Sevtap Mendi – 12.04.2020 – Kurani Hayat
İnsanlar Konuşa Konuşa Anlaşırlar
Pozitif bilimler alanında insan, hem biyolojik hem de kültürel açıdan evrim hadisesi kriteri baz alınarak tanımlanmaya çalışılır. Biyolojide ‘homo sapiens’ (bilge insan) olarak adlandırılan türümüzün günümüzden yaklaşık 200.000 yıl önce Afrika’da ortaya çıktığı bilinmektedir. 200.000 yıllık serüvenimiz avcı toplayıcılıktan tarım devrimine, ardından sanayi devrimi, şimdilerde ise teknolojik ve bilimsel devrimin baş döndürücü hızıyla devam etmektedir. Biyolojik açıdan tamamlandığı düşünülen evrimimiz bilişsel ve kültürel açıdan sürmektedir. Hatta ileriki dönemlerde genetik mühendisliğinin çalışmalarının neden olabileceği sürprizler birçok kimse tarafından hayal bile edilememektedir. Yaşadığımız koşullar ne kadar farklı olursa olsun insanlıkla yaşıt olan sabiteler ve değişmeyen gerçeklikler de her zaman vardır. Bu gerçekliklerden birisi arkaik dönemlerden günümüze kadar türümüzün tarihin her döneminde sosyal bir canlı olarak yaşamış olmasıdır. Diğer pek çok hayvan türlerinde de sosyal davranışlar gözlemlense de, insanlardaki sosyal işbirliği adeta türümüz için hayati bir öneme sahiptir. Bize insanlığımızı kazandıran en büyük etkenin sosyal dayanışmamız olduğu bilinmektedir. Homo Sapiens kitabının yazarı Harari, insanlığın diğer türler arasından yükselişini kolektif akıl ve sosyal işbirliği becerisine dayandırır. Hayvanlar ile insanlar arasındaki temel farkın bireysel ölçekte değil, toplumsal ölçekte aranması gerektiğini savunan Harari, bu konuda şu örneği verir: ‘’beni ve bir şempanzeyi ıssız bir adaya bıraksanız ve hangimizin daha uzun hayatta kalabileceğini sorsanız hiç tereddüt etmeden şempanzenin benden daha başarılı olacağını söylerdim. Fakat söz konusu daha büyük guruplar olduğunda; örneğin 1000 şempanzeye karşılık 1000 insan arasındaki karşılaştırmada bu sefer insan türü hayata tutunma noktasında çok daha başarılı olacaktır.’’
İnsanlık tarihindeki en büyük başarılar hiç şüphesiz türümüzün gelişmiş, uyumlu ve etkili işbirliği sayesinde gerçekleşmiştir. Ortak bir amaç etrafında akılların ve davranışların birleşimi bizi biz kılan en değerli özelliğimiz. İnsanın yeryüzündeki en gelişmiş sosyal canlı olmasındaki temel etken ise, türümüze özgü olan konuşabilme kabiliyetidir. Dili iletişim aracı olarak kullanabilmemiz diğer hiçbir türün başaramadığı ve bizleri yeryüzünde ayrıcalıklı kılan en bariz özelliğimizdir. Papağanlar da konuşabilirler fakat onların konuşması sesleri taklit etmekten öteye geçemez. Ancak insanlar kelimelere anlamlar yükleyebilirler ve kelimelerden anlamlı cümleler kurabilirler. Üstelik anlam yüklenen kelimelerin sonsuz kombinasyonuyla sonsuz sayıda anlamlı cümleler oluşturabilirler. Hayvanlar arasında da iletişim sistemleri bulunur ve bazı hayvanlar sosyal işbirliği içinde hareket edebilirler. Arılar besin kaynaklarının üzerinde özel geometrik açılarla sallanma dansı yaparak diğer arılara besin kaynağının yerini bildirirler. Karıncalar ise vücutlarında feromon denilen çeşitli kimyasallar üreterek koku izi sayesinde aralarında iletişim kurarlar. Sosyalleşme konusunda diğer hayvanlara göre oldukça gelişmiş olan arıların ve karıncaların iletişimi küçük guruplar arasında, şimdiki zaman ve mekan ile alakalı iletişimlerdir. Hiçbir arı veya karınca kendi aralarında geçmişteki anılarını kahve eşliğinde konuşamazlar, yarın ne yapacakları konusunda planlar yapamazlar. İletişim biçimleri önce yönlendirici sonra bilgilendiricidir; şimdiki zamanın ve mekanın sınırları içerisinde somut bir olgu çerçevesinde göstergesel işaretler kullanabilirler. İnsanlar ise soyut düşünebilirler ve simgesel işaretler kullanarak geçmişe ve geleceğe uzanan iletişimler kurabilirler. Bu nedenle şimdiki zamanın ve mekanın sınırlarından tek kurtulabilen tür kendi türümüzdür. Bu açıdan insanlar arası iletişim önce bilgilendirici sonra yönlendiricidir. Türümüzdeki bu iletişim özelliğinin beynimizin iç yapısıyla doğrudan alakalı olduğu düşünülmektedir. Dil ve beyin ilişkisinde dilin doğuştan gelen bir yeti mi, yoksa sonradan kazanılan bir yeti mi olup olmadığı konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Dilin biyolojik evrimin bir ürünü olduğunu kabul eden Skinner ve Chomsky bu konuda farklı görüşler ileri sürerler. Skinner insan beyninin doğuşta boş bir sayfa (tabular rasa) olduğunu savunur ve beynin doğumdan sonra şekillendiğini ileri sürer. Skinner’e göre dilin ortaya çıkması için içsel bir mekanizmaya gerek yoktur, insan dış uyaranlara karşı etki-tepki ve taklit gibi unsurlar nedeniyle dili kullanabilecek hale gelir. Chomsky ise beyinde dili kullanabilecek içsel bir donanımın mevcut olduğunu savunur, dilin gelişebilmesi ise çevreden gelen uyaranlara bağlıdır. Chomsky’e göre homo sapiensin beyin yapısında ani bir mutasyon gerçekleşmiştir ve bu mutasyon sonucunda insan beyni konuşma yetisine sahip olabilmiştir.
Son dönemlerde nöroloji alanındaki çalışmalar, dil ve beyin arasındaki ilişkide beyinde konuşmadan sorumlu özel alanların olduğunu ortaya koymuştur. Dil şebekesi olarak bilinen bu alanların beyindeki konumu sağ ve sol ellerini kullanan kişiler arasında farklılık göstermektedir. Sol ellerini kullanan insanların dil şebekesi genellikle beynin sağ tarafında bulunurken, sağ ellerini kullananlarda sol tarafta bulunmaktadır. Beyindeki konuşma merkezlerinin hasar alması afemi denilen konuşma yitimine neden olmaktadır. Bütün bu bulgular insanda konuşma yetisinin beyinden bağımsız olmadığını desteklemektedir. Dilin kullanılmasında beyindeki özel bir donanımın yanı sıra çevreninde önemli bir etkisi bulunmaktadır. Bebeklerin anne karnında 10. haftadan itibaren sesleri duydukları bilinmektedir. Farklı dilleri konuşanlar arasında yapılan gözlemlerde bebeğin kullanılan ana dilin ritmini algıladıkları ve ağlama ritimlerini duydukları ana dilin ritmine göre şekillendirdikleri gözlenmiştir. Dil alanında yapılan bütün bu çalışmalar konuşma yetisinde hem beynin hem de çevrenin etkisinin birlikte ele alınması gerektiği sonucunu vermektedir. Bu sonuca göre, dil kullanımında beyin belirleyici iken çevre ise biçimlendirici bir etkiye sahiptir denilebilir.
Derek Bickerton ‘Adem’in Dili’ eserinde, insanı tanımlama noktasında lisanın kilit öğe olduğunu belirterek; lisanın türümüzde ilk defa nasıl ortaya çıktığını ve evrimleştiğini irdeler. Bickerton, evrim mekanizmasında sadece genlerin belirleyici olduğunu kabul eden Darwin’in aksine, insanların kendi evrimlerinde rol aldığı fikrini savunur. Bickerton’a göre evrim motorunu çalıştıran etkenler sadece genler değildir, genler ile insanların davranışları arasında geri bildirimli etkileşimler bulunmaktadır. Buna göre, insanlar yaşadıkları çevreyi değiştirirler ve değişikliğe uğrayan çevre de insanların genetik varyasyonlarında mutasyonlara neden olur. Bickerton’un ‘Niş İnşası’ kuramı adını verdiği bu görüşte dil kullanımı çevre şartlarının değişimi ve insan türünün çevresiyle etkileşimi ile ortaya çıkmıştır. Konuşma yetisine kavuşmadan önce rahat beslenme ortamında bulunan türümüzün ataları cennet bahçesinin yitimiyle daha çetin ve tehlikeli çevre şartlarına ayak uydurabilecek bir donanıma evrilmiştir. Beslenmeyi ve hayatta kalmayı zorlaştıran bu şartlarda türümüzün hayata tutunmak için tek seçeneği beslenme stratejisinde adam toplamak ve sosyal iş birliği kurmak olmuştur. Türümüzle ilgili ölüm kalım meselesinde lisanın doğuşu bu nedenle kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşmiştir. Bickerton niş inşası kuramıyla ilgili eserinde ayrıca şu ifadelere yer vermektedir: ‘’ İnsanlar dünyaya ayak uydurmak için mücadele ederken, önce hayvancılık nişi, ardından tarım nişi, son olarak sanayi nişi inşa edildi; önce hayvanların, ardından bitkilerin en son enerjinin ve maddenin üzerinde denetim kurdular. Bunun sınırı yok muydu? Elbette vardı. John Odling Smere ve çalışma arkadaşlarının betimlediği niş inşası türlerinden biri, olumsuz niş inşasıdır. Nişin verebileceklerini tüketen ya da inşanın doğurduğu yıkıntının altında boğulan tür, kendini yok oluşa sürükleyebilir. Bu noktaya ne kadar yakın olduğumuz herkesin kendi tahminine kalmış.’’
Âdem Kıssasının Düşündürdükleri
Kur’an’daki Âdem kıssası türümüzün özelliklerinin sembolik ifadelerle aktarıldığı, zaaflarımızla, üstün taraflarımızla yaratıcının bizi bize anlattığı bir kıssadır. Bu kıssa sadece ilk insanı veya ilk topluluğu değil aynı zamanda her birimizi anlatmaktadır. Dünyaya gelen her insan yeryüzü halifeliği misyonunu taşımakta, her insana isimler öğretilmekte ve her insana yaşadığı dünyayı cennet olmaktan çıkarmaması için yasak ağaca yaklaşmaması gerektiği uyarıları yapılmaktadır. Üflenen ruhtan maksat ise, Elmalılı Hamdi Yazır’ın tabiriyle insanın konuşan canlı (hayy-i natik) olmasıdır. Duygularını, düşüncelerini, hayallerini, dualarını dile getirebilen insanoğlu bu anlamda dünyanın konuşan ruhudur ve dünyanın konuşan ruhu sözlü ve şahitli büyük bir imtihana tabi tutulmaktadır. İnsanoğlu bu imtihanında şeytana uymadığı sürece bir arada barış ve huzur içinde yaşayacak, kimse aç kalmayacak, kimse aşırı ihtirasla bozgunculuk çıkarmayacak, birbirinin kanını dökmeyecektir. Kısacası kimse kimsenin cennetine göz dikmeyecek ve dünyaya insanlığın adalet ruhu hakim olacaktır. Kıssadaki anlatımları tekrar hatırlayalım:
- Hani, senin Rabbin melaikeye ‘’Ben yeryüzünde bir halife atamaktayım’’ dediği zaman da şöyle sormuşlardı: ‘’Yeryüzüne fesat çıkarmakta ve kan dökmekte olan birini mi atayacaksın; üstelik biz seni övgü ile teşbih ve takdis edip dururken?’’
(Allah) cevap verdi: ‘’Şu kesin ki, ben sizin bilmediğiniz şeyleri de bilirim.’’
- Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti, bunun ardından onları melekelere takdim etti ve dedi ki: ‘’Hadi, eğer sözünüzün arkasında duruyorsanız şunların isimlerini bana bir bir haber verin!’’
- (Melekler) cevapladılar: ‘’Sen tek otoritesin, bizim Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz olamaz; yalnızca sensin her şeyi tam bilen, her hükmünde tam isabet kaydeden.’’
- (Allah) buyurdu: ‘’Ey Âdem! Şunların isimlerini onlara bildir. ‘’ Onların isimlerini (meleklere) bildirince de; ‘’Size dememiş miydim ‘Ben bilirim göklerin ve yerin sırrını; gizlediklerinizin ve açıkladıklarınızın tümünü de Ben bilirim’ diye?’’
- İşte o zaman meleklere demiştik ki: ‘’Âdemoğlu için emre amade olun! İblis hariç, hepsi emre amade olmuştular. O (ise) emre karşı geldi, büyüklük tasladı ve nankörlerden oldu.
- Ve dedik ki: ‘’ Âdem! Sen ve eşin şu bahçeye yerleşin, orada canınızın istediği her şeyden serbestçe yiyin, şu ağaca da yaklaşmayım demeyin, sonra zalimlerden olursunuz.’’
- Fakat şeytan onların ayaklarını kaydırdı, böylece sahip oldukları müstesna konumdan uzaklaştırdı. Ve Biz dedik ki: ‘’Birbirinize düşman olarak çıkıp gidin! Zira yeryüzünde, geçici bir hayat alanı ve tadımlık bir haz sizi bekliyor!’’ (Bakara)
Bazı İslam alimlerine göre ‘’Âdem’’ ismi çoğul isim olarak insan topluluğuna atıf yapmaktadır. İsimlerin öğretilmesi bahsindeki zamirler ise akıllı ve iradeli insanları işaret etmektedir. İnsan isminin ünsiyet kurmak, başkalarıyla beraber yaşamak anlamındaki ‘’enise’’ fiilinden türediği hatırlanacak olursa, bu durumda Âdem kıssasının verdiği mesajda, birbirleriyle ünsiyet kurarak ve anlaşarak yaşamaya programlanan türümüzün aç gözlülük, ihtiras, ve haset duygularına yenilerek meleklerin itirazında olduğu gibi bozgunculuk çıkarıp, kan dökerek yeryüzünü yaşanmaya değer bir yer olmaktan çıkarmasına dikkat çekildiği söylenebilir. Aslında insan fıtri olarak doğuştan kötü bir canlı değildir. Bencilliğin ve bireyselliğin toplumsal dayanışma ve diğergâmlığa tercih edildiği durumlarda kötülük problemi ortaya çıkmaktadır. Oysa türümüzün devamı tarihin başlangıcında olduğu gibi akıllarımızın, iş bölümlerimizin tek ve dev bir vücut gibi uyumlu halde çalışabilmesiyle mümkün olacaktır. Türümüze özgü üstün özelliklerimiz türümüzü yaşatmak için değil de birbirimizi yok etmek, birbirimizin hakkını gasp etmek için kullanıldığında insanoğlunun yeryüzündeki izlerine savaşlar, zulümler, cinayetler, acılar ve gözyaşları damgasını vuracaktır.
Tekâmül Yasası
Algılayabildiğimiz üç boyutlu evrenimizde bütün varlıkta kendini gösteren bir yasa vardır. Tekâmül veya modern dildeki karşılığı olan evrim yasası, varlığın değişim, gelişim ve dönüşüm yasasıdır. Evrenimiz yaklaşık 14 milyar yıl önce enerjinin tek bir noktadan patlamasıyla oluşmaya başladı ve hala genişlemeye devam etmekte. Dünya 4,5 milyar yıl öncesinde oluştu ve 4 milyardır canlılığa ev sahipliği yapıyor. Canlılar aleminde bizleri temsil eden homo sapiensin eş zamanlı dönemlerde en az 8 insansı türü ile birlikte yaşadığı biliniyor. Bu türler arasından homo sapiensin beyninde gerçekleşen bir mutasyon neticesinde, diğer insan türleri tarih sahnesinden çekiliyor ve türümüz yeryüzünün baş rol oyuncusu olarak kendini göstermeye başlıyor. Homo sapiens başka türlerin başaramadığı ölçekte yetenekler sergiliyor, alet üretimi hızla artıyor, iletişim ağları, sanat ve inanç gibi soyut ve metafizik dünyaların kapıları aralanıyor.
Türümüz şimdilerde ise tarihin hiçbir döneminde görülmeyen bilgi ve teknoloji çağının mimarisini üstleniyor. Biyoteknoloji ve yapay zeka geleceğimize yön veriyor. Bilginin küresel ağ olarak yaygınlaşması dünyayı global bir köye dönüştürüyor. Geçmişteki insanların bir ömür boyu maruz kaldıkları bilgiyle, günümüz insanları bir günde karşılaşabiliyorlar. Bazı bilim adamlarına göre, en hiper esnek organımız beynimiz ve aşırı miktarda bilgiyi işlemeye çalışan beynimizin işlevinin de değişeceği öngörülüyor. Hatta 200 yıl sonraki bir dönemde homo sapiensin başka isimle başka bir tür olarak anılacağı tahmin ediliyor.
Bilgi ve teknoloji çağında doğan nesiller ise Z kuşağı olarak adlandırılıyor. Z kuşağının, 2000 öncesinde doğanlardan ayrılan bariz özellikleri mevcut. İlişkilerinde sosyal medyanın iletişim araçlarını kullanan Z kuşağının internette geçirdiği zaman ebeveyniyle geçirdiği zamandan daha fazla. Bilim devriminin göbeğinde dünyaya gelen bu neslin belirgin özelliklerinden bazıları analitik, hızlı düşünme, üst düzey sorgulamaya sahip olmaları. Özgürlüğüne düşkün, bireyselliğin önemsendiği bu neslin 2020 yılından itibaren tarihin en büyük tüketici vasfına sahip olacağı tahmin ediliyor. Eğitim sisteminin onlara göre uyarlanabilmesi, diğeriyle işbirliği kurabilme, bencil duyguların ve tüketim isteğinin kontrol altına alınabilmesi gibi meselelerin Z kuşağı ile ilgili en önemli problemler olduğu düşünülüyor. Z kuşağının anne babalarına ise bu konularda büyük sorumluluklar düşüyor. Anne babaların çocuklarıyla ilgili en önemli görevi hiç şüphesiz onları erdemli, kendisine ve topluma faydalı bireyler olarak yetiştirebilmektir. Bir nesli belirli özelliklerle kategorize edip kendi haline bırakmak Allah’ın eğitim ve terbiye metodunu yansıtan Rab esmasını görmezden gelmek demektir. Z kuşağının eğitim ve terbiye konusu başlı başına bir konu olduğu için burada değinmek istediğim asıl mevzu, bencilliğin ve tüketim hırsının doruk deneyimi noktasında türümüzün yaşamı anlamlandırma krizine karşı nasıl önlemler alınması gerektiğidir. Bu durumda devreye inanç alanı girmektedir. Dijital çağın dijital çocuklarına yaşamlarını anlamlandırma noktasında onların sorgulamalarına hitap edebilecek akılcı ve insancı bir din dili ile yaklaşabilmemiz elzemdir. Dinimizin güvenilir tek kaynağı olan Kur’an akletmeye, sorgulamaya ve erdemli olmaya atıf yapan onlarca ayetiyle büyük bir özgüvenle tüm çağlara meydan okuyabilmektedir.
Asıl sorun anne babalar olarak bizler bu konuda ne kadar donanımlı ve özgüvenliyiz?