İslam’ın fıtrat ve adalet kavramlarının ekoloji ile de ilişkisi vardır. İnsanın tabiatla ilişkisinin bilimi olan ekoloji, sanayileşme ve Kapitalizmin sınırsız tahribat içeren uygulamaları ile birlikte hayati derecede önem kazanmıştır.
İslam, sadece insan fıtratının korunmasını, insanlar arasında adil, barışçıl ve seviyeli ilişkileri önermekle yetinmez; tabiatın (diğer canlılar da dahil) korunmasını ve aslında genel anlamda, kendi ihtiyacı dışında bir yararlanmanın dışında olan faaliyetlere karşı da bir bilinç oluşturur. Tabiatta mevcut olan döngü ve dengenin bozulması, suni ve tahrip edici müdahaleleri tasvip etmez. Belki de geç kalınmış bir söylem olan ‘sonraki kuşakların hakları’ da aslında İslam’a dair bir duyarlılık ve ilke olarak zaten hep vardı. Ancak mevcut küresel sistemin şimdilerde icat ettiği ve diğer kavramlarda olduğu gibi, bu kavrama verdiği anlam ve İslam’ın yaklaşımı birbirinden farklıdır.
Esasen küresel egemen sitemin iyi ve olumlu diye pazarladığı ve isimlendirdiği tüm kavram, anlamlar, değerler; Kapitalizm ile çatışmayacak şekildedir, göz boyayarak ve algı oluşturarak farklı hedefleri gerçekleştirme maksatlıdır.
Küresel sermayenin yeşiller, iklim, alternatif enerji kaynakları gibi söylemler üzerinde geliştirmeye çalıştığı algının, tabiatın korunmasından kaynaklı bir duyarlılıktan olmadığı; rakipler arasında cereyan eden bir mücadele ve bu kisve altında gerçekleştirilmesi düşünülen farklı hesaplar ve kötü niyetli projeler barındırdığı açıkça ortadadır. Yapay et ısrarı buna bir örnek olarak verilebilir.
Eğer küresel güçlerin gerçek anlamda tabiata karşı bir duyarlılıkları olsaydı; üretim ve tüketim konusunda Kapitalist metotlardan niteliksel ve niceliksel anlamda vazgeçmeyi bu gündemin başat maddesi yapmaları gerekirdi.
İslam’ın adalet/denge ve fıtrat/yaratılış/ilk form kavramlarına yüklediği anlamı doğru tahlil etmeliyiz. Bu da tabiatın insanın sınırsız tasarrufuna sunulmadığı; insanın, tabiatın fıtratını/orijinalliğini bozmadan, kendi ihtiyacı kadar ondan yararlanabileceği, tabiatın insana bir emanet olduğu şeklinde açıklanabilir.
İslam, tabiatta, gerçek sahibi olan Allah’ın kurduğu dengeyi bozmanın düzeni/genel işleyişi bozacağı yani sistemsel/küresel ve evrensel/değerler bağlamında tahribatlara neden olacağını söyler ve bunu, sadece tabiat için değil; insan için de ilke olarak sunar. Dolayısıyla insan nasıl ki haddini aşarak insanlara/toplumlara karşı bozgunculuk yaparak ya da insan fıtratını fiziki ve zihinsel anlamda bozarak büyük bir bozgunculuk/kötülük/yıkıcılık yapmış oluyorsa; aynı şey doğaya karşı da sorumsuz davranıldığında geçerlidir. Zira Allah, yarattığı tüm mülkünde kurduğu ve geçerli kıldığı düzenin bozulmasından hoşlanmaz. Zaten tabiatın ve insanın tahribatının en zararlı sonuçlarıyla karşılaşacak olan da yine insanın kendisi ve diğer canlılar olacaktır.
İlahi ilkeleri reddetmek genel anlamda düzeni bozmaya ve zulme takabül eder ve İslam’a aykırıdır.
Modernitenin ilkel dediği ama aslında birçok açıdan modern olanlardan daha medeni olan Kızılderililer ve onlar gibi toplumların tabiata yaklaşımları asla dengeyi bozacak bir oranda ve mahiyette olmamıştır. Modern zamanlarda tabiatla uyumun yerini tabiatla savaş alınca; tabiatın tahrip edilmesi süreci fikren de başlamış oldu.
İslam’ın, insanı terbiye etme felsefesi/öğretisi onun, nefs denilen sınırsız ve acımasız hırsını, egosunu ve aklı ile elinde tuttuğu yeteneklerini kötü kullanmasını önleyerek ve haddini aşan amellerini/niyetlerini/isteklerini dizginleyerek ve ilahi/vahyi olanla irtibatlı tutarak bu potansiyelini yıkıcı eylemlerde kullanmamasını da sağlar.
Küresel ifsadın sadece tabiatla değil; ona bağlı olarak insanla ve diğer canlılarla ilişkisi de aynı formatta şekillenmiştir. Bütün kavram, değer ve yapıları/ilişki şekillerini, anlamları kendi işleyişine uygun ve ona hizmet edecek şekilde tahrif ederek yeniden yorumlar. Buna kendi ürettiği kavramlar da dahildir.
Sürekli üreterek, sürekli kazanarak tabiatı tahrip eden küresel ifsat, sürekli tüketen insan profilini oluşturmak ve sürdürmek zorundadır. Bu da kapitalist/daha doğrusu kapitalizmin kölesi toplum demektir. İnsanı sürekli bu tezgâhta tutmak için ise birçok argüman oluşturdu. Hem ihtiyaç algısını değiştirdi hem satış tekniğini ve hem de ödeme biçimlerini ve araçlarını değiştirdi. Toplumlar bu girdapta dönmeye ve dibe doğru batmaya devam etmekteler.
Küresel ifsadın, küresel felaket senaryoları ve oluşturduğu algıların odağında tabiatı koruma yoktur ve bu yöndeki çabalar insanlığa dair erdem ve sorumluluktan kaynaklı değildir. Onlar, korkular ve algılar üzerinden küresel yönlendirici ve hükmedici pozisyonlarını güçlendirerek insanlığı küresel bir faşizme mahkûm etmek istiyorlar ve bu niyetlerini de pek gizledikleri söylenemez.
Sonuç olarak adaletin tanımını daha derin düşünmeli: Her şeyin olması gerektiği şekilde ve gerektiği yerde olması. Bu bozguncuların da tabii. Onların yeri aslında insanlığa hükmeden bir konum değil, olmamalı da.
Zira,
“Bunlara, ‘Yeryüzünde fesat çıkarmayın’ denildiğinde, ‘Biz ancak ıslah edicileriz!’ derler.” (Bakara, 11)
Ve oysa
“Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalım, onları önderler yapalım ve onları varisler kılalım.” (Kasas, 5)
Ve nihayet ne yapıp edip resmi görmeli ne yapıp edip büyük resimdeki yerimizin neresi olduğunu anlamalı. Ve nihayet insan neye talip olduğunu bilmeli, yerini, gücünü, misyonunu fark etmeli, nasıl bir tezgâhta hangi işlemlerden geçtiğini anlamalı değil mi?
Ali Şeraiti ile bitirelim:
“Eğer inek gibi semiz olursanız, sizi sağarlar.
Eğer eşek gibi güçlü olursanız, yüklerini taşıtırlar.
Eğer at gibi koşarsanız, size binerler.
Bunlar sadece sizin ‘ANLAMAMIZDAN’ korkarlar.”
Selam ve dua ile.
İsa Dervişoğlu / Gazete İpekyol