Genelde dünyada, özelde İslam dünyasında yaşanan zulümleri, adaletsizlikleri, istismarı, savaşları… bunların sebeplerini düşünme ameliyemiz, bizleri, insanın serüvenine çıkarıyor. İnsanı, insanın dünyadaki yerini, konumunu düşünmemizi ihtar ediyor. Çünkü yaşanan bu kötülükler insanın irtikâp ettikleridir. Bunları önlemenin yolu da önce insanı anlamaktan, insana ilham edilen “takva” ve “fücur” üzerinde düşünmekten, yani; Ademoğlu’nun hikayesini (Adem Kıssası üzerinden) yeniden hatırlamaktan geçiyor.
Eşref-i Mahlukat olarak kabul edilen insan, bu şerefine binaen ahsen-i takvim üzerine yaratılmış, teklif edilen ve kendisinin kabul ettiği göreve (Hilafet) uygun (akıl, isimlerin öğretilmesi, yeryüzünün ve içindekilerin ona musahhar kılınması ve devamında ona kelimat/vahiy verilmesi) donatılmıştır.
İnsanın yeryüzü serüveni, kendi kabul ettiği bu görevi, kendi ahdini ispat etme serüvenidir. İnsanın “sözü”yle sınanmasıdır. Bu serüvende insanın en büyük düşmanı “nefsi” ve “şeytan”dır. En büyük imkanı ise; Rabbi, tevbesi ve bu tevbesinin lütfu olarak ikram edilen kelimat’tır.
Adem’in Şeytanla yaşadığı serüven, Takdir-i İlahi’nin tecellisi olarak Ademoğlu’nun kıyamete kadar yaşayacağı serüvendir. Bu serüven, bu günde isimler ve olaylar, olayların tezahür ediş biçimi değişse de “öz” olarak devam etmektedir. Adem’in eşiyle cennette, Adem’in iki Oğlunun yeryüzünde yaşadıkları serüven, bu gün de aynısıyla yaşanmaktadır.
Adem oğlu, kendisine ilham edilen takvasıyla Allah’la birlikte, fücur ile ise Şeytan’la birlikte bir yeryüzü serüveni yaşayabilir. Kendine ikram edilen akıl ve irade nimetiyle karar kendisinindir. Verilen her karar beraberinde bir sonucu getirecektir. Habil ve Kabil, bu ikramlara verilen cevabın mücessem halleridir. Ondan önce ise, ilk insan Adem ve eşinin kendilerine verilen ikramlarla yüzleşmelerinin sonucu olarak yaşadıkları; insana verilen imkanları kullanamamasının, şeytanın vesvesesi sonucu yanlış kararlar almasının sonuçlarını göstermektedir, biz evlatlarına.
İnsanın yeryüzüne hubut’undan itibaren Şeytan’ın kendisine verilen mühlet gereğince, İnsan’a önünden arkasından, sağından, solundan verdiği vesveseler devam etmektedir. Bu vesveselere nasıl karşı durulacağı İlahi rehberlikte “istiaze” ifadesiyle anlatılmaktadır. Bunun örnekleri peygamberlerdir. Peygamberler, Şeytan’a ve dostlarına karşı nasıl mücadele verileceğinin müşahhas örnekleridir. Âdem (a.s)’ın şeytanın vesvesesine karşı tavrı, bir insan ve Müslümanın nasıl davranacağının somut örneğidir. Şeytanın ayartmasına maruz kalan insan önce hatasını itiraf etmeli, tevbesini yapmalı ve Allah’a istiaze etmelidir. Bu zihinsel ve ruhsal arınmadan sonra, Allah’tan aldığı kelimatın/vahyin rehberliğinde yeniden müstakim olanda yürüyüşüne devam etmelidir. Allah böyle davranan insanın elini bırakmayacağını vaat etmektedir: “Biz, Hepiniz buradan çıkıp gidin!” dedikse de size yol göstericiliğimiz devam edecektir: ve Benim yol gösterici mesajlarıma uyanlar için artık ne korku vardır, ne de üzüntü vardır.” (Bakara, 38).
İnsanoğlunun başına gelenler, şeytanın ayartmasına müsait olması onun “ebedi yaşama arzusu, sonsuz egemenlik ve tekasür (çoğaltma, biriktirme) tutkusu”dur. Dün de böyleydi, bu gün de böyledir, kıyamete kadar da böyle olacaktır. Kıyamete kadar yaklaşılmaması gereken, “bu ağaç”tır. Şeytanın insanı rezil rüsva etmesine sebep olan bu zaafıdır. Bu zaaf yüzünden dünyada bozgunculuk ve kan dökücülük yapmaktadır. İnsan, ilahi vahyin rehberliğinden uzaklaştığı zaman nefsinin, insi ve cinni şeytanların tahrikiyle “Nankör, mala çok düşkün, çabuk olanı (dünyayı) seven, daha sonrakini (ahireti) unutan, cimri, aceleci, iyiliği istercesine kötülüğü isteyen, iyilikte bulununca yüz çeviren, yan çizen, kötülük dokununca da umutsuz olan, böbürlenen bir şımarık, hasım olup çıkan, şirk koşan, zayıf” özellikleri harekete geçerek onu esfel-i safiline yuvarlıyor. Bu iğvanın kontrolünde devam ettiğinde bu süreç onu “bel hum adal” olmakla baş başa bırakmaktadır. Tarihte; Kabil, Nuh’un Oğlu, Nemrut, Firavun ve avanesi, Roma İmparatorluğu, Dar-ün Nedve oligarşisi şeytanın vesvese ve iğvasına kapılarak kendilerini rezil rüsva etmenin, toplumlarını ve yeryüzünü cehenneme çevirmelerinin örnekleridir. Aynı zihniyet 1. Dünya, 2. Dünya Savaşları’nı, Serebrenitsa, Guantanoma vb. örneklerde görüldüğü gibi zulümlerini irtikap etmeye devam ediyor. Ayrıca; Müminlere, dinlerini parça parça ettirerek, her birini kendi parçasıyla/fırkasıyla övünmeye, diğerleri karşısında “fırka-i naciye” olduğuna ikna ediyor ve her parça diğerini batıl sayarak onu kendi fırkasına çağırıyor, ona tabi olmazsa onu ötekileştirerek tasfiye ediyor.
Şeytanın oyunundan, tuzağından kurtulmanın yolu onun oyun sahasından uzak durmaktır. Onun vesvesesine ve oyununa yakın duranlar, Allah’ın akıl ve irade vererek yükselttiği “özne” mertebesinden düşerek, şeytan tarafından nesne haline getirilerek oyuncak edilirler. Biz şeytana açık hale gelmedikten sonra şeytan ve dostları bize zarar veremezler. Suç şeytanda değil, bizdedir. Zaaflarını kontrol altına alamayanlar, zaaflarının kurbanı olurlar. İlahi rehberliğe kulak vermeyenler, şeytanın tuzağında can verirler.
Şeytan inanan, inanmayan her Adem oğlu’na “ben sizin iyiliğinizi istiyorum” diyerek yaklaşıyor ve onu veli edinenler de, onun “vahyi”ne kulak verenler de “biz ıslah edicileriz” diyerek insanları ve kainatı ifsat ediyor ve etmeye de devam etmektedirler.
Bu gün, kadim ‘Tekasür İdeolojisi’ nin modern tezahürlerinin tasallutu altında yaşamaktayız. Dün, Mekke’deki Dar-ün Nedve çetesi, Tekasür ideolojisi’nin taraftarları Ticaret’i, Kabe’yi, Hacc’ı, Kureyş’in üstünlüğünü bahane ederek, istismar ederek insanları tekasür yarışlarında telef ediyorlardı. Bu gün de aynısını yapıyorlar. Yeryüzü; Refah, Piyasa, Büyüme, Özgürlük, Demokrasi kavramları, hedefleri üzerinden Seküler, Liberal Kapitalizmin talanına ve zulmüne maruz kalıyor.
İlahi vahye kulak verenler, bu ideolojinin çağdaş görünümleriyle yüzleşmeli ve gerekli cevabı vermelidirler. Yoksa ateş onlara da dokunacaktır, İslam dünyasında, Afrika, Asya’da yanan ateşlerde yaşananlarda şahit olunduğu gibi. İlahi vahye kulak verdiğini söyleyenler, ataları Adem gibi önce suçlarını itiraf etmeleri, kendileriyle yüzleşmeleri, şeytan ve dostlarının velayetinden çıkmaları ve sonra da Allah’ın ve Müminlerin velayetinde mustakim üzere yürüyüşlerini sürdürmeleri gerekiyor.
Habil ve onun yolunu sürdüren Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed (selam hepsinin üzerine olsun) gibi kollarımızı açarak “durun kalabalıklar” demeliyiz. İnsanları fıtratlarının, vicdanlarının, İlahi vahyin sesine kulak vermelerine çağırmalıyız. Bu çağrımızın etkili olması için; öncelikle, bu çağrıyı yapanların el-emin ve mümince bir temsiliyet düzeyine ulaşmaları gerekiyor. Temsiliyet krizi yaşadığımız müddetçe; çağrımız yüreklerde, vicdanlarda, zihinlerde makes bulmayacaktır. Yapmadığımız, yapamayacağımız şeyleri söylemek, İlahi vahyin uyarısına muhatap kılar, bizleri.
“Ey Âdemoğulları! Tıpkı atalarınızın cennetten çıkarılmalarına yol açtığı gibi, Şeytan’ın sizi de ayartmasına izin vermeyin: çıplaklıklarının farkına varsınlar diye, onları [Allah’a karşı sorumluluk bilincinin bezediği] örtülerinden yoksun bırakmıştı o. Muhakkak ki o ve avenesi, onları hiç fark edemeyeceğiniz yerde ve biçimde sizi (de) pusuda bekliyor! Gerçek şu ki Biz, [içtenlikle ve doğru bir biçimde] inanmayanların yanına-yakınına [her türden] şeytanî güçler ve kuvvetler yerleştirdik.” (A’raf suresi, 27).
Gerçekte, onun, imana erişenlerin ve Rablerine güven bağlamış olanların üzerinde bir nüfûzu/etkisi yoktur. Onun yalnızca kendisini izlemeye istekli olanlar üzerinde ve bir de ona tanrısal nitelikler yakıştıranlar üzerinde etkisi vardır. (Nahl, 109).
“Siz ey imana ermiş olanlar! Siz [yalnız] kendinizden sorumlusunuz: Sapkınlığa düşenler, eğer doğru yolda iseniz, size hiçbir zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah’a olacaktır: Ve o zaman Allah, size [hayatta] yapmış olduğunuz her şeyi bildirecektir.” (Maide,105).