Müslümanların yaşadığı coğrafyaları kana bulayan işgal politikalarıyla, diğer yandan İslam’ı modern ve postmodern cahiliyenin kavram ve değer yargılarıyla tanımlama ve “evrensel değerler” olarak nitelendirilen bu cahili değer yargılarına tâbi kılarak dünyaya nizam verme iddiasından soyutlamaya dönük çabalar eşzamanlı olarak yürütülmekte.
Bu itibarla bugünün Müslümanları olarak her iki alanda da emperyalist kuşatmaya karşı mücadele vermekle yükümlü olduğumuzu bilmeliyiz. Savaş ve işgal politikalarına da, İslam’ın “dine karşı din” politikalarıyla saptırılması girişimlerine de karşı durmak imani görevimizdir.
Bu yazıda, söz konusu kuşatma politikaları karşısında İslam adına ortaya konan, ifrat ve tefrit olarak değerlendirebileceğimiz iki farklı ölçüsüz tutumu konu edinmeye ve Müslümana yakışan tutumu ifade etmeye çalışacağız.
Bir uçta diyalog ve hoşgörü adına emperyalist işgalci-yağmacıları dahi hoşgören, onlara karşı yegane seçenek olan direniş yerine diyalog adı altında teslimiyetçi ve işbirlikçi bir tutumu savunan bir yaklaşım sergilenirken, diğer uçta ise beldelerimizi işgal eden ve değerlerimizi yağmalayan emperyalist güçlere karşı doğru seçenek olan direniş seçeneğinde ölçüsüz davranarak, işgalcilerin ötesinde onların halklarını da fiilen hedef seçen, alışveriş merkezlerini, metroları vs bombalamakta beis görmeyen bir şiddet körlüğü sürdürülmektedir.
Rabbimizin savaşa dair hükmünde yer alan “Sizinle savaşanlarla” kaydına ve “aşırı gitmeyin”[1] uyarısına rağmen, Batılı işgalcilerin Müslüman sivillere yönelik katliamları ve işledikleri çeşitli insanlık dışı suçlar gerekçe gösterilerek ve Batı halklarının işgalcilere oy ve vergi vererek onları desteklediği, yapılan anketlerde çoğunlukla savaşa destek oranının çıktığı gibi argümanlarla, askeri hedefler dışındaki alanların da hedef alınması meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.
Tabi bu tür yorumlarla “sivil” mefhumu tamamen buharlaştırıldığı için de ne yazık ki hedef alınamayacak bir alan kalmamakta, içinde sevdiklerine kavuşmak veya işine gitmek vs için yola çıkmış insanların bulunduğu uçaklarla, neticede yüzlerce insanın sırf nafakasını temin için çalıştığı binaların hedef alınması meşru görülebilmekte, metroların, alışveriş merkezlerinin bombalanmasında beis görülmeyecek inanılmaz bir ölçüsüzlük noktasına gelinebilmektedir.
Bu yaklaşım sahipleri, Mekke toplumu Darun Nedve oligarşisinin yanında ve arkasında olduğu halde Allah Rasulü’nün (s), savaş durumunda bir bütün olarak o toplumu değil, onların öncülerini ve onlarla birlikte savaşanları hedef aldığını bilmiyor olamazlar. Halid b. Velid’in İslam’ın sınırlarının dışına çıkarak Beni Cezime kabilesine saldırması ve suçsuz insanları ve esirleri öldürmesi hadisesi karşısında Allah Rasulü’nün (s) “Ben Halid’in yaptıklarından beriyim”[2] ifadeleriyle bu ölçüsüzlükten beraatini ilan etme gereği duymasındaki hikmetten tamamen bihaber olamazlar.
Bu yaklaşım sahipleri, sivil mefhumunu buharlaştırarak hedef alınamayacak bir alan olmadığı bid’atını üreten söz konusu te’villerine çok inanıyor olsalar bile, en azından o Batı toplumlarında on binlerce insanın Irak’a, Afganistan’a yönelik işgal politikalarını lanetleyen protesto gösterileri yaptıklarını, Filistin’deki siyonist işgali reddeden yüz binlerce Batılı insan bulunduğunu bilmiyor olamazlar. Yani sivil kavramını buharlaştıran o bâtıl te’villeri bile Londra metrosuna, Madrid garına vs yapılan saldırıları açıklamaya yeterli olmamaktadır.
Bilinmelidir ki bu ölçüsüz yaklaşımlar, İslam’ı ve Müslümanları hedef alan emperyalist savaş ve işgal politikalarına karşı direniş gibi kutlu bir tercihi kirletmekte, yatağından saptırmaktadır.
Rabbimizin bizler için birer örneklik olarak bildirdiği peygamber kıssalarını okuduğumuzda, Nebilerin (s), zulüm düzenlerine karşı mücadele sürecinde müstekbir odaklarla kavga ederken, o müstekbirlerin idaresi altında bulunan toplumları kazanma çabası içerisinde olduklarını, toplumları müstekbirlerin etki alanından uzaklaştırmaya, illüzyonlarından kurtarmaya çalıştığını görmekteyiz. Nuh (a.s.)’ın “malı ve çocuğu hüsranını artıran kimseler”le olan mücadelesi, Salih (a.s.)’ın “yeryüzünde bozgunculuk yapan şehirdeki dokuzlu çete” ile olan kavgası, Musa (a.s.)’ın Firavun’la ve Muhammed (a.s.)’ın Darun Nedve temsilcileriyle olan kavgası hep bu minvaldedir. Bugün için bu Nebevi çizginin karşılığı, emperyalist odaklara ve onların savaş ve işgal politikalarına karşı direniş, medya ve ekonomi illüzyonlarıyla sevk ve idare ettikleri halklarını ise İslami davetle aydınlatma ve kazanma çabası olmalıdır.
Müslüman basiret ve feraseti, toplumlarla kavga ederek müstekbirlerin işini kolaylaştırmayı değil, toplumları maruz bırakıldıkları kara propaganda ve illüzyonlardan uyandırıp kazanmaya çalışarak onlarla birlikte müstekbirlerin tahtını yıkma çabasını gerektirir. Toplumlar bizim tüm çabamıza rağmen neticede müstekbirlerin yanında yer alma gibi bir tercihte de bulunsa bizim yapabileceğimiz tek şey, tıpkı Nuh (a.s.) gibi, Hud (a.s.) gibi, Salih (a.s.) gibi bu durumu Âlemlerin Rabbi’ne havale etmekten ibarettir. Muhammed (a.s.)’ın, sonuna kadar Darun Nedve çetesinin yanında yer almış olan Mekke ahalisine karşı Mekke’nin fethi sonrası nasıl davrandığını biliyoruz.
Toplumların gündelik hayat alanlarını hedef alan ölçüsüz şiddet eylemleri İslami bir meşruiyete sahip olmadığı gibi, salt reel politik açıdan bakıldığında bile yanlıştır, ziyandır.
Bu noktada, Yasin Aydoğan ağabeyden dinlediğim, Fransa’da yakın zamanda yaşanmış bir hadiseyi aktarmakta fayda görüyorum. Bu hadisenin, İslami davete muhtaç olan dünya halklarına karşı Müslümanca yaklaşım biçiminin anlaşılması konusuna güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum.
Fransa’da yaşayan bir grup Müslüman genç, Fransa’da yayın yapan radyo kanallarından birinde program sunuculuğu yapan ateist bir kadını ziyaret ederler ve hazırladıkları İslam’ı tanıtıcı metni programında okuması ricasında bulunurlar. Fakat program sunucusu, bir ateist olarak bu ricayı reddeder. Gençler kolay pes etmez. Bir kez daha ziyarete gidip aynı ricayı tekrarlarlar, ancak sonuç değişmez. Üçüncü kez radyo kanalına aynı amaçla gittiklerinde program sunucusunun hasta olduğunu ve hastanede tedavi gördüğünü öğrenirler. Gençler hemen bir çiçekçiye gidip çiçek alırlar ve sunucuyu tedavi gördüğü hastanede ziyaret ederler. Gençleri ellerinde çiçekle karşısında gören sunucu gençlere hitaben “Kızım bile gelip beni ziyaret etmezken siz niçin ziyaretime gelme gereği duydunuz” diye sorar. Müslüman gençler ziyaretlerinin insani ve İslami gerekçesini anlatır. Sunucu kadın bunun üzerine duygulanır, gözlerinden yaşlar akar. Bir süre sonra da Müslüman olur ve örtülü şekilde Müslüman gençleri ziyaret eder.
Evet, bu hadise bize çok şey anlatıyor olsa gerektir. İslam’dan bihaber kitlelere bombayla değil de çiçekle gitmenin, onlara İslam’ın eskimez ve değişmez güzelliklerini tanıtıp tattırmanın bugün için çok önemli bir sorumluluk olduğunu anlamamız gerekir. İslam’ın yok etmek için değil diriltmek için var olan hayat menbaı bir din olduğunu önce biz kavramalıyız.
Toplumların hayat alanlarına elde veya belde bombalarla değil, yüreğimizde imanımızın gerektirdiği merhamet ve insanlığın dünya ve ahiret saadeti için Rabbimizin inzal buyurduğu vahiy nuruyla nüfuz etmeli, dünya halklarının korktuğu değil, merhameti ve adaleti sebebiyle yolunu beklediği örnek Müslümanlar olmayı başarabilmeliyiz.
——————————————————————————–
[1] Bkz.: Bakara, 2/190, 194
[2] Buhari, Megazi 58, Ahkam 35; Bu arada İslam devletiyle olan anlaşmalarına sadakat göstermedikleri için Medine’den uzaklaştırılan Yahudilerin, kendilerini mağdur, Müslümanları ise barbar olarak göstermeye dönük anlatımlarının esas teşkil ettiği Beni Kurayza savaşına dair İbn İshak anlatımının kapsamlı bir eleştirisinin yapıldığı “Hz. Peygamber, 900 Yahudi’nin öldürülmesi emrini vermiş miydi?” başlıklı makale için bkz.: http://www.islamvehayat.com/2553_hz-peygamber-900-yahudi-nin-oldurulmesi-emrini-vermis-miydi-.html