“Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için, ölümü ve dirimi (hayatı) yaratan O’dur. O, güçlüdür, bağışlayandır.” 67/Mülk-2
“Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.” Ra’d- 11
“Eğer siz (Uhud’da) bir acıya uğradınızsa, (Bedir’de de düşmanınız olan) o kavim de benzer bir acıya uğramıştır. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz (zaferi bazen bir topluma bazen öteki topluma nasip ederiz.) Ta ki Allah, iman edenleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şahitler edinsin. Allah zalimleri sevmez.” Al-i İmran-140
Ademoğlunun Şeytan’la imtihan gereği kıyamete kadar sürecek olan mücadelesi, günümüzde de tüm hızıyla devam etmektedir. Bu savaşın mekânı tüm yeryüzüdür. Varoluşsal imtihanımız, yeryüzü var oldukça Tevhid-Şirk, Hak-Batıl, Zulüm-Adalet çelişkisi üzerinden, isimler ve görüntüler değişse de devam edecektir. Bize düşen bu mücadelede nerede duracağımızdır. İnsanoğlunun bu mücadelesi ve bu mücadelede nasıl bir duruş sahibi olacağı Kerim Kitap’ımızda Kıssalar, Siyer-i Nebi, Medeniyetler tarihi üzerinden bizlere anlatılmaktadır.
Bugün İnsanlığın ve İslam toplumlarının yaşadıkları, bu arka plan dikkate alınmadan okunduğunda, yanlış bir sonuca ulaşacağımız mukadderdir. Çünkü Allah’ın Sünneti’nde bir değişme muhaldir. (Ahzap suresi-62) Allah’ın sünnetini görmezden gelmek, yaratılışı ve gerçeği görmezden gelmektir.
Sünnetullah’ı dikkate almayanlar ve doğru okuyamayanlar hayatı doğru okuyamazlar ve anlayamazlar. Sünnetullahı doğru okumayanlar, hayatı doğru anlamadıkları gibi Sünnetullah’ın kelama dökülmüş hali olan Vahy’i de doğru okuyamazlar ve anlayamazlar. Fıtratın, Sünnetullahın, Vahyin dilinden mahrum olanlar hayattan da, hayatın nimetlerinden de mahrum kalmaya müstahak olurlar ve azap kırbacı üzerlerinden eksik olmaz.
Fıtrat, Sünnetullah ve Vahiy bizlere, başımıza gelen musibetlerin mutlaka içeriden ve dışarıdan gelen sebepleri olduğunu söyler ve öğütler, kendi dillerince. Akıllı, basiretli, ferasetli insana düşen bunlara kulak verip, gereğini yapmak olmalı değil midir? İslam dünyası toplumları; uzun zamandır sebepleri, süreçleri görmezden gelerek, sonuçları konuşuyorlar. Sonuçlar üzerinden konuşmak; “maruz kalma” psikolojisidir. Musibete duçar olmadan o konularla yüzleşmiyoruz. Sonuçları konuşanlar, kendilerini nesne olarak gördükleri için, suçu ve suçluyu hep dışarıda ararlar. Kendilerini eleştiriye, özeleştiriye tabi tutmazlar. Bu hal, hem kendilerini hem de muarızlarını yanlış değerlendirmeye götürmektedir. Dünü, bugünü ve yarını bir bütünlük içinde algılayamayanlar, “maruz kalan” olmaya, bugünün ve yarının “mağduru” olmaya devam edecekler demektir. Güncel olduğu için IŞİD örneği üzerinden gidecek olursak, eğer bu yaşananlar ya da medya üzerinden bize gösterilenler olmasaydı biz bu konuları konuşmayacaktık. IŞİD, bir sonuçtur. Tarihsel ve reel sebepleri vardır. Halbuki; IŞİD ve IŞİD gibi yapılar geçmişte de, bu gün de hep oldular ve olmaya da devam edeceklerdir. Zihinsel, sosyal, kültürel, siyasal olaylar, olgular gökten zembille düşmezler ve hemen de yok olup gitmezler. Ortamını, vasatını bulduğunda yeniden neşv-ü nema bulabilirler. Bizler tarihi doğru okumuş, aklımızı kullanmış olsaydık, bir maruz kaldığımıza bir daha maruz kalmazdık. Bir insanın bir delikten iki defa ısırılması ahmaklığına delalettir, denmiştir. Hariciliği, harici zihniyeti yaşamış bir Ümmet’in bu zihinsel, sosyo- kültürel vasatın oluşmaması ve giderayak musibete dönüşmemesi için tedbir alması lazım gelmez miydi?
Osmanlı İmparatorluğu 17. yy’da duraklama ve çöküş sürecine girdiğinde “bize ne oluyor, bu durumun ne gibi sonuçları olur?” sorularına reel, doğru cevaplar verip gereğini yapsaydık, bu günkü durumlara düşmeyebilecektik. Yükseliş ve Çöküş’ün sebepleri vardır. Akla, akıllı insana düşen bunları tespit etmek ve gereğini yapmaktır. Bu güne vaziyet edemeyenler, geleceği de öngöremezler. Yukarıda dikkat çektiğimiz Al-i İmran 140. ayet-i kerime, Bedir’ de onlara isabet eden Uhud’da da size isabet etti diyerek, bütün zamanlarda geçerli olan bir Sünnetullaha dikkatimizi çekiyor. Siz Kurtuba’yı, İstanbul’u fethettiğinizde onlara bir yara açmış oluyorsunuz, bu onlar için ilk etapta zarar gibi görünürken bir imkanın doğmasının da başlangıcı oluyor. Siz Akdeniz’e hükmederseniz, onlar da Hindistan ve Amerika’nın fethine yönelmeyi düşünürler. Zafer de, mağlubiyet te ilanihaye değildir. Bu sürenin uzunluğu kısalığı bizim varlığı, hayatı, sünnetullahı, vahyi doğru okumamızla ve gereğini yapmamızla alakalıdır. Zillet ve izzet kendi ellerimizle yaptıklarımızın sonucudur.
İslam; bizlerden, adil olmamızı, sırat-ı müstakim üzere yaşamamızı ister. Bu isteğe rağmen; zulmü irtikap eder, zulme boyun eğersek, Din diye tarihte yaşanmış geleneklere sarılırsak, bu gelenekleri korumayı cihat, uğurlarında ölmeyi şehadet kabul edersek, velayet konusunda, Allah’ı, Resulü, müminleri bırakıp kafirleri, müşrikleri, münafıkları veli/dost kabul edersek, Ümmet olmamızı isterken ulusçuluk ve mezhepçilik hastalıklarıyla bünyeyi tarumar edersek, bu başımıza gelenlere neden şaşırıyoruz? Ettiğimizi çekiyoruz.