İslam dinine müntesip insanların birlikte yaşaması ve birlikte hareket etmesi, hem inançlarının gereğidir hem de sosyal-siyasal bir olaydır. Bu birliktelik inancın gereğidir; zira hem Kur’an’ın “bir olun, birlik olun” emrinin karşılığıdır, hem de peygamberlerin ümmet edinme çabaları onların ortak sünnetleridir. Aynı zamanda sosyal bir olaydır birlikte yaşamak; çünkü tüm sosyal-siyasal yasalar der ki, “aynı düşünceden gelen ve ortak kültüre sahip toplumların sosyal yaşamları ve siyasal tepkileri benzerdir. Bu tür toplumlarda ulus-etnik kökenli olmayan, millet anlayışı hâkimdir.” Buradan şunu anlıyoruz: inancı ve ameli bir olan Müslümanların ortak bir yaşam ve ortak bir siyasal tavır geliştirmesi gerekir. Yani ümmet bilinci ve ümmet tavrı…
Peki, gerçekler öyle midir?
Okumaya başladığımdan beri Müslümanların ortak gündemidir ümmet-birlik sorunu. Birçok kitap okundu bu bilinci oluşturmak için, nice makaleler yazıldı, konferanslar verildi, emekler harcandı. Ama bir türlü istenen oluşturulamadı. Bu süreçte koşturan, tabiri caizse çırpınan o yufka yürekli ama çok azimli abilerimizi selamlıyorum. Bu insanların çabaları rableri katında karşılık bulacak inşallah ama bizim hayatımızda bir karşılık bulamadığı da acı bir gerçek.
Bu durumun farkında olanlar çeşit çeşit tespitlerde bulundular. Müslümanlar arasında inanç-itikat konularının gözden geçirilmesi, sosyo-ekonomik farklılıkların giderilmesi, aynı mahalle-site ortamında yaşamak, ailelerin birbirlerini ziyareti sıklaştırması, ortak iftarlar düzenlenmesi, siyasi bilinç eksikliğini gidermek üzere eğitim faaliyetleri… velhasıl çok şey denendi ve denenmeye devam ediyor.
Konunun derinliği benim açımdan, böyle bir makaleye sığamayacak hacimdedir. Zaten maksadım, yeni bir çözümleme yaparak, yeni şeyler söyleyecek söylemek değildir. Ancak yaşadığım bir olay, bir tecrübe bu konuda bilinç ışıklarımı yakmaya yetti. Ve işte o an bilginin yeterli olamadığına inandım. Kısaca bu tecrübemi sizle paylaşmak istiyorum. Bu anlatacaklarım aynı zamanda öncelikle kendi nefsimden başlayarak tüm Müslümanlara da bir özeleştiri niteliğinde olacaktır.
Yakın zamanda yaşadığım şehri iş nedeniyle değiştirmek zorunda kaldım. Kısa zaman içinde eşyalarımızı toparlayıp hazırlandık. Sonra, yaşadığım şehirde tanışmışlığım olan Müslüman kardeşlerimin bazılarıyla tek tek, bazılarıyla da toplu ortamlarda vedalaştık, helalleştik. Tebessümle ciddiyeti de elden bırakmadan “İrtibatı koparmayalım” diye de tembihledik bir birimizi. Ve içim rahat bir şekilde göçü hazırlayıp işleri bitirdik. Evden ayrılmak üzere aşağıya indik, aracımıza birkaç acil eşyalarımızı, çocukların ihtiyaçlarını yerleştirdik. Sıra komşularla vedalaşmaya gelmişti. Zaten hemen hepsi aşağıda idiler. Meğerse günlerdir bizim taşınacağımız için diken üstünde imişler. Komşularla aramızda güzel bir komşuluk ilişkisi vardı. Biz de ayrılacağımıza üzülüyorduk ama bir yanda da bazı gerçekler bizi taşınmaya mecbur kılıyordu. Her neyse, komşularla vedalaştım ve şoför mahalline yanaşıp, binmeden bekledim orada. Hanımların vedalaşmasının bitmesini bekliyordum. Duygusal anlar yaşanıyordu. Kadın komşuların hemen hepsi ağlıyordu. Bazıları bizi üzmemek, yolda canımızın sıkılmasına neden olmamak için birbirlerini sakin olmaya davet ediyorlardı. Ve zaten ölçüyü de kaçırmadılar. Ama bir an oldu. Yaşam tecrübeme bir yenisi daha eklendi. Olan şey bir mucize değildi aslında, sıra dışı da değildi. Çok doğal ve gerçekçiydi, tam hayatın içinden bir şeydi. Rabbim iki kız çocuğu nasip etmişti bize. İşte komşularımız çocuklarla vedalaşırken onlara sıkı sıkı sarıldılar. Öperek yolcu ettiler. Ama bir komşu ablamız, çocukların üzerinde emeği olan, onlara bahçede sokakta oynarken hamilik eden, hasta olduğumuzda çocuklara ev sahipliği yapan, çocukların sesini duyduğunda endişe duyan ablamız çocukları tek tek bağrına bastı ve içten, titreyen acıklı bir sesle “yavrularımmm” dedi. Böyle bir sahneyi ancak Dostoyevski’nin o çok acıklı romanlarında bulabilirsiniz. Bir anda, işte o anda bende çok girift düşünceler peyda oldu. Bu sevgiye neden olan şey neydi? Biz biliyoruz ki müminler birbirlerinin velileridir. Bu sorumluluk da sevgiyle şekilleniyor, hayatta yer buluyor kendine. Ama birbirimizden ayrıldığımıza biz böyle üzülmüyoruz. Neden? Benim fikrimi sadece uzaktan bilen, ama ailemi bu kadar sahiplenen, bu ölçüde bir sevgiyi komşuma kazandıran şey neydi? Askere oğul gönderen annenin evladını kucaklaması gibi, suya yanmış toprağın gökten inen rahmeti içmesi gibi, kuzusunu kurt kapan koyunun beyaz taşlara sarılması gibi sarılmaya neden olan o bağ neydi.?
Karışık duygu ve düşünceler içinde, zorlukla vedalaşmayı bitirip arabamıza bindik ve oradan ayrıldık. Aklıma ilk gelen Cengiz Aytmatov’un “toprak ana” isimli romanı ve Türk sinemasının belli başlı filmlerinden “al yazmalım” oldu. Ne diyordu orada? “Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu; sevgi emekti.”
Yol boyunca düşündüm. Biz Müslümanların, birbirimiz üzerinde ve birbirimizin çocukları üzerinde ne kadar emeği var? Ve bu emek olmadığı için mi aramızdaki sevgi bağı tam değildi? Sevgi tam olmayınca acaba birlik tam olur muydu?
İSLAMI BİLMEK, ÜMMET OLMAK İÇİN YETER MİYDİ?