Dünyadaki iki milyar Müslüman nüfusunun sadece iki yüz milyonu civarında Şii mezhebine mensup olduğu bilinir. İran, Azerbaycan, Irak ve Bahreyn’de çoğunluğu oluşturan Şiiler, Lübnan’ın da en büyük mezhepsel grubudur. Şiiler; Afganistan, Pakistan, Hindistan gibi yakın doğu ülkelerinin yanı sıra, Kuveyt ve Suudi Arabistan gibi Körfez ülkelerinde de 14 milyondan fazla nüfusa sahipler. İran’da yüzde 85, Azerbaycan’da yüzde 75, Bahreyn’de yüzde 75 ve Irak’ta yüzde 65 oranlarıyla çoğunluğu oluşturuyorlar.
Yemen’de yüzde 45, Lübnan ve Kuveyt’te yüzde 35’er, Pakistan ve Afganistan’da yüzde 20 gibi oranlarla nüfusun önemli bir kısmını teşkil ediyorlar. Birleşik Arap Emirlikleri’nde nüfusun yüzde 18’i, Arnavutluk ve Suriye’de yüzde 14’ü, Suudi Arabistan’da yüzde 15’i, Amman ve Katar’da yüzde 10’u Şiilerden oluşuyor. Bu rakamlara, Afrika ve Amerika kıtalarına serpiştirilmiş olan Şii nüfusunu da eklemek gerekir.
Şii jeopolitiği neden önemli?
Şii jeopolitiğinin dünya açısından önemli olmasının nedenlerinin başında Şiilerin kayda değer bir nüfusa sahip olmalarının yanı sıra, Basra Körfezi, Hazar Havzası dünya enerji kaynaklarının yerleşmiş bölgeler de olmalarından geliyor.
Ayrıca tarihi süreçte ve İran Devrimi örneğinde olduğu gibi, Şiilerin güçlü bir “isyan kültürüne” sahip oldukları algısının yanı sıra, günümüzde ABD politikaları sonucu değişen Orta Doğu denkleminin iktidardan dışlanan Şiiler için yeni umutlar doğurduğu düşüncesi de diğer önemli etkenler arasında sayılabilir.
Şii jeopolitiğinin önemini bir kat daha arttıran faktör ise İran’ın tüm Şii coğrafyası ve nüfusu üzerindeki etkinlik arayışı. Bu durumu daha da kritik hale getiren Yemen, Suriye, Lübnan, Afganistan ve Irak gibi siyasal istikrarını oturmamış ülkelerde Şii grupların etkinliği. Yazımızın hedefi de Irak ve Azerbaycan örneği üzerinden İran’ın Şii dünyasıyla olan ilişkilerin mahiyetini, imkanlarını ve başarılı olup olmadığını analiz etmeye çalışmak.
İran’ın Şii siyasetinin gelişim evreleri
Araplar, İran’ı hep Ortadoğu’ya yayılmak isteyen “Şii Farslar” olarak görmüşlerdir. Arapların bu endişesi yeni değil, tarihi kökenleri olan bir kaygı, aslında Araplara da has değil, Osmanlı ve Batılılarda da olmuştur.
19. ve 20. yüzyılda haritaları çizen Batılılar, İran’ın “Şii yayılmacılığını” engellemeyi hesaba katmışlardır. Hem Osmanlı hem de Arapların İran’a bakış açılarında İran’ın Şii kimliğine sahip olması önemli rol oynamıştır. Bu endişe günümüze kadar inişli çıkışlı olarak süregelmiş, 2003 Irak işgali sonrası “Şii Hilali”, “Şii jeopolitiği”, “İran’ın Şii imparatorluğu” gibi tartışmalarla farklı bir sayfaya taşınmıştır.
İran 1979 Devrimi’nin büyük umutlar doğurduğu, devriminin öze dönüş söyleminin İslamcılığı özellikle Şiiliği derin ve çok boyutlu bir şekilde etkilediği bir gerçek. Bu etkiler, ilk önce devrimci kadronun iradesinden bağımsız olarak gerçekleşti ve daha sonra bu etki İran yönetimi tarafından bilinçli bir siyasete dönüştürüldü.
Devrimin liderleri tüm İslam dünyasını hedeflediklerini söyleseler de devrimin hemen sonrasında pratikte Şii-Sünni bölünmesinin ilk evresi yaşanmaya başlandı. Bu ayrışma, İran-Irak Savaşı’nda (1980-88) kendisi gösterdi. Bu savaşta Sünni Arap devletleri genellikle İran’a karşı saf tuttular. 1979 İran Devrimi sonrası İran’ı ilk ziyareti eden liderlerden Filistinli Yaser Arafat bile İran karşıtı cephede yer aldı. Arap devletleri içinde sadece Hafız Esad yönetimindeki Suriye, İran’ı destekledi. Hafız Esad’ın İran’ı desteklemesi İran’ın Ortadoğu’daki nüfuzunun temellerini atarken İran karşıtı oluşturulması hedeflenen Arap ittifakını de bozdu. İran-Irak Savaşı’nda temeli atılan bu ayrışma daha sonraki gelişmelerin eklenmesiyle Ortadoğu’daki çekişmelerin temeli, çerçevesi ve özünü oluşturmaya başladı.
Şii-Sünni ayrışmasının temeli, ilk olarak İran-Irak Savaşı, Hizbullah’ın doğuşu ve İran-Suriye-Hizbullah ittifakıyla atılsa da keskin hale gelmesi ABD’nin Irak müdahalesinden sonra gelişti. Irak’ın o dönemki Sünni lideri Saddam Hüseyin’in varlığı Şii potansiyelinin önündeki en büyük engeldi. Saddam’ın ortadan kalkması, Irak’ta çoğunluğu oluşturan Şiilerin etkin olmaları Şii jeopolitiği tartışmalarının mahiyetini değiştirdi. Bu sürecin sonunda; Suudi Arabistan, Ürdün ve Mısır gibi Sünni Arap devletleri bölgede bir Şii hilalinin oluşmasından kaygı duyduklarını belirttiler. Sünni Arap devletlerinin gözünde “İran İsrail’den daha tehlikeli” söylemi kuvvetlenmeye başladı. Onlara göre, İsrail’in bölgede İran kadar yayılma olanağı yok ama İran, Şiilerin olduğu her yere girebilir ve bu nedenle İsrail’den daha tehlikeli. Bu algı, 2020’de İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn ve Fas arasında diplomatik ilişkilerin yeniden kurulması için imzalanan İbrahim anlaşmalarının da ilk temellerini attı.
Sünni Arap devletleri ve siyasal seçkinleri genellikle Şiileri, İran’ın “Truva atı” gibi görüyorlar. Saddam, Iraklı Şiilere sürekli “İran’ın ajanı” gibi baktı. Mısır’ı 30 yıl yöneten Hüsnü Mübarek (1981 – 2011) “Şiiler, yaşadıkları devletlerden daha çok İran’a bağlılık duyuyorlar” dedi. Bu yaklaşım bir taraftan Şiilere yönelik baskıları artırdı, diğer taraftan ise kendini Şiilerin kurtarıcısı olarak gösteren İran’a daha fazla alan sağladı. Söz konusu durum Arap devletleri ile Arap Şiiler arasındaki bağı daha da karmaşıklaştırdı.
Aslında Arap Şiiliğin karşılaştığı bu denklem zamanla İran lehine bir kısır döngüyü doğurdu; demokratikleşme isteği Şiiliği ön plana çıkarıyor, bu da İran’ın güçlenmesiyle sonuçlanıyor. İran’ın güçlenmesine karşı Şiilere yönelik yürütülen baskı artırılıyor. Artırılan baskı da İran’a meşruiyet alanı doğuran bir süreci yeniden doğuruyor.
Arap Baharı’yla başlayan yeni dönem
İran ve Şii dünyası ilişkisi Arap Baharı sonrası yeni bir döneme girdi.
İran, Arap Baharı’nın ilk evrelerinde çok umutlanmış ve heyecanlanmıştı. 1979’dan sonrası arzularının gerçekleştiğini düşünüyordu. İran, bölgedeki halk hareketlerinin genelde İslamcılığı özelde ise Şiiliği güçlendireceğini düşünüyordu. Halk isyanlarının Suriye’ye sıçraması İran açısından büyük bir hayal kırkılığı oldu. Suriye’de ayaklanma İran’ın Arap Baharı’yla olan olumlu bağını kopardı. Bu süreç, İran ile Sünni İslamcıların ilişkilerini köklü bir biçimde değiştirdi. Sünni İslamcılar ve İhvan, İran’a karşı saf tuttu. Hamas bile İran ile sorun yaşamaya başladı.
İran’ın Suriye’de Beşar Esad’ı desteklemesi İran’ın Şii dünyasıyla ilişkilerinde yeni bir dönemi başlattı. IŞİD’ın ortaya çıkışı bu dönüşümü daha da pekiştirdi. İran, Haşdi Şabi gibi silahlı örgütler kurabilecek kadar güç kazandı. İran’ın başta Irak olmak üzere Ortadoğu politikalarında hem önemli bir isim hem de sahada çok etkin bir asker olan ve ABD tarafından Ocak 2020’de öldürülen Kasım Süleymani etrafında Şiiliği ve kutsal türbelerin kurtarıcısı “miti” oluşturulmaya çalışıldı. Bütün bu gelişmeler İran’ın Şii jeopolitiğindeki gücünü artırdı.
İran’ın söylemi nasıl değişti?
Bu sürecin sonrasında İran’ın söylemi de göreli olarak değişti. İran 1979’dan günümüze resmî söyleminde dış politikada Şii-Sünni ayrımı yaptığı iddialarını reddediyor, Şii-Sünni çatışmasının İsrail ve ABD’nin projesi olduğunu söylüyordu. “Şii-Sünni ayrışımını emperyalizm komplosu olarak” nitelendirirken bütün Sünni devletlere güven mesajları vermeye çalışıyordu.
Ancak bu söylem 2003’ten sonra adım adım değişti ve özellikle de Arap Baharı sonrası Şiilik konusunda daha açık konuşmaya başlandı. İranlı birçok yetkili “Şii jeopolitiğini” İran için yeni bir stratejik alan olduğunu söylemeye başladılar.
İran’ın kendisini Şii dünyasını kalpgahı olarak görmeye ve dünya Şiiliğinin “abisi ve hamisi” olarak göstermeye başladığını gördük. Bu görüşe göre İran, Şiiliğin merkezi ve dünya Şiiliğinde olan her sorun İran’ı ilgilendirir. Çünkü İran’ın dışında pek çok coğrafyada Şiiler dışlanmış durumda ve baskı altında olarak yaşıyorlar. Birçok ülkede çoğunluğu oluşturmalarına rağmen her tür haktan yoksunlar.
Iraklı Şiilerin iktidarı, hayal kırıklığı ve yeni Irak milliyetçiliğinin doğuşu
Irak’ın işgali yeni Ortadoğu’nun özellikle İran’ın bölgesel gücü açısından bir milat sayılabilir. Irak özellikle Baa’s ideolojisiyle Ortadoğu’da İran karşıtlığını temsil ediyordu. İranlılar, Irak’ı “Arapların Prusyası” adını vererek İran’a “Moğollardan sonra en fazla zarar veren ülke” olarak görüyorlardı. Nitekim İran’ın önceliği, Irak’tan gelecek tehditleri bertaraf etmek ve bu çerçevede özellikle Körfez ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmaktı. Arap ülkeleri, Irak’ın İran’ı dengeleme konusundaki öneminin farkındaydılar.
2003’te Saddam’ın devrilmesi Irak’ta siyasi rejim değişikliğinden öte bir anlam taşıyordu. Irak devletinin Sünni Arap merkezli kimliği değişti, Irak’ta Şiiler ve Kürtlerin siyasal alanda temsil edilme hakları yeni bir Irak kimliğini doğurdu. Bu durum Irak’ı bir anlamda “Sünni Arap devletleri” kategorisinden çıkardı.
Saddam’ın devrilmesi ile bölgenin siyasi jeopolitiğine Arap Şiiliği bir aktör olarak girdi. Şiilerin etkinleşmesi ile birlikte İran’ın Irak’taki etkinliği açısından tarihi bir fırsat doğdu. Irak’taki değişim İran’a Basra Körfezi’nde etkinlik olanağı ve Arap Orta Doğu coğrafyasında nüfuz alanı sağlayarak İran’ın Orta Doğu hâkimiyetine giden güzergâhını belirledi. Böylelikle Irak’taki değişim ile birlikte bölgedeki Şii jeopolitiğinin yapısı yeniden tartışılmaya başlandı.
Irak Şiîleri, Irak’ta çoğunluğu oluşturmalarına rağmen uzun zaman “ikinci sınıf vatandaş” konumunda olmuşlardır. Baas Partisi ve özellikle de Saddam Hüseyin döneminde yaşamlarını “ezilmişlik”, “dışlanmışlık” ve “şiddete maruz kalma” duyguları içerisinde sürdürdüler. ABD’nin Saddam’ı devirmesiyle Şiîlerin önünde yeni bir tarihî fırsat ortaya çıktı. Şiîler, Irak yönetiminde güç kazanmaya başlayarak geri dönülmez bir yola girdiler. Irak’ta “başat olma” isteği Şiîler arasında arttı.
Irak’ta Saddam’ın devrilmesi İran devleti ve Irak Şiilerinde büyük umut yarattı. Ancak İran Şii siyasetinin uzun vadede başarısız olması muhtemeldi. Çünkü Irak’ın etnik, mezhep ve dinsel kompozisyonu nedeniyle Şii kimliğe dayanan İran benzeri bir rejim kurulması mümkün değildi. Zira İran benzeri bir rejim Irak’ı bölebilir. Ayrıca Şiilerin başat olabileceği adaletli bir Irak’ın kurulması da imkansızdı. Bu baskın olma arayışı bir iç savaşı tetikleyebilirdi. Ayrıca İran’ın İsrail ve ABD ile çatışmasını ve Arap ülkeleriyle jeopolitik çekişmesini Irak üzerinden yürütmesi, başarılı, istikrarlı, refah üreten ve egemen bir devlet aygıtının ortaya çıkmasını engelleyeceği de belliydi. Nitekim daha sonraki gelişmeler bu ihtimalleri doğruladı.
Iraklı Şiiler, Saddam sonrası kurulan devletin başat gücüne dönüştüler ama Irak’a vaat ettiklerini gerçekleştiremediler. Şii İslamcılar, Ba’as rejiminin diktatörlüğünden sonra yeni bir toplum umudunu veriyorlardı. Ba’as diktatörlüğün tersine demokratik bir devlet kuracaklarını, insanların mezhepsel kimliklerini özgürce yaşamakla birlikte saygın, onurlu ve müreffeh bir hayat sürebileceklerini vaat ediyorlardı. Irak’ta Şii İslamcılar iddialarının tam tersine adaletli düzen kurmak yerine zalim, yozlaşmış ve fasit bir bürokrasinin kurulmasına zemin sağladılar. Iraklı Şii İslamcılar, İran’ın atanmış memurlarına dönüşerek kendi toplumlarına yabancılaştılar, zenginleştiler ve halktan kendilerini ayrıştırdılar. Bu yabancılaşma toplumsal kopuşu da beraberinde getirdi. İran, Haşd Şabi’yi kurarak bu paramiliter grubun eliyle toplumu, siyasileri, halkı ve hatta Şii din adamlarını dizginlemeye çalıştı. Haşd Şabi’nin kuruluşu ve elde ettiği siyasal etkinlik, İran yanlılarını böldü. Siyasilerle birlikte din adamlarını da rahatsız etti. Iraklılar kendi vatanlarında yabancı ve misafir konuma düşürüldü. Sade bir iş bulmak için bile İranlı torpili arandı. İran’ın desteklemediği bir kişinin hiçbir alanda başarılı olma şansı ve imkânı kalmadı. İran, Iraklıların karar alma özgürlüğünü ellerinden aldı. Kimin başbakanı olacağına Irak halkı değil, İran karar vermeye başladı. Siyaseti istediği doğrultuda dizayn etmeye kalkıştı. İran, Irak halkının iradesini yok sayarak onları aşağıladı.
Yukarıdaki özetlediğimiz bütün faktörler Irak toplumunda İran karşıtlığının zeminini oluşturdu ve yeni bir Irak milliyetçiliğinin doğuşunun habercisi haline geldi. Mezhepçilik ile milliyetçilik mücadelesinde toplumsal alanda milliyetçiliğin zafer kazanmaya başladığı görülüyor. Irak’ta Arap milliyetçiliği yeniden bu kez elitlerin tepeden inmeci baskısıyla değil tabandan halkın iradesiyle yavaş yavaş sahneye giriyor. İran’ın Şii Hilali hayalleri ve Şii dünyasının liderlik iddiasının geri teptiği ve başarı şansının olmayacağının işaretleri gözüküyor. 2019’da Iraklı Şiilerin isyanı ve son parlamento seçimlerinin sonuçları bu tespitin kanıtları olarak sunulabilir.
Azerbaycan örneği ne anlatıyor?
Azerbaycan-İran ilişkileri aslında Şiilik ve İran ilişkilisi konusunda çok verimli bir örnek teşkil ediyor.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki; 1988’den sonra Azerbaycan’da SSCB’ye karşı başlayan bağımsızlık mücadelesi doğası gereği İran’ın Şii/İslamcı söylemine karşıydı. Hareketin mahiyetine bakıldığında; 1918-1920 yılları arasında kurulmuş Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti model alınarak Azerbaycan-Türk milliyetçisi, bağımsızlıkçı, demokratik, seküler/laik bir devlet modeli hedeflendiği görülüyor.
Bu açıdan bakıldığında İran’ın Azerbaycan’da başarı şansı düşüktü. Azerbaycan’ın siyasal, kültürel, toplumsal yapısı, siyasal elitlerinin ideolojik söylemleri, İran’ın yayılmacı bir devlet olarak algılanması, toplumsal yaşam tarzının İran’ın ideolojik yaşam tarzına ters olması, Azerbaycan’da siyasal İslamcılığın tarihi kökeni olmaması, Güney Azerbaycan sorunu veya başka ifade ile Büyük Azerbaycan ideali Azerbaycan’ı İran’dan farklı bir siyasal modele sahiplenmeye itmişti. İran’ın Azerbaycan siyasal sistemini etkilemek doğrultusunda yaptığı tüm girişimler başarısız kalmıştı.
Azerbaycan örneğinin gösterdiği gibi bütün dünya Şiiliğini İran’ın nüfuz, etki alanı ve ajanı olarak görmek doğru değil. Üstelik dünya Şiiliğini tek bir siyasi birim olarak tanımlamak da hatalı. Çünkü onları birbirinden ayıran çeşitli milli, kültürel, siyasal ve toplumsal nedenler var.
Şiiler arasında hem mezhepsel yorum hem de etnik/milli mensubiyet farklılığı söz konusu. Azerbaycan’da olduğu gibi bazı Şii bölgesinde etnik/milli mensubiyet, mezhepsel mensubiyetten daha baskın. İran’ın Azerbaycan’la kurduğu ilişkiye bakıldığında İran açısından Şiilik ideolojik/politik bir harekete dönüşmediği taktirde destek görmüyor. Azerbaycan örneği ayrıca İran’ın Şii siyasetinin doğasını çıplak gösteriyor. Başka bir ifade ile söylersek İran, Şiiliği bir mezhepsel olgudan daha ziyade ideolojik/politik bir hareket olarak görüyor.
Şiilerin oluşturduğu yapılar, ideolojik/politik bir mecraya dönüşmediğinde İran ya uzak duruyor ya da Azerbaycan örneğinde olduğu gibi düşmanlık yapmaya kalkışıyor. Çünkü İran rejimi liderleri dinle siyasetin ayrı olduğunu reddediyor, dinle siyaseti özdeş, siyaseti dışlayan dindarlığı dinden sapma olarak görüyorlar. Bununla birlikte Şiilik, ideolojik/politik bir harekete dönüşmediği taktirde İran’ın işine de yaramıyor.
Azerbaycan örneği bize farklı bir gerçekliği de gösteriyor: İran, merkezi devletlerin etkin olduğu durumlarda başarılı olamıyor. İran’ın başarısıyla merkezi devletin etkinliği arasında ters orantılı bir ilişkili var. Lübnan, Irak, Yemen ve Suriye örnekleri bunu açık şekilde gösteriyor. İran, Irak, Lübnan ve Yemen ülkelerde merkezi devletin zayıfladığı, çöktüğü ve iç savaş yaşandığı nedeniyle etkinlik kazanabildi. ABD’nin Irak işgali, Lübnan İç Savaşı, Yemen’in kronik istikrarsızlığı İran’ın etkin olmasını sağladı. Azerbaycan ve Bahreyn gibi ülkelerin bu sürecin dışında kalabilmelerinin en önemli nedeni, bu ülkelerde merkezi devletin ekinliğini sürdürebilme becerisidir.
Arif Keskin/Fikir Turu