanların Sezar’ı olarak nitelendirmesi de ilginçtir. Emevi’lerin tarihinde silinmeyecek kara lekenin peygamberin torunu Hüseyin’in öldürülüşü olduğunu vurgulamıştır.
Mevali konusuna değinen Eaton bu sistemin oluşmasının temel sebebinin Arapların soy üstünlüğüne çok itibar etmesi sonucu fethedilen topraklarda bireylerin müslüman olması karşısında kendi üstünlüklerini koruyabilmek için bu sistemi geliştirdiklerini ve dini toplumun ikinci sınıf vatandaşlarının bu şekilde oluştuğunu vurgulamıştır.
Emevi halifeler içinde 2. Ömer’in adaletine vurgu yapmış Abbasilerin ihtilaline değindikten sonra onların Emeviler’e oranla daha vahşi olduklarına değinmiş ve eşzamanlı olarak Endülüs Emevi’nin oluşumunu anlatmış.
DİNİN MEYVALARI
ŞERİAT NİZAMI
Şeriat nizamında hakimiyetin Allah’ta olduğunu vurgulayan yazar bu hakimiyetin herhangi birine devredilemeyeceğini açıklar. Yasa bizim yaratılış fıtratımıza uygundur der. Batılının sosyal yaşamında dine nasıl bir yer verirse versin sonuçta bir yer olduğunu dini insan hayatının yapı bütününün bir unsuru olarak gördüğünü fakat bu bütünlüğün bizzat kendisi olarak görmediğine değinir. İslam’a göre ise sosyal düzen dinin bir parçasıdır. İslami toplumun teokratik olmaktan daha ziyade teosentrik olduğunu söyler. Teokratik olduğunu kabul etseydik der yeryüzünde Allah’ı temsil ettiğine inandığımız yarı ilahi insan üstü kabul edilen bir güce iman etmemiz gerekirdi der. Teosentrikte ise merkezi bir rolden çok çevresel bir role sahiptir.
Sünni İslam’ın bozuk yönetim olsa da siyasi istikrarın sağlanması adına buna tahammül gösterdiğini parçalanmanın önüne bu şekilde geçtiğini anlatır. Bir devrimden sonra der halk parçalara ayrılır ve ne yapacağını bilmez böylesi durumda zor kullanılarak toplum parçalanmaktan kurtarılır. Devrimin ardından gelen şiddet bunun için vardır der Eaton.
Şeriat kelimesi yol ya da anayol anlamına gelir. Fakat kelimenin kökeni hayvanlar tarafından çiğnenmiş yol anlamını taşır. O, hayat sularının tüketilemeyecek şekilde akmakta olduğu yere doğru götüren bir yoldur.
Batılı akademisyenlerin hadislerin güvenilirliğine şüphe düşürmeyi kasıtlı yaptıklarını anlatan yazar önemli olan sözün kime ait olduğu değil ne kadar doğru olduğudur der. Ve senet tahlili yapılmasının da çok gerekli olmadığını ima eder. Sünni İslam’ın 12. Yüzyılda içtihad kapısını kapatmasını şeriatın tamamlanmış olduğu düşüncesinden ve yöneticilerin keyfi fetva çıkarttırarak kendi egemenliklerini güçlendirme isteklerinin önünün kapatılması düşüncesi olduğunu vurgulamıştır.
İslam’ın karizmatik bir topluluk olduğunu anlatan yazar bunu şeriat nizamına bağlar. Çünkü topluluk birbirinin sevincini, hüznünü, saadetini, fakirliğini paylaşandır. Bir yanlışlık gördüğünde bunu eliyle, diliyle veya kalbiyle düzeltme gayretinde oluşuna bağlar.
BEŞERİ PARADOKS
Beşeri parodoksta Eaton, Adem’in yaratılışını ele alır. Bu konuda epeyce bir rivayet kültürüne sahip olduğu gözlerden kaçmaz. Ama önemli bir vurguyu da yapmayı ihmal etmez; İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesi, vekilidir. Toprak olduğunu unuttuğunda esfele safilin olur. İnsan hem her şeydir hem hiçbir şey eğer ki rabbine dönük yaşarsa her şeydir ama aksi olursa bir hiçtir der. Adem’in bir yanıyla halife olması diğer yandan da günaha meyilli kaprisli bir varlık olması onun paradoksudur der. Bir yaratığın yüceliği neyse aynı oranda içine düşmesi olası olan uçurumda o kadar fazladır der.
İnanan insanın parodoksuna da değinen yazar, peygamberi körü körüne taklit edenlerin eğer Kur’an’ın ruhunu kavrayamamışlarsa peygamberi taklit etmelerinin bir değerinin olmayacağına inanır. Örneğin peygamberin kavun yediğini bildiren bir rivayet yoktur onun için bir müslümanın kavunu yemeye cesaret edemediğini anlatan Gazali’nin alıntısına değinir. Adam kavunu dilimleyipte mi yiyecek yoksa kaşıkla içini oyarak mı der. Önemli olan resulün getirdiği mesajla resule iç uyum sağlamasıdır der. Böylesi rivayetler iç uygunluk yakalanmadığı sürece anlamsızdır der.
Rönesansın batılı insanı başka hiçbir şeyle ilgili değil de kendisinin bağımsızlığı ile övündüğünü söyler. Bu bağımsızlık, Allah’a, kadere, eşyanın doğasına baş kaldırı cüretkarlığıyla ilgili olduğunu ifade eder. Promethus verilmesini beklemeyip gökten ateşi çalmıştır ve promethus modeldir.
Profan insanlar kendilerine talihsizlik isabet ettiğinde iki düzeyde ıstırap çekerler ve onların acıları ikiye katlanır. Bir yandan hissettikleri acı diğer yandan ise bunun vuku bulmaması gereken bir şey olduğu inancı. Onlar acı çekerler çünkü bir şeyler yanlıştır, sonra yine acı çekerler herşey yanlıştır ve ardından umutsuzluk içinde kalırlar. Müslümanlar ise başlarına gelen herşeye sabrederler ve boyun eğerler. Çünkü bu dünyada arındırılmayı ahirette arındırılmaktan daha değerli bulurlar.
SANAT ÇEVRE VE TASAVVUF
İslamın en büyük iki sanatından biri vahyedilmiş Kelam ile bağlantılı hat sanatı diğeri ise beşeri çerçeveyle alakalı mimaridir. Hat sanatı şehadetin birinci bölümüyle mimarininde şehadetin ikinci bölümüyle alakalı olduğunu düşünür Eaton.
Tasavvuf hakkında da bu islami mistisizm, geniş ve karmaşık bir konu olup tedbirsizler için birçok tuzaklarla doludur der. Hristiyanlığı yazan bir yazarın hristiyan mistisizmini görmezden gelebileceğini ama islamı araştıran biri için islam tasavvufunu görmezden gelinecek bir şey olmadığını ifade eder. Tasavvuftan söz etmenin islami gelenekten söz etmek anlamına geleceğini de vurgular. Tasavvuf, özellikle de kendisinin metafizik boyutu içerisinde sıradan inananların taklidi imanlarını korumakta olan hudutları delip geçeceği ve hudutsuz bir alana taşıyacağından insan benliğinin önceden terbiye edilmemiş olması durumunda, oldukça reel delalete düşme tehlikeleri mevcuttur der. Hristiyan mistisizminde rahipler ve rahibeler kendisinden üst makamlarca gösterilen geleneğe tabidirler. Yerine göre papa tarafından; papa, kardinaller tarafından azledilebilirken islam mistisizminde şeyh ya da üstadı kimse azledemez bu durum şeyhlere çoğu zaman kötü unvanlar kazandırmıştır. Ve bu durum birçok sapık uygulamalara sebep olmuştur der Eaton.
Bünyamin ZERAN