İnsan hakları, küresel ölçekte bir meşruiyet ölçütü haline gelmiştir. Siyasal iktidarların, en azından anayasal düzeyde benimsedikleri ve birçok hukuki düzenlemeye referans yaptıkları temel kavramlardan biri olmuştur. İnsan hakları söyleminin evrensellik iddiasına karşın dayandığı felsefenin evrenselliği ise daima tartışma konusu olmuştur. Bu noktada, İslam’ın ve onun hukuk düşüncesinin insan hakları kavramını ele alış biçimi zaman zaman gündeme gelmektedir.
İnsan hakları, modern batı doktrininde birey-devlet karşıtlığı üzerine kurulmuştur. İnsan hakları, bireyin devlet karşısında korunmasını ve insan onuruna yakışmayan muamelelere tabi tutulmamasının ahlaki direnç noktası haline gelmiştir. Ancak batı insan hakları kavramı, dayandığı liberal felsefeye paralel olarak insan haklarını bireyin toplumsal talep dalgalanmalarına maruz bırakabilmektedir. Bunu insan haklarının dinamizmi ile açıklamak mümkün gözükse de esasında, başka bir hakemin bulunmayışından kaynaklanmaktadır. Konu hakkında kapsamlı bir araştırma yapan Muş Alparslan Üniversitesi öğretim üyesi Mehmet Birsin’le insan hakları konusunda İslam cihetinden tartışmaların mahiyetini konuştuk.
Asım Öz: Genel olarak hak özel olarak da İnsan hakları kavramı üzerinde teorik tartışmaların yapılmasının gerekli olduğunu ifade ediyorsunuz, Niçin?
Mehmet Birsin: Bilindiği gibi insan hakları iki kelimeden oluşuyor; biri insan, diğeri hak. İnsan hakları kavramının çerçevesini belirlemek için bu iki kavramın içeriğinin tayin ve tespit edilmesi gerekmektedir. İnsana özgü bir yetki olarak haktan söz etmemizin anlamlı olması için, insanın varlık hiyerarşisindeki yerini tespit etmemiz lazım gelmektedir. Bu amaçla Kur’an’a baktığımızda, bir varlık türü olarak insanın akıl ve irade sahibi olmakla üstlendiği geniş misyonun emanet, genel olarak evren özelde ise yeryüzü üzerindeki yetkisini, diğer ifadeyle dar misyonunun ise hilafet olarak adlandırıldığını görmekteyiz. Her iki kavramın geçtiği ayetlere baktığımızda, insan emanetin arz edildiğinden haber veren ayette, insan zihninin büyük gördüğü yer, gök ve dağlar gibi varlıkların kaçındığı nitelikler (akıl ve irade) ve sorumluluğun insan tarafından üstlenildiğini görmekteyiz. İnsanın halife olarak yaratıldığından söz eden ayet, onu yeryüzünün iradi toplumunun kurucusu olarak yaratıldığını haber vermektedir. Kur’an bu misyon ve sorumluluğa paralel olarak yerde ve gökte her ne varsa hizmetine verilen bir varlığı resmetmektedir.
İnsan zaaflardan arınmış bir varlık değil ama…
Elbette insanın bireysel zaafları vardır, zalim olmak, cahil olmak, hervşeyi yerli yersiz tartışmak, nankör olmak gibi… Ancak bütün bunlar, onun türsel seçkinliğini ve insan teki olarak asaletini izale edici değildir. Kur’an’dan yola çıkılarak yapılan bu tespitleri, ilahi hitabın bağlayıcılık düzeyine göre tasnifiyle ulaşılmış hükümler bütünü olan İslam fıkhı ile buluşturmamız gerekmektedir. İnsanın şeref, keramet ve asaletini hatırlatan Kur’an buyruğunun fıkh dilinde insana dair tespit edilen hükümlerde başvurulan bir asla dönüştüğünü görmekteyiz. İnsan için asıl olan temiz olmasıdır, insan için asıl olan suçsuz olmasıdır. İnsan için asıl olan hür olmasıdır gibi tespitler bu asıllardan bir kaçıdır.
Peki, modern zamanlarda fıkıhta bu bağlamda ne tür tartışmalar yapıldı?
İslam fıkhının ya da modern zamanlarda fıkhın insan ilişkilerini düzenleyen normları için kullanılması tercih edilen İslam hukukunun, gelişim çizgisi kazuistik (meseleci) yapısından ayrılarak kavramsal ve kuramsal çalışmalar yapma noktasına ulaşmıştır. Bu bağlamda hak kavramının kuramsal çerçevesini belirlemek önem arz etmektedir. İnsan hakları her iki kavramsal temelden beslenen yeni bir kavram olarak insanlık ve hak kavramlarının asalet ve riskini birlikte içermektedir. Bir yönüyle insan hakları Allah’ın yücelttiği insanı yüceltmekte, insanın kendisinden daha aşağı veya kendisine eş bir varlık veya eşya tarafından suiistimal edilmemesini savunmaktadır. Diğer taraftan insanın seçkinliğinin arkasına gizlenerek bir çok pespaye tutumu hak düzeyine taşıyabilmektedir. İşte tam da bu nedenle uluslar arası ölçekte yaygınlık kazanan insan hakları kavramının fıkhi düşünüşün kapsamına dahil edilmesi gerekmektedir. İnsan hakları kavramı ve söyleminin birebir eşlemelerle islam fıkhına aktarılmasının kabul edilir bir tarafı olmadığı açıktır. Bu durumda insan hakları kavramının fıkhi çerçevesinin ortaya çıkarılması gerekmektedir. İnsan hakları düşüncesinin islam fıkhında kendine özgü dili ile ifade edilen köklerini bulmak, bu kökleri güçlendirip dinin maksatları ve insanın maslahatları ile buluşturmak islamfıkh/hukukunun dinamizmine katkı sunabilecektir.
Bu iki kavramın Batı’da ve İslam dünyasında anlamlandırılması noktasında karşımıza çıkan farklılıkların sebepleri nelerdir?
Gerek hak gerekse insan hakları kavramı, kökeni, gelişmesi, uygulama alanı ve değerleri bakımından bir çok araştırmacı tarafından Batı uygarlığına özgü kılınmıştır. Bu araştırmacılar içerisinde Batılılar olduğu gibi, Batılı olmayanlar da bulunmaktadır. Batılılar bakımından bu egosantrik bir yaklaşımdır. Batıl olmayanlar bakımından ise değerlerine yabancılaşmanın ürettiği özgüven kaybına dayanan taklitçiliğin tipik bir ifadesidir. Batı için insan hakları, doğal hukukun doğal haklar teorisinden neşvü nema bulmuş, doktrin ve söylem bakımından Batı uygarlığıyla bütünleşmiş bir kavramdır. Aslında Batı uygarlığının modern zamanlarda düştüğü değer krizinde elindeki en güçlü argümana dönüşmüştür. Bu yönüyle kavram dinamiktir ve üretilmeye devam etmektedir. İslam dünyasında insan hakları kavramı denilice ortaya konulan yaklaşımlar sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik ve entelektüel etken altında oluşmuştur. Toptan retten kabule kadar değişen bu yaklaşımların en kayda değer olanı islami perspektiften hareketle yol bulmaya çalışandır. Çünkü bu yaklaşım esas itibariyle kendi kültür kodlarından hareket ederek kavramla ilişki kurmaktadır. Daha çok BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile ilan edilen hakların İslami karşılığını bulmayı hedefleyen çalışmalar ile temsil ediliyorsa da bu eğilim, insan haklarını daha temelden kuramsal boyutlarıyla ele almaya yönelmiş gözükmektedir.
İnsan haklarının küresel ölçekte meşruiyet kaynağı haline gelmiş olmasını nasıl yorumluyorsunuz?
BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, BM İkiz Sözleşmeleri, Avrupa Sosyal Şartı ve Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi aracılığıyla uluslararası hukukun kaynaklarından biri haline gelmiştir. Diğer taraftan insan hakları üzerinde yapılan bilimsel çalışmalar ve çoğunluğu Batı merkezli olan sivil toplum örgütlerinin kültürel ve eylemsel katkıları siyasal iktidarların insan haklarına anayasal güvenceler vermesi ile sonuçlanmıştır. İşin hukuki gelişim ve uygulama yönü bir tarafa, insan haysiyet ve onuruyla çelişen uygulamaları bulunan bir siyasal sistemin meşruiyetini kaybediyor oluşunu önemli buluyorum.
Güç mücadeleleri insan hakları tartışmalarını etkilemiyor mu?
Elbette Batılı güçlerin insan haklarını siyasal çıkarlarının aracı olarak kullandığına işaret eden göstergelerin ciddi olduğunu düşünüyorum. Her şeye rağmen insan haklarının küresel ölçekte meşruiyet kaynağı haline gelmesi, daha insani bir toplumsal ve siyasal dönüşüme yardımcı olabilir. İslam dünyasında genel olarak hüküm süren soğuk savaş dönemi iktidarlarının son yıllarda toplumsal baskı ile yaşadıkları değişimde insan hakları kavramının kayda değer rolünün olduğunu düşünüyorum. İnsan haklarının bu olumlu işlevlerini ifade ettikten sonra ifade etmek isterim ki, insan haklarının küresel meşruiyet aracına dönüşmesinde rahatsız duyulacak bir şey yok. İnsan hakları kavramıyla ilgili duyulacak temel endişe, kavramın güçlü ülkeler tarafından çıkarlarına alet edilmesidir. Bu siyasi bir sorundur. Diğeri ise modern insan hakları söyleminin taşıdığı dahili sorunlardır. Bu sorunların başında kavramın zorunlu olarak sekülerliği iddiasıdır. Halbuki seküler bir yaklaşımla insan haklarını temellendirmek mümkün görünmemektedir. Modern insan hakları söyleminin diğer temel bir sorunu uç ve marjinal eğilimlerin hakimiyetine girme tehlikesidir. Aykırı, karşıt ve mücadeleci bir temelden beslenen modern insan hakları hareketinin bu grupların hakimiyetine girmesi onu bekleyen en büyük tehlikedir. Bu risklerden korunabilirse insan hakları söylemi insanlığın vicdanı olabilir. Elbette insan hakları doktrinine müslüman entelektüellerin katkı sunmaları, doğru istikamette yol almasına birikimleriyle destek olmaları gerekmektedir.
İnsan hakları kavramının kaynağı hakkındaki yaklaşımlar nelerdir? Bu konularda sizin kanaatiniz nedir?
Modern insan hakları doktrinin ilk kurucuları (örn. John Lock), doğal haklar ifadesini kullansalar da, insan haklarının kökeni olarak ilahi/tanrısal bağışa işaret etmekten çekinmemişlerdir. Batı Aydınlanma hareketinin ilerleyen dönemlerinde insan haklarının ilahi bağışa değil, doğa halindeki sözleşmeye dayandırılmıştır. Pozitivist söylemlerin egemen olmasıyla hakların kaynağı pozitif hukuk ile sınırlandırılmaya çalışılmışsa da bu ikna edici gelmemiştir. BM Evrensel Beyannamesi hakların kaynağı ve dayandığı felsefe konusunda bilinçli bir suskunluğu tercih etmiş olmasına rağmen Aydınlanma felsefesinden ayrı düşünülemez. İslami açıdan haklar hükümlerden ayrı ele alınamaz. Bilindiği gibi hüküm din koyucunun iradesini yansıtır. İslamda din koyucu Allah’tır. Bu bakımdan hakların kaynağı da O’dur. Allah’ın iradesi Kur’an yolu ile bize ulaşmıştır. Bu noktada hakların kavramsal ve içerik olarak tespitinde beşeri akıl ve kavrama düzeyi devreye girmektedir. Allah kimi hakları (temel haklardır) insan olarak var olmamıza bağlamıştır. Bu bakımdan bu hakların içtihadi olarak değerlendirilip askıya alınması düşünülemez. Siyasi iktidarların da bu hakların verilmesinde veya ilga edilmesinde bir yetkileri yoktur. Bu haklar insanın temel maslahatlarına dinin ise temel maksatlarına karşılık gelmektedir. Klasik dönemde islam hukukçuları bu hakları “din, can, nesil, mal, akıl” güvenliği şeklinde formüle etmişlerdir. Bu haklar insanın maddi veya manevi varlığını oluşturmaktadır. Diğer insan hakları ise, bu temel hakların yeni haklar ile korunması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Örneğin din güvenliğinin olabilmesi için ibadet, inancı anlatma ve özendirme hakkının da bulunması gibi. Yaşam hakkı, yaşamın insan onuruna uygun olarak sürdürülmesi için beslenme, barınma ve mesken dokunulmazlığı gibi hakları zorunlu olarak doğurması gibi. Bu şekilde çekirdek haklar etrafından halkalar halinde dizilen bir haklar sistemi ortaya çıkmaktadır.
İnsan hakları söylemini Batı’ya dolayısıyla ulus devletlerin ortaya çıkış süreciyle birlikte ele alan yaklaşım tarihsel dayanakları bakımından daha tutarlı gibi..
İnsan haklarının doğuşunu Batıdaki tarihsel gelişimi içerisinde değerlendirdiğimizde modern ulus devlet ve bu devleti doğuran sosyal ve siyasal gelişmelerle ilişkili gözükmektedir. Modern insan hakları söylemi bu evrelerden geçerek şekillenmiştir. Ancak eğer insan hakları, bütün içeriği ile olmasa dahi, en azından kavramsal açıdan evrensel olacaksa, Batıda ortaya çıkan liberal ve seküler modern devletin insan haklarının rüknü esasisi olmaması gerekir. Liberal ve seküler devlet, insan haklarının temel ve ayrılmaz rüknü kabul edilirse, bu, insan hakları kavramının ancak liberal ve seküler bir vasatta oluşacağı anlamına gelir ki, bu yaklaşım, insan haklarıyla birlikte sekülerleşme ve liberalleşmeyi de taşımayı gerektirir. Diğer taraftan eğer insan hakları evrensel ise, beslendiği liberal ve seküler felsefe ve sistem de evrenseldir gibi bir sonuç doğurur ki bu vakıaya terstir. İdeolojik bir söylem dışında savunulması mümkün değildir. Bu nedenle insan hakları kavramının liberal ve seküler zeminde kazandığı formu evrensel kabul etmemiz zor gözükmektedir. Bununla birlikte bu formun taşıdığı özün insan onuruna katı sağlayabilecek güçlü bir içeriği bulunmaktadır ve İslam düşüncesi ve fıkhının kavramla tanışmasına katkısı göz ardı edilemez.
İçeriği, kapsamı ve sınırları konusunda tam bir uzlaşmanın bulunmadığı insan haklarını İslami cihetten yorumlamanın handikapları yok mu?
Aslında tam da bu handikaplardan kurtulmak için insan haklarının İslam fıkhının usul ve sistemiği gözetilerek, dinin genel maksatları öncelenerek ele alınması gerekmektedir. İnsan hakları kavramının küresel ölçekte kazandığı itibar ve güçten söz etmiştik. Bu haliyle insan hakları kavramının islam dünyasına yansımalarının kaçınılmaz olduğunu biliyoruz. Kavramın dinamik ve aktivist ögelere sahip olduğuna da hep beraber tanıklık ediyoruz. Bütün bu nedenlerle insan haklarını islami bilgi/hüküm üretmenin en kadim yöntemi olan fıkhi tefekkür içerisine katmamız gerekmektedir. Bu çaba ile hem verili olarak aktarılan kavramı değerlendirmiş hem de islam fıkıh doktrinin insan merkezli olarak gözden geçirilmesine yardımcı olmuş oluruz.
Müslümanların Batı karşısında geliştirdiği tutumlar üzerinde duruyorsunuz. İnsan hakları kuramı ortaya koyma çabası bu tutumlardan hangisine yakın?
İslam dünyasının Batı karşısında toptan kabul, toptan ret ve sorgulayıcı yaklaşımlar olmak üzere üç tutum geliştirdiklerinden söz etmiştim. Toptan kabul yanlılarının bir kuram yazma ihtiyacı yoktur. Onlar, kuramın Batı uygarlığında yazıldığını, yalnızca güzel bir çeviriyle bu kuramı aktarmanın yeterli olacağını söyleyeceklerdir. Batıyı toptan ret etmeyi tercih edenlerin, bu uygarlıkla şöhret kazanmış bir kavramla uğraşmayı tercih etmeyecekleri aşikardır. Sorgulayıcı olanlar ise, İslam medeniyetinin içine düştüğü dâhili sıkıntıları göz ardı etmeden, Batı uygarlığının yörüngesine de girmeyen özgün bir yol arayışı içindedirler. Bu yaklaşım, sorgulayıcı olması bakımından, İslam dünyasının bilimsel ve kültürel birikimi kutsayıcı değildir. Yine bu yaklaşım, Batının yörüngesinde kaybolup gitmeyi hem Batının İslam uygarlığını istiab yeteneğinden yoksun oluşu hem de İslam medeniyet birikiminin Batının ürettiği sorunlara çözüm üretebileceğine dair bir kanaate sahip oluşları nedeniyle onaylamazlar. Bu çizgi özgün bir çizgi inşa etmeyi hedeflemektedir. Bu bakımdan islamda insan hakları kuramı üzerinde yazmak bu üçüncü yaklaşımın ürünü olsa gerektir.
Peki, Müslüman dünyada insan haklarına karşı geliştirilen olumsuz tutumun sebepleri nelerdir?
Bir çok sebebi bulunmaktadır. Bu sebeplerden bir kısmı epistemiktir, yani insan haklarının seküler bir felsefeye dayanıyor oluşudur.Bir kısmı politiktir, yani Batılı devletlerin insan haklarını dış politika malzemesi olarak kullanmalarına gösterilen tepkilerdir. Diğer bir kısmı, İslam ülkelerine hakim olan despotik yönetimlerin manipülasyonundan kaynaklanmaktadır. Bir kısmı salt gelenekçilik ve taklitçilikten kaynaklanmaktadır.
Fıkıh ve hukuk arasında yapılan ayırım hakkında ne düşünüyorsunuz?
Fıkıh beşerin hem davranışlarını hem de ilişkilerini konu edinir. Bu yönüyle kişisel temizlikten, ibadetlere, sübjektif ahlak normlara kadar ikinci bir şahsı ilgilendirmeyen konuları inceler. Bu fıkhın dini doğru yaşamayı gösterme işleviyle ilgilidir. Diğer taraftan fıkıh, beşeri ilişkileri, yani insan-insan ilişkisini hak-vecibe denklemi içerisinde işler. Hukuk fıkhın bu son işlevini konu edinir. Fazla uzatmadan ifade etmek gerekirse, fıkıhla hukuk arasında kapsam farklılığı bulunmaktadır. Fıkıh hukuku kapsamaktadır. İslam medeniyetine özgü bir bilim dalı olarak fıkıh, müslüman bireyin tüm bireysel yaşamını olduğu gibi, toplumsal ilişkisini hatta müslüman toplumun diğer topluluklarla ilişkisini düzenlemeyi amaçlamaktadır.
İnsan hakları tartışmalarının sekülerleşme ile ilgisi kurulabilir mi?
İnsan haklarının bizatihi seküler olduğuna dair bir algının kimi çevrelerde olduğunu biliyorum. Ancak ben kavramın bizatihi seküler olmadığını, kavramın seküler bir tarzda incelendiği gibi, şer’i sınırlar içerisinde de incelenebileceğini düşünüyorum. Hakim söylemin seküler oluşu, kavramın zorunlu olarak seküler olmasını gerektirmemektedir.
İran’da Şebusteri sizin çerçevesini çizmeye çalıştığınız bu tür yaklaşımları olumsuzluyor. İnsan haklarını doğrudan sahip çıkmayı öneriyor. Şebusteri’nin düşünceleri hakkında ne dersiniz?
Gördüğüm kadarıyla Şebusteri, insan hakları kavramı ve formülasyonunun bizzat insanlar tarafından Batı uygarlığı içerisinde üretildiğini, bu kavram bizde bulunmaktadır diyenlerin kavramı olumlamış olduklarını; ancak bizdeki yerini gösteremediklerini, dahası bulunmadığı için gösteremeyeceklerini savunmaktadır. Bu yaklaşımı analiz ettiğimizde iki unsura rastlıyoruz. İlki, İnsan hakları kavramının batıya özgü olduğudur. Bu yaklaşımı kabul etmemiz mümkün değildir. Çünkü insan hakları kavramının içerdiği temel haklar, insanın şerefli kılınışının bir yansıması olarak İslam’da mevcuttur. İkincisi insan hakları formülasyonudur. Kavramı formüle etme önceliğinin Batı uygarlığına ait olduğunu biz de kabul ediyoruz. Biz, Batının insan haklarını formülasyonunun birçok açıdan yerinde ve işlevsel olduğunu ancak içerisinde birçok tortu taşıdığını ifade ediyoruz. Bu tortuların taşınmaması için kavramın İslam fıkhı havzasında yeniden inşa edilmesi gerekmektedir.
Mehmet Birsin, İslam Hukukunda İnsan Hakları Kuramı, Düşün Yayıncılık, 2012,395 sayfa.
Dünya Bülteni / Asım ÖZ